Karalahana.com! Laz uşaklarının gayrıresmi web sitesi

 Anasayfa yap |   Sık kullanılanlara ekle       ENGLISH



LAZLAR
Neal Ascherson'un Karadeniz adlı kitabından alıntı
Çeviri. Kudret Emiroğlu Sf. 248-264 Türiye İş Bankası Yayınları


Laz memleketine varmak için arabayla Trabzon’un seksen kilometre daha doğusuna gitmeniz gerekiyor. Bu, hız yapılan tehlikeli bir yol; Karadeniz’in bütün güney kıyısını dolaşan ve kasaba ve şehirleri birbirine bağlayan ve denizden beton bir engelle ayıran yeni sahil karayolu. Her kilometrede yeni çarpışmış otomobil ve kamyon enkazları geçiyorsunuz, çoğunlukla kurumuş kanla kahverengileşmişler.
Ters yönden eski İkarus otobüslerden oluşan kervanlar geliyor. Çarklı buharlı gemiler gibi kara bir duman savurarak iskele veya sancağa sıralanıyorlar. Şimdi Türkiye ile bağımsız Gürcistan Cumhuriyeti arasında sınır oluşturan eski Sovyet sınırı Sarp’tan Trabzon’a gidiyorlar. Yolcuları, Rus, Ukraynalı ve Kafkaslardaki her topluluktan insanlar, yanlarında toplayıp taşıyabildikleri her şeyi – çay takımları ve Stalin büstleri, oyuncak tanklar ve tuvalet oturakları, bıçak ve saatler, bahçe mobilyası ve ameliyat aletleri- getiriyorlar. Bunları Trabzon limanının yanında kaldırımda yarım kilometre uzanan yeni Rus pazarında tezgahlarda satacaklar. Satıcıların çoğu Kiev ve St. Petersburg gibi uzak yerlerden günler ve gecelerce yolculuk yapmışlar, sınırlarda rüşvet ve koruma paraları ödemişler, Trabzon’daki tezgahları dağıtan Kafkas mafyasını memnun edecek özel banknot tomarları hazırlamışlar.
Burası ticaret yolu. Kadim çağlardan 1980’lerin sonlarında yeniden ortaya çıkan, Sovyet İmparatorluğu dağılınca bütün doğu Avrupa ve batı Avrasya’ya yayılan Pazar ve seyehat eden tüccar kervanlarının oluşturduğu ağın parçası. Çoğu ticaret yolu gibi tehlikeli. Tehlike, tüccarlar eve dönmek için Türk deri ceket balyaları, ucuz bilgisayarlar ve yağlı Batı banknotu çıkınlarıyla sınırı geçerken daha da büyük. Gürcistan’ın içine bir kaç kilometre girildiğinde, Kabuleti yakınında, askeri üniformalı silahlı soygun çeteleri otobüs konvoylarını pusuya düşürüyor ve yolcuların hazinelerini soyuyor.
Trabzon’un doğusunda yeşil çaylar daha da dikleşip denize yanaşıyor. Yamaçları çay bitkisi kaplıyor. Yol çayın paketlendiği Rize limanından geçiyor sonra Ardeşen’den hemen önce bir köprüye geliyor. Burada ben döndüm. Burası Fırtına Deresi’nin, mavi – yeşil ve buz gibi soğuk suyun, Pontus Aplerinin zirvelerinden, Kaçkar Dağı denilen suların ayrışma yerindeki çıplak taş doruklarından başlayarak çağıldayıp taşlardan atlayarak denize döküldüğü yer.
Bu Türkçe bir isim değil. Ama Lazlar ve komşuları Hemşinliler de Türk değil. Türkiye’nin kuzeydoğu köşesine, Gürcistan’la Karadeniz arasına sıkışmış bu iki halk farklı ve daha eski etnisitenin bölgesini oluşturuyor. Kendi Türkçe olmayan konuşma dillerine sahipler. Kendi mitleri, adetleri, kıyafetleri ve (iki halk ta müslüman ama) kendi büyüleri var. Şimdiye kadar aileden olmayan kimseyi ilgilendirmeyen düğün elbiseleri gibi kendi farklılıklarını kendilerine saklamışlar. Türk Devletinin farlılıklar konusundaki hassasiyeti düşünüldüğünde, bu akıllıca.
