
Karadeniz'in güneydoğu köşesinde eski tanrıların
şekillendirdiği ve belki hiç savaş yüzü görmemiş bir
savaş baltası (üstte); putperest ayinleri yapan
hristiyanlar, bir zaman hristiyan olan müslümanlar;
ulus devletlerde güçlenen aşiretlerin hükmü
altındaki, modernleşme hevesindeki topluluklar.
Çelişki mi bunlar? Çeşit çeşit tanrının kol gezdiği,
hayvanların adak edilmesinin önemli sayıldığı ve
biranın kutsal bir içki sayıldığı bir dünyada değil.
TANRILAR DİYARI*
Yazı:
Erla Zwingle Fotoğraflar: Randy Olson
(National Geography Eylül 2002 sayısından
aktarılmıştır)**
Ne
telefon var, ne ağaç.
Türkiye'nin Karadeniz kıyılarına set çeken dağlara
ya da Gürcistan Kafkasları'na tırmandıkça her şey
daha az bulunur hale geliyor. Ücra vadilerde, artık
birer yola dönüşmüş yokuşluk patikaları tırmandıkça
, gündelik hayatın bir parçası olarak alıştığımız
şeyler birer birer yok oluyor. Burada engin gökyüzü,
devedikenleri ve yabani otlarla kaplı kıraç tepeler,
loş uçurumlarda akan suların uğultusu ve insanoğluna
korku salan ilk tanrıların yarattığı güçlü etki ile
başbaşasınız.
İÖ 4. yüzyılda, Eski Yunan
ülkesinde yaşayan İason adındaki delikanlı Argo adı
verilen bir gemi yaptırmış ve yanına 50 savaşçı
alarak, o zaman bilinen dünyanın ucunda yer alan
Kolhis diyarına doğru yola çıkmış. Efsanevi Kolhis
diyarı, günümüzdeki Gürcistan'ın batısının büyük
bölümü ile Karadeniz kıyısı boyunca Kafkaslar'dan
Trabzon'a uzanan yerlere denk düşer. Kolhis'te, hiç
uyumayan bir yılanın başını beklediği bir meşe
ağacına asılı bir altın post varmış ve (adlarını
bindikleri tekneden alan) Argonotlar bunu her ne
pahasına olursa olsun Kolhis kralı Aietes'in elinden
almaya ant içmişler. Altın Post'U ele geçirmek için
yeminler, adak edilen hayvanlar ve insanlarn
hayatına mal olan büyüler antik dünyanın en ünlü
efsanelerinden biri haline gelmiş.
Tabii ki İason diye birisi
hiç olmamıştı, bu yüzden onu icat etmek gerekmişti.
İÖ üçüncü yüzyılda yazıya dökülen bu yazıyı
dinleyenler bunun altında yatan esas meselenin
büyücü prensesler ya da tanrıların buyrukları değil,
Karadeniz kıyılarının eski Yunanlılar tarafından
iskan edilmesinin destanı olduğunu anlamışlardı.
Burası en azından bu efsaneyi yüzyıllar önce
nakledenlerin tanıdığı ilkel kabileleri, vahşice
adetleri ve bugün bile ansızın patlayan fırtınaları
ile ün salmış tehlike dolu bir ülkeydi. Yine de eski
Yunanlılar yavaş yavaş bugünkü Türkiye'nin kuzey
kıyılarında ve kuzeydoğusundaki Kolhis'te gerek
deniz gerekse kara ticareti için ideal bağlantı
noktaları sağlayan bir dizi kent kurdular.
Ne var ki eski Yunanlılar bu
yörenin uzun ve karmaşık tarihinin sadece ufak bir
parçasıdır. Gürcistan'da ilk insanlara 1;8 milyon
yıl öncesinden itibaren rastlanır. Bugün, yani
21.yüzyılda, batı Gürcistan halkı kökenlerinde yatan
putperest, Hristiyan, Yahudi, Müslüman, İran,
Mezopotamya, Roma, Arap ve Rus kültürlerini
harmanlamış olarak bir arada yaşatıyor.
Sadece Türkiye'nin doğu
Karadeniz kıyısında, dünyaya kara ve deniz yolları
ile bağlanan dar ova şeridi üzerinde hayat çağa ayak
uydurmuş; yolları, taşıtları ve genel görünümü ile
modernleşmiş. Bunun dışında Türkiye'nin
kuzeydoğusundaki ve Gürcisan'daki engebeli dağlık
hinterlant hala fazlasıyla geçmişte byaşıyor.
Dilleri, giyimleri ne kadar farklı olursa olsun,
Türkiye'deki Laz, Hemşinli, Çepni ve Rumca konuşan
müslümanlardan Gürcistan'daki Svan, Tuş ve
Hevsuvurlara kadar bu yörenin insanları tarihin
derinliklerine uzanan ortak kökleri paylaşıyor.