Kemalizm, ideoloji olarak, Avrupa’da ondokuzuncu yüzyıl sonunda ve yirminci yüzyıl başında geçerli olan ‘modern’ ulusçuluğun’ bazı aşırı kavramlarını benimsemiş. Homojenli – tek dil, tek din, tek Volk- güçlü ve bağımsız devlet olmanın gerekliliklerinden sayılmış. Buradan, çok etnikli, merkeziyetçi olmayan ve bazı bakımlardan hoşgörülü Osmanlı İmparatorluğu’Nun kör kategori ve ayrımları kadar bu bilimsel ruha karşıt bir yapılanma olamıyacağı sonucuna varılmış.
Bilim adamı Effi Voutra bunu çok güzel ortaya koymuştur. Ona göre reformdan önce Osmanlı devleti ‘resmin bütününün kendi örüntüsü varsa da, farklı renklerin çeşitlilği ve açık örüntü bulunmuyormuş gibi oluşturdukları bir Kokoschka resmi gibidir. Osmanlı İmparatorluğundaki farklı guruplar kabaca dinle, Ortodoks Hristiyan, Ermeni, Yahudi diye tanımlanırlanırlar, ama bu kriter bile Osmanlı tebaasından birinin Müslüman olma seçeneğiyle (Pontus Rumlarının yaptığı gibi) oldukça elastik tutulmuştur. “Tersine, modern dünya haritası, bütün şekil ve renklerin açık çizilmiş sınırları ve belirsizlikle üst üste geçişi olmadığı bir Modiglani resmi gibidir...” Voutria’ya göre, dolayısıyla, yirminci yüzyılın başındaki Türk Devrimi Kokoscha’nın yerine Modigliani’nin konmasıdır. Reformcular ve hepsinden önde Mustafa Kemal Atatürk, bu tekil, çevresi iyi çizilmiş birincil renk bloklarına arzu duydular ve ‘Türkiye Tüklerindir’ mantığı azınlıklara emniyet vermedi. Birinci Dünya Savaşı sırasındaki Ermeni olayları, Rumların ve ötki Ortodoks Hristiyanların yurt dışına çıkarılması, 1980’ler ve 1990’larda tekrar alevlenen Kürt ulusçuluğuna karşı acı mücadelenin öncüleriydi.
Daha küçük azınlıklar, bu dehşeti izleyerek, ölümcül Kemalit suçlama ayrılıçılık’tan nasıl kaçınacaklarını öğrendiler. Lazlar, belki de 250.000’e varan sayılarıyla, kendi kimlikleri konusunda sonsuz bir sakınım içinde ve provokasyonlardan uzak oldular. Ancak 20.000’e varan küçük Hemşinli grubu, özellikle baş eğme konusunda zorlayıcı nedenlere sahipti. Bu grubun üyeleri bilinmeyen bir geçmişte Müslümanlığı kabul etmiş Ermeni soyundan geliyor ve halen eski Ermenice konuşmalarına karşın, seksen yıl önceki ana Hristyan- Ermeni olaylarından kurtulmuşlar.
İki grupta sadık Laz Türk tebası. Çay üreticisi ve balıkçı ve Hemşinlilerin durumunda yetenekli fırıncılar olarak, toplumda göze çarpmayan bir yer edinmişler. İstanbul ve batı Anadolu’da kendi küçük diasporaları var ve İstanbul futbol takımlarının talihiyle yakından ilgileniyorlar. Şu ana kadar kendi adına bir cemaat iddiasında bulunmamışlar. Çoğu Türk onların varlığı hakkında bile açık bir fikre sahip değil. Onları, batıda Samsun’a kadar uzanan bütün güney doğu Karadeniz bölgesinin Türkçe konuşan bölge kültürünü tanımlayan popüler ‘Laz’ terim içinde karıştırırlar.
Fırtına vadisi, ormanlar arasından, sisle kaplanıp asfalt sona erene kadar yükselip bir geçide dönüşerek yukarı tırmanıyor ve yol taşlı katır yoluna dönüyor. Arabamı daha fazla süremeyince ağaçların altına park ettim ve yaya devam ettim. Tepemden yukarda uzakta, iki yanda da yamaçlarda inşa edilmiş siyah boyalı evler, Alp çayırları gibi çimenli açıklıklara tünemişler. Tepelerden ırmak kenarına inen uzun kablolara bağlı seyehat kabinleriyle eşya yukarıdaki evlere taşınabiliyor.
O anda insan ayakları olan iki ot yığını görünüyor ve yoldan, taştan yapılmış ambara yöneliyor. Genç bir erkek yükünü indirerek bana ırmağı nasıl geçebileceğimi gösteriyor- tellere asılmış ve bir oğlan tarafından bir kolun çevrilmesiyle ırmağın karşısına yavaşça ve sallanarak geçen bir başka koca kabin var. Irmağın karşısında eğrelti otları, böğürtlen çalıları, uzun çayır otları ve İskoçya kokusu var. Ormanlarda, yabani çilek ve dikenli çalılar arasında yürüdükçe ellerimde çığ yoğunlaşıyor; bütün vadi ırmak sularının serpintisinden buharla dolu ve güneş nemli ormana ışınlarını yollarken sis bulutları yükseliyor.
Bir açıklıkta Hemşinli bir aile ahşap yaba ve tırmıklarla saman hazırlıyor. Kadınlar Hemşinlileri kendi memleketleri dışında tanımlayan siyah, sarı, leopar başörtüleri takmış. Bazıları bu örtülerin Pontus’a ilk kez Hindistan’dan on dördüncü yüzyılda, Trabzon açılan İpek Yolu’nun parçasıyken geldiğini düşünüyor. Yol Kaçkar Dağı geçitlerine doğru yükselirken görülen kule yıkıntıları, yolun bir zamanlar, olağan Gümüşhane yolu kapandığında, Fırtına vadisinden geçtiğini düşündürüyor. Küçük Çamlıhemin kasabasında bu başörtüler bakkaldan satın alınabilir; bunların Irak’ta yapıldığını ve Kuzey Irak’tan buraya getirildiğini veya Kürt savaşı yoğunlaştığında, Türk sınırına Suriye’den girdiğini söylüyorlar.
Halen Pontus dağlarını kaplayan koca ılıman yağmur ormanı vahşi hayvanlar barındırıyor: domuz, ayı ve geyik var. Lazlar veya belki de yalnızca uzak köylerde yaşayan yaşlı Lazlar buralarda canavarda olduğunu düşünüyorlar.
Germakoçi, örneğin, insan biçimli ama tüyle kaplı bir dev: bazen sık ormanlarda avcılara yanaşır. Durgun akıllı Germakoçi insanlara saldırma niyetinden çok merakından yaklaşır ve onların davranışlarını taklit etmekten hoşlanır; ondan kurtulmanın yolu ince bir dal yakıp sallamak, böylece dev yanan dalı kapıp kendi postunu yakacaktır. Korkuyla homurdanarak tepelerden aşağı koşar ve Karadeniz’e ulaşıp kendini denize atar. Daha korkutucu bir canavar, daha eski ve dişi Didamangisa’dır; o, yerleşim yerlerine yakın yaşar. Salatalıklarn olgunlaştığı mevsimde yere yakın sis gibi sürüklenir, biçimsiz ve torba gibidir, demir kancasıyla salatalık toplayan çocukları kaçırır ve kendi yeraltındaki ininde saklar.