Onlar hala şeref duygusu, kurban kesmek, öç almak,
hayvan gütmek ve ağır işlerin yükünü kadınların
taşıması üzerine kurulu bir dünyada yaşıyor.
"Evime hoş geldiniz" dedi Tuş
asıllı çoban Hviça Sisauri biz mutfağına girerken.
"Bir koyun keseyim mi?" Soruyu zaten tek bir cevap
alabileceği şekilde sormuştu. Ben de, "İyi fikir!"
dedim, o dışarı çıktı. Fazla bir zaman geçmemişti
ki, bilenen bıçağın sesini duyabiliyordum.
Gürcistan dağlarında misafir
ağırlamak ciddi bir iştir. Tanrı gönderdiği için
misafir kutsaldır, bu yüzden bir evin çatısı
altındaysanız en uzak akrabaya kadar tüm aile
bireylerinin koruması altındasınız demektir.
Endişeyle Çeçenistan sınırını belirleyen dağlara
bakıyordum ama bunu dert etmeme gerek yoktu, çünkü
arkeolog çevirmenim Guram Kvirvelia ciddi ciddi,
"Evde son ölecek kişi misafirdir" dedi.
Guram, ben ve arkeolog Giorgi
Gogoçuri, Hviça'nın Rus yapımı düldül kılıklı arazi
vitesli arabasında saatlerce keskin virajlar aşıp
sarp kayalıkları tırmanarak 4000 metre yükseklikteki
bir geçidi aştıktan sonra Tuşeti'ye ulaştık. Bütün
bunları ertesi gün Aya Yorgi yortusu şenliklerine
katılmak üzere Farma adındaki bir köye gitmek için
yapmıştık.
Dağlı kabilelerde adetler bir
ölçüde farklılık gösterse bile yortu kutlamaları
temelde aynı ögeleri taşıyordu: adaklık koyun
kesmek, bira ve ekmek, muhteşem bir toplu yemek, at
yarışı ve kadınların kutsal bölgelerine girmesine
yönelik kesin yasaklar- ki bunlar İason'Un
Argonotlarına da gayet tanıdık gelebilecek kesin
şeyler. Ayrıca, öğrendiğime göre Aya Yorgi bu
şenliğe yalnızca adını vermişti. Gürcülerin çoğu
Ortodoks Hristiyan olduğu halde, kurbanlarını
adadıkları asıl manevi makam Hati adındaki yerel ruh
idi.
Son
Tunç Çağı ve klasik Kolhis uzmanı olan Guram, "Hati
eski Gürcüce'de tasvir anlamına gelir" diye
açıkladı. "Ancak Hati bir putperest tanrısıdır ve
onunla ilgili ibadetlerin hepsi de putperest
kökenlidir. Köyün papazı sıradan bir adamdır,
papazlık seçimle belirlenen ya da babadan oğula
geçen bir görev değildir. Kimin papaz olacağına Hati
karar verir, seçimi köyün bilicisine vahyeder."
Her
köyde kilise yerine Hati'nin belirlediği kutsal
bölgede yer alan taş bir ev vardır. Ayinlerde
kullanılacak bira ve ekmek burada yapılır; şenlikler
sırasında koyunlar burada kurban edilir. Ancak Hati
yıl boyunca her yerdedir ve asla şakaya gelmez.
Giorgi
batıdaki dağlarda oturan, kolayca öfkelenen halkını
kastederek, "Hevsurlu Hati'nin de bazen öfkelendiği
olur" dedi. Alacakaranlıkta sis çökerken Hviça'nın
bize ikram edeceği koyunu doğrarken çıkan sesleri
duyduk. Hevsurlu erkeklerin bir çoğu gibi Giorgi de
çocukluktan erkekliğe geçiş töreninde alnına yeni
kurban edilmiş bir boğanın kanı ile haç çizilerek
Tanrı'ya "kul" olarak adanmış. Artık hayatı boyunca
Hati'nin ona buyurduğu her şeyi yerine getirmek
zorundaydı.
"Hatırlıyorum da, bir adam evini Hati'nin arazisine
yapınca oğlu sağ elini kaybetmişti" diye anlatrtı
Giorgi. "Oğlanın elini koparanın Hati olduğundan
kimsenin kuşkusu yok. Bir seferinde de adamın biri
bir kaynak buldu ve suyu Hati'nin arazisine getirmek
için boru döşedi, adamın ailesinde birçok kişi
hastalandı. Adam biliciye gitti, bilici Hati'nin
öfkelendiğini söyledi ve eğer Hati suyun gelmesini
isteseydi, bunu kendi yapardı dedi. Bu yüzden hem
onun soyundan gelenler daha fazla kurban kesmek
zorunda kaldı. Eğer birisi Hati'nin topraklarında
ağaç keser ya da silah atarsa aynı şey olur.
Affedilmez."