‘Lazlar kim?’ diye sormak, kaotik ulus tanımlamalarının inşa yerinde kaybolmak demek. Avrupalı dilbilimciler ve sosyal antropologlar bu küçük halktan yüz yıldan fazla bir süredir etkilenmişler ve kendi cevapları var. Dilleri, Lazuri, eski, neredeyse kaybolmuş bir dil ailesinden geliyor. Hint-Avrupa öncesi bir dil olan Lazca, Kafkasya’nın öteki üyeleri Gürcüce (en büyüğü), Mingrelce ve Svanca olan Kartvel ailesinden geliyor. Mingrelce Lazcaya en yakın olanıve iki halkın İÖ 1000 yılı kadar eski tarihlerde Karadeniz’in doğu sahilinde komşu olarak yaşadıklarını ortaya çıkıyor. Bu sahil bölgesi, modern Gürcü limanlaru Poti ile Batum arasındaki, Yunanlıların Kolkhis adını verdikleri Phasis ırmağı çevresinden oluşuyor. Mitolojide burası Medeia’nın yurdudur ve Kolkhis tapınağından Altın Postun çalan Arganotların hedefidir. Ama tek bir Kolkhis ulusunun gerçekten yaşamış olduğu pek olası değil. Ama tek bir Kolkhis ulusunun gerçekten yaşamış olduğu pek olası değil. Modern Abhazya’nın Sohumkale bölgesinde bulunan Yunan kolonisi Dioskourias’ta yetmiş farklı dili konuşulduğu söylenmiştir ve Kolkhis herhalde ‘İskit’ veya ‘Kelt’ gibi, dünyanın belirli bir bölgesinde yaşayan, geniş anlamıyla aynı kültürü paylaşan halklara verilmiş Yunanca bir addır.
Tarihte bir dönemde, Lazlar ülkelerini terk ettiler. ‘Kolkhis’ ve Kafkasları terk ederek Karadeniz’in güney doğu köşesine, şimdi Türkiye olan topraklara geldiler. Mingrellerse, tersine, daha çok eski yerlerinde kaldılar; çoğu Gürcüler gibi Hristiyan dinini benimsedi. Lazlar ise, Kafkasya’nın daha kuzeyinde yaşayan ve çok daha geniş bir dil ailesi oluşturan Abhazlar gibi, ondördüncü yüzyılda Müslümanlığa girdiler. Bu göç niçin ve ne zaman oldu kesin olarak bilinmiyor ama bin yıl önce, Bizans döneminin ortalarında olmuş görünüyor ve Lazlar Kafkasların Araplar tarafından işgali sırasında yer değiştirmiş olabilirler.
1864’de sonunda Rus ordusu kuzey batı Kafkasya’daki kabile direnşini kırdı. Abhazya ve Gürcistan sahilindeki Müslüman halkın çoğu Osmanlı İmparatorluğu’na kaçtı veya sürüldü ve birçok Laz da aynı felakete sürüklendi. Az sayıda Laz Gürcistan’da kaldı. Ama farklılıkları -Mingreller gibi- Gürcü siyaseti ve entellektüellerinin hoşuna gitmiyor ve haksız olarak Gürcüce’nin onların anadili, Mingrelce, Lazca veya Svanca’nın diyalektten ibaret olduğunda ısrar ediyorlar. Tersine görüşler ve bu dillere yazılı edebiyat ve dil bilgisi kazandırma gayretleri, Gürcü kültür ve bağımsızlığını baltalamak isteyen Rus kültürel üstünlüğüne hizmetin işaretleri olarak susturuluyor.
Fakat ‘onlar kim’ sorusu dilin kökenlerini araştıran bilim adamlarınca doğru dürüst cevaplandırılmış değil. Peki Lazlar kim olduklarını düşünüyor?
Yakın yıllara kadar bu soru Lazlar için önemli görünmüyordu. Bazıları, öngörü ve aldırışsızlığının karışımı bir duyguyla Türklerle birlikte Orta Asya’dan Anadolu’ya gelen göçebe bir halk olduklarını söyleyen tezi kabul ediyordu. Lazların çoğu dillerinin Türkik değil Kafkasyalı ve sınırın ötesindeki Mingrelceyle akraba olduğunun farkında. Aynı zamanda ‘nerden geldik’ sorusu karşısında oldukça karışıklık içindeler ve bazıları kökenlerini Kafkasya’dan değil açıkça yanlış biçimde batıda Anadolu sahilinde arıyor.
Bu durum şimdi dünyada oldukça nadir bir portreyi, ulusçuluk öncesi ulusu ortaya koyuyor. Lazlar, ayrı dilleri ve folkloruyla, farklılıkların çok iyi farkındalar. Ama ‘biz kimiz’ sorusundan çok ‘biz’ cümlesinden tatmin olmuş görünüyorlar. Köklerini keşfetme gibi bir zorunluluk veya kollektif kimliklerini dışsallaştırmak ve Laz tarihini icat etmek gibi duygular taşımıyorlar. Ne de, yakın yıllara kadar, Avrupalıların Laz dilinin yok olmasının Laz halkı ortadan kaldıracağı ve bu iki sürecin direnilmesi gereken kötü bir gelişim olduğu fikriyle ilgileniyorlar.
Ulusçuluk öncesi tutumun dile karşı tavrı, gerçekten de, özellikle küçük etnik gruplarda düşmanca olabiliyor. Kent Üniversitesi’nden profesör Chris Hann, doğu Karadeniz’de sosyal antropolog olarak çalıştıktan sonra, “bizim Lazuri öğrenmek için sınırlı girişimlerimiz genellikle alay ve saçmalık nitelemeleriyle karşılaştı” diye anımsıyor; “İngilizce veya Rusça gibi dış dünyada iletişime yarayabilecek bir dili öğrenmek anlamlıydı, ama Lazuri Lazlar dışında hiç bir ‘işe’ yaramazdı.
Bu görünüşte iki farklı dil kategorisi var. Bir yanda ‘bizim’ dilimiz var, evde konuşuluyor ve resmi öğrenim ve bilgilenme için uygun değil. Tersine ‘bizim’ katıldığımız daha büyük toplumun dilinin yalnız öğrenilip öğretilmesi değil, yazılması da gerekiyor. Buradan, ‘bizim’ dilimizin öğretilip yazılması yolunda bir girişiin ciddi bir yalnış anlama olduğu ortaya çıkıyor. Pratik yönüyle, bu durum ‘bizim’daha büyük topluma katılmamızı zorlaştırır ve bütün topluma zarar verir.
Yaşlı Laz kuşağının büyük bölümü böyle düşünüyor. Ama bu yaklaşımın çok daha özel örnekleri Kafkasya’da bulunailir. Mingrelce ve Gürcüce arasındaki patırtı, Mingrelcenin okullarda öğretilmesinin gerekip gerekmediği ve öğretilecekse hangi alfabenin kullanılacağı, veya dil mi yoksa Gürcücenin basit köylü ağzımı olduğu tatışmaları yüzyıldır devam ediyor. Gürcü kültürel emperyalizmi ve Gürcistan içindekiuzaktaki Moskova’dan bilinçle kışkırtılan ayrılıkçı hareketler korkusunu kabul etmek değilse de, anlamak kolay. Daha şaşırtıcı olan, devrim öncesinin bilim adamı Tedo Zhordania’dan 1991’de baüımsız Gürcistan’ın ilk devlet başkanı olup üç yıl sonra asi ve kaçak olarak ölen, parlayan ama ışıtmayan göktaşı gibi akıp giden Zviad Gmzakhurdia’ya kadar Mingrel entellektüel ve siyasetçilerin, kendi dillerinin yazı diline yükseltilmesini engellemek içinbu kavgaya dahil olmaları.
Lavrenti Beria, 1930’larda Gürcistan’da Komüist Parti’Nin başkanı ve sonra Stalin’in gizli polisinin son ve en korkunç başkanı olan kişi, bu tür Mingrellerin en ünlüsüydü. Gürcistan entellektüellerinin bütün meyvelerini yok etti, ailelerini de mahvetmeye özen gösterdi. Ama kendi halkını da ayırt etmedi. Tam tersine, Beria’nın zamanında Mingrel kültürünün zorla Gürcü kültürüyle birleştirilmesi hızlandırıldı.