Her
köyün Hati'sine bir aziz ismi verilmesine,
törenlerde Esi ve Yeni Ahit'ten bölümler okunmasına
bakılırsa, Hati kültünün putperest ve Hristiyan
ögelerinin garip bir karışımı olduğu anlaşılıyor.
Kafkas halkları böylesi karşıtlıkları bağdaştırmakta
hiç güçlük çekmemiş. Guram şöyle dedi: "Bir Hevsur'a
putperest olduğunu söylersen seni vurur. Çünkü
Hristiyan olduğuna samimi bir şekilde inanır."
Ertesi
sabah festivale gitmek üzere erkenden yola koyulduk,
hızla akan balçık grisi, buz gibi bir ırmaktan bir
kaç kez geçerek, yüksek taş kulelerin koruduğu ve
yine taştan inşa edilmiş köyleri arkamızda bıraktık.
Karlı dağların doruklarında biriken gün ışığı
yamaçlardan aşağı süzüldü. Yükseklerdeki tarlalarda
erkekler çoktan işe koyulmuş, kısa süren yazda
biçebildikleri kadar yabani ot biçiyorlardı.
Neredeyse üç saat kadar sonra Farsma'daki Tuş köyüne
ulaştık; adaklar çoktan kesilmeye başlamıştı.
Kutsal
alan köyün hemen arkasındaki tepenin üstünde koyu
renkli taş bir yapıyı çevreleyen yeni biçilmiş geniş
bir otlaktı. Guram ve Giorgi beni bırakarak, ikram
edilen biradan içip kurban kesimine katılmaya
gittiler. Kadın olduğum için oraya 50 metreden fazla
yaklaşmam yasaktı, ama binayı çevreleyen taş
duvarlara dikili uzun direği görebiliyordum. Ucunda
bir çan sallanan direğe canlı renkte bezler, bir
diğer deyişle Hati'nin flaması çekilmişti. Bu yeni
kumaş parçaları, eski zamanlarda kurbanlık boğaların
boynuzlarına takılan süsleri andırıyordu.

Gürcistan'da Khevsureti bölgesinde Khakmati köyünde
yaşıyan Svan'larda kurban kesmek Hristiyanlık
öncesinden miras bir Pagan adeti.
Kutsal
alanda koyunların kurban edilmesi sürüyordu. Her
kurban sunulduğunda papaz, "(Tanrı) bu adamın
ailesini korusun" diye yüksek sesle kısa bir dua
okuyup, çanı çalıyordu. Bunun üzerine adağın sahibi
hayvanı oracıkta kesiyordu. Dualar ve çan sesleri
öğleden sonraya kadar devam etti. Gerçekten de büyük
bir ziyafet olacaktı.
Bulunduğum yerden kurbanlıkları göremiyordum, ama
taş duvara asılı boy boy kanlı postları
görebiliyordum İason'un postu gibi altından
olmasalar da, bu postların kutsal bir anlam taşıdığı
açıktı. Bunlar öğleden sonra yapılacak at yarışında
binicilere ödül olarak verilecekti.

Svaneti
dağlık bölgesi, Gürcistan Kafkas Dağlarının uzak bir
köşesine sıkışmış olup ortaçağ döneminden
kuleleriyle 800 yıllık bir tarihi barındırmaktadır.
Bu bölgede aile ve kabileye bağllık milli sadakatin
üzerindedir.
Altın
Post efsanesi, belki de altın ile ilgili bazı
geleneklerin iç içe geçip kaynaşması sonucunda
ortaya çıkmıştı. Gürcistan'daki Svaneti yöresinin
halkı güneş kültünü, İÖ altıncı yüzyılın koç kültü
ile birleştirmiş. Bazı 19.yüzyıl kayıtları bu
yörenin halkının, büyük olasılıkla kökenleri antik
döneme dayandırılabilecek bir yöntem olarak, hayvan
postlarını derelere serip parçacıkları
topladıklarını anlatır.
Kutsal alanda faaliyet devam
ederken ben Farsma'da dolaşmaya çıktım ve İason'un
zamanından kalma kan davası, adak adama gibi başka
mihenk taşlarıyla karşılaştım. Yüzü güneşten kopkoyu
olmuş, sırım gibi bir
htiyar
adamla konuşmak için durdum. Adam o köyde doğmuştu
ve bana hayatını anlatmaya fazlasıyla hevesliydi.
"Ben
iki ya da üç yaşındayken," dedi, "amcam Kistler
tarafından öldürüldü." Kistler, Kafkaslar'a yayılmış
Müslüman bir etnik gurup. "Babam intikam almak için
tam 37 Kist öldürdü. Tabii bunu bir günde değil,
zaman içinde yaptı. Babam onları öldürmeye mecburdu.