Ulusçuluk öncesi çağda, İrlanda ve İskoçya’da, Bohemya’da Çekçe konuşanlat arasında olduğu gibi, Gaelce konuşan toplulukların önderleri vardı ve dillerinin, halklarının içinde yaşadıkları İngilizce ve Almanca konuşan toplumların ilerleyişine tam katılımını sağlayabilecek için mutfakta ve ahırda kapalı kalması gerektiğine inanıyorlardı. Kafkasya’dan küçük bir örnek de Ubıh halkın pateti sonudur. Abhazlarla akraba bu müslüman halk 1864’de Ruslar tarafından Osmanlı İmparatorluğuna sürüldü. Önderleri halklarının başta Türkçe ve Çerkezce olmak üzere başka dilleri benimsemeleri kararını aldılar ve son Ubıhça konuşan kişi olan Tevfik Esenç adlı yaşlı adam 1992’de öldü.
Karaorman’da, güzel Schopfloch köyünde Wolfgang Feustein adlı bir Alman bilim adamı yaşıyor. Köyün ana sokağında eski ahşap bir evde yaşıyor. Köyün ana sokağında eski ahşap bir evde yaşıyor ve ev sarışın çocuklar, kitaplar, gazeteler, yabancı pullu mektuplarla dolu. Sarı sakallı, dürüst mavi gözleri olan Feurstein zengin biri değil. Bir üniversitede ders vermiyor ve orta yaş bir Alman entellektüel için biraz olağandışı ama Here Professor hatta Herr Doktor da değil. Ama çok meşgul biri. Schpfloch’daki ahşap bir evde bir ulus yaratıyor.
Feurstein Laz memleketine ilk kez 1960’larda gitmiş, köyleri gezip Lazuri anlamayı ve konuşmayı öğrenmiş. Gelişmiş bir sözlü kültür, müzikve şarkılar peri masalları ve ritüeller ve kendisinden önce dilbilimcileri şaşırtan, konuşulan bir dille karşılaşmış. Ama aynı zamanda Türkçe’Den başka yazı dili bilmeyen, kökenleri hakkında bir fikri olmayan, Pontus’un on beş yüzyılda Türkler tarafından son fethedilişinden önceHristiyan olduklarına dair belleklerinde iz kalmamış bir topluluk bulmuş. Feurstein kitle iletişimi ve toplumsal değişim eğilimlerinin uzak Pontus vadilerine de erişeceğini ve bir şey yapılamazsa, Laz kimliğinin on yıllar içerisinde yok olacağını da öngörmüş.
Bu yumuşak genç adamın aklına gelen dinsel vahye benziyordu. Lazların bir Volk olduğunu , otantik ulusal topluluk olduklarını ve yaşamlarını sürdürmeleri, gelişmeleri ve çoğalmalarının insanlık mirasının değerli bileşenlerinden biri olduğunu düşünmüştü. Eğer bir şey yapılmazsa bu savunmasız, halen gelişiminin nerdeyse bebeklik döneminde olan bu küçük halk sonsuz kadar yok olacaktı. Feurstein onu kurtarmaya karar verdi.
Çok geçmeden başı dere girdi. İlgisi ve haraeketleri hakkında bilgiler Türk otoritelerine ulaştı. Yabancı bir bölgeye yasa dışı bir biçimde girdiği için gizli polis tarafından izlendi, tutuklandı, dövüldü ve ölümle tehdit edildi ve sonra, kısa bir hapis süresinin ardından sınır dışı edildi. O zamandan beri, on beş yıldır, Feurstein yaşamının misyonunu Almanya’dan sürdürüyor. O ve ‘Kaçkar Kültür Merkezinden küçük bir grup gurbetçi Laz, Lazlar için yazılı kültür geliştirme görevini yüklenmiş durumdalar.
Önce alfabe geldi. Buradan başlanması gerekiyordu. Sonra ilkokullar için Lazca metin kitapları geldi ve Shopfloch’dan Türkiye’ye gizli kanallara ulaştı. Bir zamanlar için hiç bir şey değişmiyormuş gibiydi. Herhalde amaçlarına ulaşamıyorlardı daha büyük ihtimalle, girişimi kafa karıştırıcı ve tehlikeli bulan Laz aileler gelişmeleri saklı tutuyorlardı. Ama ilk tepkiler Almanya’ya ulaşmaya başladı. Metin kitapları sayfa sayfa fotokopiyle çoğaltılıyordu. Okuldan sonra gayriresmi derslerde Laz öğrenciler tarafından gizlice kullanıldıkları haberleri geliyordu. Orda burda birkaç Laz öğretmen bu yeni fikri benimsiyor ve risk almaya hazırlanıyordu. Halen gelişimi çok küçüktü ama başlamıştı.