40 kişi öldürmeye ahdetmişti ama ömrü vefa etmedi,
bu yüzden kalan üç kişiyi öldüremedi. Bunun üzerine
Kistler gelip babamın yaptıklarına karşılık 30 koyun
ve deayalı döşeli bir ev vermem gerektiğini
söylediler ama ben olmaz dedim. Büyükannem de Kist
olduğu için aralarından bana destek çıkanlar oldu.
Aradan zaman geçince de her şey duruldu.
Kavurucu öğle güneşinin altında alçak bir taş evin
duvarına dayanmıştık. Arada sırada uzaktan dualar
ve kurban kesildiğini anlatan çan sesleri geliyordu;
bir helikopter alçaktan uçarak hızla iki kez köyün
üzerindev dolaştıktan sonra vadiye doğru uçup gitti.
Helikopterdekiler gerilla faaliyetlerini kontrol
için Çeçen sınırında devriye gezen Avrupalı
gözlemcilerdi.
Gözlerinin içi parlayan bir oğlan merakla beni
süzüyordu. Adını sordum," Amirani" diye yanıtladı.
Gürcistan'ın en önemli efsanelerinden birinin
kahramanı olan Amirani Tanrı'ya karşı koymuş ve ceza
olarak sonsuza dek kazbek Dağı'na zincirlenmiş.
Kafkas dağlarının parıldayan doruklarını ta açık
denizden gören Yunanlılar bu öyküyü duyunca, bunu
kendi Prometheus efsaneleriyle harmanlayarak
Prometheus'u daha önce adı sanı olmayan dağının
tepesinden alıp Kafkaslar'a taşımışlar.
Amirani "Benim bir düvem var"
diye böbürlendi. "Ona Marta adını verdim. İlk
buzağsı erkekti, ama sattık. İlk doğan buzağı ya
satılır ya da kesilir elde tutmamak gerekir."
Dünyanın birçok yerinde geleneksel olarak ilk hasat
en kutsal şeylerden biri olarak kabul edilir.
Bugünkü toplantıya gelen her aile de, koyun olmasa
bile damıttıkları ilk çaçadan özel olarak
pişirdikleri ekmeği mutlaka getirmişlerdi.
Köyün
arkasındaki tepeye döndüğümde kurbanların
karaciğerleri de dahil en değerli parçaları, tıpkı
eski Yunanlıların tanrılara adadığı gibi, Hati'ye
adanmıştı. Köylülerin nadiren yemeye fırsat
buldukları bol miktardaki et haşlanıyor ve
kızartılıyordu. İkindi vakti geldiğinde 500'e yakın
kadın, erkek ve çocuk yere serili uzun muşamba
örtülerin başına, tabaklarca et, salatalık, domates,
közlenmiş patlıcan, acı yeşil biber, kokulu ot ve
beyaz peynir dilimleriyle dolu sofraya karşılıklı
geçip oturmuştu.
At
yarışı saat altıda başladı. Hepimiz ırmağa bakan
tepenin sırtında toplanıp Kafkaslar'a özgü küçük
sırım gibi sekiz aygırın bir sıraya dizilip ırmak
boyunca yıldırım gibi koşmasını izledik. Derken
atlar köye doğru uzanan dik, kaygan kayalık patikayı
tırmanmaya başladı. Yorgunluktan nefes nefese son
düzlüğe ulaştıklarında aralarındaki mesafe oldukça
açılmıştı, bazıları koşmakta zorlanıyordu.
Artık
insanlar Farsma'ya sadece yazları geldiğinden, yortu
günü büyük bir buluşmaya sahne oluyor. Şenlikler
geceyarısına dek sürüyor, dostlar ve komşu köylüler
yemek yerken, esmer bira ya da koyu kehribar rengi
şarap dolu plastik kupalardan içki içip eğleniyor.
Gürcistan'ın ruhu şaraptır, şarabın ruhuna uygun
düşense şerefe kadeh kaldırmak. Çoğu Batılı'nın
yaptığı gibi hiç bir söze gerek duymadan neşeyle
kadeh tokuşturmak Gürcülere göre değil. Sofrada baş
köşeye oturan tamada ayin yöneten bir
papazınkinden hiç de farklı olmayan bir edayla,
kadeh kaldırma seramonisini belli bir düzen içinde
yönetir: Kadehler önce Yüce Tanrı, sonra başmelek
Mikail, Aya yorgi ve atalar için kalkar. Bu toplu
dualarla düşünceler bir noktaya odaklanır, ruhlar
sükuna kavuşur ve en sıradan yemekler bile kutsal
bir havaya bürünür.
Tuşeti'den ayrılmadan önceki son akşamımda Hviça ve
karısı İa ile akşam alacasında bir huş koruluğunda
piknik yaptık. Hviça'nın erkek kardeşi Rostom ile
kızkardeşi Maya da bize katıldı. Biz ateşten
aldığımız kızgın şişlerin üzerinde kalan son etleri
kemirirken, Maya küçük akerdeonunu çıkarıp şarkı
söylemeye başladı. Tuş müziği tıpkı rüzgarla
dalgalanan huş yaprakları, otlardaki güneş ışığı,
akarsuyun şırıltısı ya da uzaklardan yankılanıp
sonra susan bir ses gibi titrek bir müzik.
Doruklara düşen son ışıkla birlikte Hviça kadehini
kaldırdı.
"Nesli
tükenmiş, ocaklarını incir ağacı bürümüş Tuşların
ruhuna."
"Bu
köyü özleyen, şu anada burada olamayan bütün genç
insanlara."
"Asla
geri gelmeyecek geçmiş günlere."
"Kız
kardeşlere, erkek kardeşler. Erla'nın iki kız
kardeşine. İa'nın kız kardeşine."
Tek
çocuk olan Guram'a: "Sana kız kardeş, erkek kardeş
gibi olanlara."
İason
ve Argonotlar şarabı ve sözlerini yalnızca tanrılara
adarlardı; oysa burada söylenen sözlerde biz de
vardık.
Tuşeti'nin batısında bir Gürcü yöresi olan
Svaneti'deki cenaze töreninde bambaşka türde bir
kadeh kaldırmya tanık oldum. Gençlik günlerini
geride bırakmış ama daha ihtiyar da sayılmayacak bir
dul siyahlara bürünmüş, ağaçların gölgesinde
oturmuş, henüz toprağa verilen kocasının ayakucunda
ağlıyordu. Mezarın başındaki küçük bir masanın
üzerinde açık renk şarapla dolu büyük bir sürahi ve
küçük bardaklar vardı. Yaslı biri buraya gelince -
ki bunların hep erkek olduğunu fark etti- sürahiyi
alıp bir bardağı dolduruyordu. Ama şarabı içecek
yerde sessiz sedasız, taze mezarın üzerindeki
toprağa kısa bir çizgi halinde döküyordu.
Kadının
gözlerinde dökecek yaş kalmamıştı, ama dökülen şarap
toprağı ıslatıp yumuşatıyordu. Suskun köylülerle
kadının matemi arasında derin bir uçurum vardı.
Burada Hristiyanlığın verdiği tesellilerden de eser
yoktu, papazdan da. Bir adam şöyle dedi: "Böyle bir
günde Tanrı'nın da yas tuttuğına inanırız." Peki,
dökülen içkiyi buradaki tanrıların hangisi kabul
ediyordu? Bu soru aklıma takıldı kaldı.
En
ciddi kadeh kaldırma olayına Svaneti'deki bir akşam
yemeğine tanık oldum. Tamada kadehini "Michael
Khergiani'ye "diye kaldırdı. Sözünü ettiği kişi
"kayaların kaplanı" diye anılan ve yıllar önce bir
tırmanışla ölen Svan dağcı idi. Erkekler hep
birlikte sessizce ayağa kalkıp kadehlerini
kaldırdılar. Sıra içmeğe gelince, Guram bir parça
ekmek kopardı ve özenle üzerine şarap döktü. Ama
yemedi. Ekmeği tabağının kenarında bıraktı. Ekmek
orada, tıpkı o toprak gibi ıslak ve yumuşak, durdu
kaldı.
"Türkiye'nin batısındakilere göre Samsun'un
doğusundaki herkes Laz'Dır" dedi rehberim Aydın
Kudu.Bu biraz yanlış bilgi, aynı zamanda diğer
vatandaşların Türkiye'nin Karadeniz bölgesindeki
insanlara olan hayranlığını gösteriyor. Eskiden
Türkiyre ile Gürcistan'ı birbirine bağlayan ve eski
zamanlarda Lazika diyarı, Osmanlı döneminde ise
Lazistan Sancağı diye bilinen bu bölgede yaklaşık
200.000 Laz'ın yaşadığı tahmin ediliyor.
Lazlar
son derece dik başlı olmaları ("Bir Laz ile ancak
bir Laz kadını baş edebilir" derler), kolayca
kendilerine gülebilmeleri, şahinle avlanmaya ve
silah taşımaya düşkünlükleriyle ünlüdür. Çoğunlukla
inşaat işleriyle uğraşırlar. Ancak bu yörede farklı
kimlikleriyle göze çarpanlar yalnızca Lazlar değil.
Birbirine paralel uzanan Kaçkarlar ve Kuzey Anadolu
Dağlarında Çepniler, Hemşinliler ve Rumca konuşan
Müslümanlar da yaşar.
Lazlar
ve Hemşinliler gibi kadim yerli halkların yanısıra,
burada yaşayanlardan bazılarının kökenlerinin
ortaçağ Avrupası'na yani Bizans'a dayandığına
inanılır. Anadilleri Rumca'nın bir ağzı olan bir
grup, günümüzde Müslüman ve Türk olsa da, kimilerine
göre onlar İslamiyeti kabul etmiş Bişzanslıların
soyundan gelir.