Şimdi ilk Lazca sözlük Schopfloch’da hazırlanıyor. Lazların geçmişiyle ilgili, tarih değil, henüz bunun için çok erken, ama bir kaynak kitap ve bibliyografinin ilk ciltleri de hazırlanmakta. Şimdi vadilere kadar ulaşan süreli yayınlarda, peri masalları, folklor metinleri, geleneksel şiirler yazılıp yayımlanıyor. Bunlar ilk ‘Laz entelenjiası’ nın çalışmaya başlayıp ulusal bir edebiyat oluşturmasına yarayacak temel ham malzeme. Ve şimdiden, posta yoluyla veya Almanya’ya dönen göçmen Laz işçilerin çantalarında gelen malzemeyle geri besleme başlamış. Feurstein saygıyla, Her şiirle, yeni bilinmedik bir Lazca sözlük geliyor’ diyor.
Kendi dilinde hiç yazmamış bir halka alfabe getirmek...bu çok az insana verilmiş bir şeydir. Mitolojide bu, gökyüzünden harf getirmek gibidir. Yanlarına Gürcü alfabesiyle karşılığı yazılmış, anlaşılır olması için Türk Latin yazısıyla yazılmış Feurstein’in Lazuri alfabesini elime aldığımda, bir tür huşu duygusu yaşadım, sanki tohum ama aynı zamanda bomba gibi bir şey tutuyordum. Bir alfabeyle bir halk, küçük de olsa, bir yolculuğa çıkıyor. Önlerinde basılı roman ve şiirler, gazete ve konser programları, el yazısı aile ve aşk mektupları, öfkeli polemikler ve posterler, bildiri yayımları, tiyatro için Shakespeare çevirileri ve televizyon için soap operalar, deniz hatları için çizelgeler, doğum ve ölüm ilanları duruyor. Belki bir gün, yasalar. Ama belki, mahkum edilmiş bir hücrenin son konuşmalarını içeren broşür. Bu uzun bir yolculuk ve tehlikeli de olabilir.
Wolfgang Feurstein’in Lazlar için yaptığı çalışmalar hakkında şaşırtıcı ve etkileyici görünen, ilk bakışta, tam da Avrupa geçmişinden yola çıkması. Adım adım folk kültürlerinden ‘modern ulus’ yaratma sürecini izliyor ve bunun ana hatları ilk kez Johann Herder tarafından 1770’lerde çizilmişti, sonraki bir buçuk yüzyıl Orta ve Doğu Avrupa devrimlerinin çoğunda siyasal projeyi ulaştıracaktı.
Herder, Dil kökenleri üstüne denemeler (1772) adlı kitabında dilin, doğal uygu ve insani düşüncenin yansıtılacağı ortamın en güçlü dinamik olduğu diyalektik bir toplumsal geliim felsefesi geliştirmişti. Toplumlar bireylerin geçirdiği yaşlara benzer büyüme aşamalarından geçiyorlardı. Dil çocukluk aşamasında birincil önemdeydi; önceikle Homeros, Edda, Ossian örneklerinde olduğu gib, epik ve medenileşmemiş şiir biçimleriyle önem taşıyordu. “Akraba gruplar aşiret ve ulus aşamalarına geçerken dil hazinesi ne kadar önemlidir...diliyle ve dilinde atalarının yaşadğı büyük olaylar hakkında şarkıları, tarih ve şiiri yaşatırlar”. Ve Herder daha da ileri giderek, ondokuzuncu yüzyıl barikatlarında oynanacak trajedi ve komedilerin baş kahramanlarını da düşündü:”Bir şair çevresinde bir ulus yaratır; görülecek bir dünya verir ve onların ruhunuda bu dünyaya götürmek üzere elinde tutar”.