Türkiye'nin Karadenizlileri ülkenin en yağmurlu,
sisli, sık ormanlarla dolu dağları ile dans ve müzik
tutkusunu paylaşır. Göründüğü kadarıyla, sınırsız
derecedeki kendilerine yetme becerileri de ortak
paydalarından bir diğeri. (Türkiye'de herkesin sizin
müthiş becerikli ve kabiliyetli olduğunuzu
düşünmeniz için Karadenizli olduğunuzu söylemeniz
yeter.) Dağlar kıyıya çok yakındır, hatta bazı
yerlerde doğrudan denize inerler; kasabalar, yolar
küçük aralıklara, dar şeritlere sığışır. Köylüler
durmaksızın kıyı ile tepeler arasında gidip gelmiş,
yüzyıllar boyunca dağ geçitlerini aşan önemli kervan
yolları Trabzon'u İran'ın, hatta Hindistan'ın
görkemli zengin kentlerine bağlamıştır. Bugün dağ
köylerinden fiziksel olmaktan çok kültürel anlamda
uzak olan deniz hala büyük fırsatlar sunmakta. Deniz
kıyısı her zaman ticaret, seyehat ve refah anlamına
gelmiştir.
Aynı
coğrafyayı paylaştıkları halde Karadeniz'İn her
yöresinden gelen insanlar farklılıklarını koruyor.
Anlatıla anlatıla artık tadı kaçmış bir fıkraya
göre, Almanya'da memleket hasretiyle yanan bir Laz,
53 (yani Rize) plakalı bir Türk arabası görür
görmez, eğilip lastiğin sübabını açmış. Tek istediği
biraz memleket havası almakmış.
Rize'nin doğusundaki Çamlıhemşin vadilerinde yaşayan
Hemşinliler artık geleneksel giysilerni pek
giymeseler de köylerdeki kadınların çoğu hala başına
posi bağlar. Bu ince, dört köşe bir örtünün
üzerine bükülerek bağlanan uzun bir kumaş
parçasından oluşan iki parçalı bir başlıktır. Öte
yandan Çepni kadınları ise şalvar, pilili entari ve
uçları püsküllü kordonlarla kalçadan sıkıca bağlanan
kalın yünlü bir kumaştan oluşan çok renkli giysileri
tercih ederler. Hemşinliler fırıncılık ve hamur
işlerindeki ustalıkları, konuşurken r'leri
yuvarlamaları ve horona düşkünlükleri ile ünlüdür.
Bu, kadınlı erkekli bir halka kurularak oynanan;
tulum, zurna ya da gaydanın mızıldayan sesine
dansçıların bir ağızdan gırtlaktan gelen garip
haykırışlarla katıldıkları, saatlerce süren bir
danstır.
Karadenizlilerin gelenekleri Türkiye'nin bu ücra
köşesinin her yerinde görülse bile, bir çoğu da
modern hayat dediğimiz o koskaca denizde eriyip
gitmiş. Yine de halk bunlara mümkün olduğu kadar
sahip çıkmaya kararlı. Korudukları geleneklerin
başında yayla geliyor.
Yaylalar daha küçük çapta olmakla birlikte
Gürcistan'da da var; ancak Türklerdeki bu el
değmemiş, bomboş mekanlara karşı atalarından gelen
tutkudan orada eser yoktur. Kışı daha alçaklardaki
yerleşim yerlerinde geçiren aileler, yüzyıllardır
taşlı topraklı patikalardan ineklerini güderek yaaş
yavaş ormanın üst sınırının epeyce ötesinde kalan bu
küçük yayla köylerine gelirle. Kaçkar Dağları'nda
yer yer karla örtülü, kayalıkları yararak inen
suların göz kamaştırırcasına parıldadığı tepelerin
yamaçlarında ineklerini sağıp kışlık yağ ve
peynirlerini yaparak, kim bilir kaç kuşaktır sahip
oldukları küçük yayla evlerinde yazı geçirirler.
Burada inekler başıboş dolaşır, çocuklar
dilediklerince koşturur.
Yörenin
ve halkın özelliklerine göre yayla evleri, küçük taş
yapılardan koyu renkli kestane ağacından yapılmış
mütevazi dağ evlerine kadar değişik görünümde; arazi
ise dik ve kayalık ya da bazen geniş bir
çayırlıktır; ineklerin sayısı şimdilerde muhtemelen
daha az ve hatta belki de buraya yürüyerek değil de
kamyonla getiriliyorlar.
Ancak
Karadenizli ailelerin burada yaşadıkları, eskisinden
çok da farklı değil: Doğaya döner, tıpkı atalarının
yaptığı gibi esas olarak açık havada konaklarlar.
"Yayla gibi ev" deyimi hemen hemen her şeyin en
iyisini -manzaralı, ferah, sakin- ifade eder. Bir
Çepni kadını "Burada akar su bulamasakda, kocamı
Ankara'da beş yıldızlı bir otele koysanız buradaki
kadar mutlu olmaz" diyor. Karadeniz'in en eski halkı
doğaya biat ederdi, bugünkülerin de çok farklı
olduğu söylenemez.
Sahildeki Of'tan dağlara doğru Aydın'ın arazi
arabasıyla yaptığımız yolcluk taşlı, topraklı,
çukurlarla dolu yollarda; ahşap çiftlik evlerinin,
sağa sola serpili mısır tarlalarının ve yemyeşil
yamaçlarda yama gibi duran tek tük tarlaların
arasında sürdü.
Eğer
sık ormanların ve çay bahçelerinin arasından görünen
minareler, ya da meyilli tarlalarda orakla kuru ot
biçen kadınlar olmasa, burası Kentucky'nin göbeğinde
bir yer derdim. Sonunda vardığımız yerde, yumuşak
sis perdesinin gizlediğ, nokta gibi görünen evlerin
ufka kadar uzandığı geniş, havadar bir kırlık alana
ulaştık.
Burası
ana yolunun iki yanını manavlarla zerzevatçıların
Sultan Murat Yaylasıydı. Dükkanlardan birinin önünde
durmuştuk ki Hüseyin yanımıza geldi.
Anadili
Rumca olan Hüseyin ufak tefek, küt parmaklı, kısa
boylu, açık kumral, kısa saçlı bir adam.
Kırışıklıklarla dolu künt bir yüzü, ışıl ışıl
gözleri ve ancak terbiyesi sayesinde dizgin
vurabildiği müthiş bir enerjisi var.
Hüseyin
Aydın'ı daha önceki seyehatinden tanıdı. Çok
geçmeden kendimizi Hüseyin'in yolun aşağılarındaki
evinde, ailesi ve arkadaşları ile birlikte çay
içerken bulduk. Hüseyin ile Aydın küçük oturma
odasında yere serili geniş döşeğe uzandılar, ben de
oradaki tek sedirde iki kızı Elif ile Tuğba'nın
arasına sığıştım. İri yarı, al yanaklı karısı Ayşe
ise karşımızda yere bağdaş kurup sırtını duvara
dayadı.
"Buradaki hayatı seviyorum" diyor Hüseyin. Aile
yayladan inişin yarı yolundaki Çaykara'da oturuyor,
ama yazın buraya gelirken iki ineklerini de
beraberlerinde getirmeyi asla ihmal etmiyorlar.
"Kasabada bütün gücünüz tükenip gider, buradaysa güç
toplarsınız."
Ayşe de
onunla aynı fikirde. "Eğer huzur içindeyseniz yemek
pişirmek, temizlik yapmak, inek sağmak sizi hiç mi
hiç yormaz," dedi "burası da işte öyle çok huzurlu,
sakin bir yer."
Açık
kapıdan giren ince bir sis tabakası kadının yüzünü
yalayıp, köşedeki küçük demir sobanın gri dumanına
karıştı. Bir Türk yazar yaylanın kokusunu hasretle
şöyle anlatır: sis, yanan odun, tezek. Artık
inekleri getirmenin amanı gelmişti.
İki
inek uysal uysal Ayşe'nin peşinden oturduğumuz
odanın altındaki ahıra girdi. Ayşe inekleri sağarken
yanında oturup saman kokusunu içime çekip,
boyunlarında sallanan çanların rüzgar
çıngıraklarınınkini andıran sesiyle dalıp gittim.
Her şey çok saf, çok sevimli görünüyordu, ama tabii
o yeni sağılmış ağır süt tenekesini yukarıya
taşıyıp sonra o sütten birşeyler yapacak olan ben
değildim. Eski usulde iş yapmaktan söz ediyorsanız,
mutlaka birileri ter döküyor demektir.
Karadenizli Türkler yayla geleneğinin değişmeye
başladığının gayet farkında. Bunun tek nedeni de
elbette daha çok kişinin ev yapmak için tahta yerine
beton kullanması değil. Şehre taşınan akrabaların
sayısı gün geçtikçe artıyor. Bu yüzden köylerde
güdülecek ineklerin sayısı azalıyor, yazın dağlarda
aileyle birlikte geçirilen süre kısalıyor. Genç
kuşağın ana babalarından daha çok parası var, bu
yüzden tatillerinde yaylaya çıkmaktansa Ege
kıyılarına, hatta yurtdışına gidiyorlar.
Kavron
Yaylasında tanıştığım Yiğit adındaki Hemşinli
delikanlı, "Bilgisayarımı, televizyonumu,
arkadaşlarımı istiyorum" dedi. "Burada akranım yok.
Etraftaki herkes ya ihtiyar ya da ufacık çocuk."
Daha
yaşlı kuşak bile değişimin kaçınılmaz olduğunu
görüyor ve kabul ediyor. "Bir zamanlar gazyağından,
nadiren de Ramazan'da çay ve beyaz undan başka bir
şey almazdık" diyor Çepni kökenli bir ailenin reisi
olan Şefik. "Ben böyle yaşayabilirim ama çocuklarım
yaşayamaz. Eski zamanlarda bir adamın ailesini
besleyebilecek kadar mısırı varsa zengin sayılırdı.
Şimdiyse zengin sayılması için adamın şehirde bir
apartman katı, iyi bir maaşı, bir de arabası olması
lazım."
Yayla
geleneğini yaşatacak olan belki de en gençleri.
Şefik'in dokuz yaşındaki yeğeni Gizem bana yaylada
kendisini özgür hissettiğini söyledi. İstanbul'da
bir yere gitmek istediğimiz zaman annem yalnız
başımıza bizi hiç bir yere bırakmaz. Otomobiller
var, trafik var. Burada istediğim zaman istediğim
yere gidebiliyorum."
"
Burayı seviyorum işte. Burada eğleniyorum, vakit
çabuk geçiyor" dedi 14 yaşındaki Hemşini Pakize.
İason'un rotası kıyıya uzanıyordu. Şimdiyse bu
kıyılarda, günümüzün sıcakla boğuan sakinleşmiş
Argonotları sayılabilecek tatilci aileler şambrelle
denize giriyor. İason için buranın dağları,
ormanları ve onlardan daha da acımasız olan dehşet
verici kabileleri ve alt edilmez tanrıları tehlike
kaynağıydı. O tanrılardan görece daha ılımlı olan
Hati günümüzde de tahtında oturuyor.
Acaba
Gürcistan'ın ve Türkiye'nin Karadenizli halkını
geçmişlerine, birbirlerine ve geleceklerine
bağlayan şey nedir? "Doğadaki güçlere olan katıksız
inançları" diye akıl yürüttü Snaneti'nin dağlarında
tanıştığım arkeolog Şota Çartolani. "Tahminimce bu
kavimlerin günümüze kadar gelmelerindeki asıl etken
bu oldu."
Bu
insanlar dayanıklıklarını hala doğa güçlerine
borçlular. Bunu yüksek dağların tepelerindeki
çayırlarda yaz günlerinin asude ritminde, kayalık
yamaçlarda eyersiz atlar üzerinde bir aşağı bir
yukarı koşturan oğlan çocuklarında bulmuştum. Ben
bunu ortalık kararırken insanın iliklerine işleyen
bir nemin çöktüğü ormanda, esmer bir Laz'ın
kemençesinden çıkan ve insanı alıp götüren ezgilerde
hissetmiştim; Türkiye'de tekne yapımından,
Gürcistan'da misafirlerin uğurlanmasına kadar her
önemli olayda adak olarak dökülen kan veya şarapta;
horonun yavaş yavaş dönen çemberinin onlarla eski
Yunan'ın çılgın Baküs dansları arasında kurduğu
bağlantıyı belki çoktan unutup gitmiş olsalar sa,
saatlerce büyülenmişlercesine biteviye horon tepen
Hemşinlilerde görmüştüm.
Karadenizliler gerçekten de doğadaki güçlere saygı
göstererek bugünlere kadar geldi. Peki, bu güçlerin
onların hayatlarının şekillenmesimnde ne kadar
önemli bir rolü olduğunu hiç düşünüyorlarmı acaba?
aslında buna gerek yok: Çünkü onlar zaten bu
güçlerin bir parçası.
Ayrıca Oku
LAZLARIN
GERÇEK TARİHİ
Arhavi
ilçesi halk oyunları
Arhavi ve Artvin
Halkoyunu kıyafetleri
LAZLAR, Laz
kültürü, laz halkı, laz tarihi
KARADENİZ
UŞAKLARI
Cinler ve
periler
Karakoncoloz
nedir
Arhavi ve Artvin
Halkoyunu kıyafetleri
Artvin halk oyunları
Artvin
Barı mı? Ata barı mı? Ermeni Barı mı?
Bar, Erzurum, Bayburt,
Gümüşhane, Artvin, Erzincan barları
Karadeniz
horonları , horan, horom ve hora kelimeleri
Lazlarda Evlilik
Gelenekleri, Evlilik, düğün, nişan
LAZİSTAN ETNOGRAFYASI,
Lazlar ve Laz kültürü
Karadenizin Atmacaları
Lazlar
Murgul Gürcülerinde
Halk İnanışları
Lazonada Bahar senligi:
Pagaralar
GELENEKSELLİK
VE MODERNLİK BAĞLAMINDA RİZE'DE DİNİ HAYAT
RİZE HALK OYUNLARI, Rize
horonları
Kolhis, Tanrılar diyarıTürk Halk Oyunları
A -
B -
C - Ç -
D -
E -
F - G - H -
I - İ -
K -
L -
M -
N -
O -
P -
R -
S -
Ş - T -
U -
V -
Y -
Z