Ulus (Volk) hakkındaki bu yazılarında Herder, Romantik ulusçuluğun en azından üç ögesini görmüştü. İlki Volk’u statik değil dinamik, gelişimin ‘doğal’ yasalarına tabi, yaşayan bir organizma olarak kabul eden bir görüştü. İkincisi bu gelişimde dilin merkezi önem taşımasıydı ve bu bu görüş Herder’ aydınlanma’nın evrenselliğinden uzaklaştırıp ulusal farklılık ve özelliklerin kutsanmasına götürdü. Üçüncüsü bu süreçte entellektüelin edebi yaratıcı ama aynı zamanda ulusal tarihçi ve sözlükçü ve sık sık barikatlardaki ayaklanma önderi olarak oynayacağı yüce roldü.
Herder’in popülerleştirilen, işlenen ve kabalaştırılan görüşleri, Fransız Devriminden sonra Avrupa köktenci düşüncelerinin ana akımı içine karıştı. Hepsinde önemlisi bu görüşler ulusçuluğun siyasal programının hazırlanmasına katkıda bulundular. Avrupalı entellektüeller alfabeyle başlayan yolculuğun nereye varacağı konusunda hiç bir kuşku duymuyorlardı. Okur yazar hale gelen ve kültürel olarak kendi bilincine sahip olan bir “Volk”,’ulus’ olmaya doğru giderdi, bunun da bağımsız ulus devletin kurulmasıyla tamamlanacak bir süreç olduğu kabul ediliyordu. Frantise Palacky Çek dilini bu ruhla standartlaştırmış ve Çek tarihini kurgulamış, Vuk Karadzic tek Sırp Hırvat dilini oluşturarak sözcü hazinesine elini bundan daldırmış, on dokuzuncu yüzyıl sonunda Douglas Hyde İrlanda’yı ‘de-Anglicise etmek için Gaelik Lig’i bundan kurmuşur.
Bu entellektüeller, sözcüğün her anlamıyla ulus kalpazanlarıydı. Temel olarak köy ağzı veya sözlü gelenekleri kullanarak bütünüyle yeni olan modern dünyanın ulus devletine uyan siyasal topluluk modelleri kurmaya yöneldiler. Kayıp Homerik destanları bulmak için duyulan yurtsever ihtiyaç (Herder terimleriyle bütün ulus projesini doğrulayacak olan buydu) bazen dürüstlükten güçlüydü. James Macpherson, Ossian’ın gerçek yazarı, ik hilekardı. Palacky ise Vaclav Hanka tarafından kandırılmıştı. Hanka Prag’daki yeni ulusal müzenin kütüphanecisiydi ve Çeklerin otantik ulusallık iddialarını cesaretlendirmek için sahte antik el yazmaları (Vysehrad şarkısı ve Kral Wencelas’ın aşk şarkısı) bulmuştu. Finlandiya’dan Gallere kadar Romantik ulucçuluğun dolaplarında halen bir çok edebi iskelet beklemektedir.
O zamandan beri entellektüel dünya neredeyse tanınmayacak kadar değişti. Ulusçuluk, 1989 devrimlerinin açık kalpli, modernleştirici bçimli altında olsu, Bosna ve Hırvatistan’daki jenositçi toprak kapatmalarında olsun, gücünü halen sürdürüyor. Ama eski Herderci alttan desteklemek anlayışı itibar kaybetti. Egemen ulus devletin modası geçmeye baişlıyor ve Herder’in ulusu doğanın yasalarına uygun biçimde gelişip değişecek canlı bir organizmaya benzetmesi boş metafizik olarak bir kenara atılıyor. Avrupa’da Faşizm alaşağı edildikten elli yıl sonra etnisite kavramı halen mayın tarlası gibi tehlikeli bir konu. Ulusçuluk üstüne çalışan çoğu kimse, etnik terimini yalnızca öznel inançlara bağlı kalaak mecburen kullandıklarını söyleyerek kaçak oynuyorlar. Paylaşılan bir dil, din, veya ortak biyolojik kökenden gelindiği inancıyla topluluk duygusunun yaşatılması hala söz konusu ama bunun oranları büyük değişkenlik gösteriyor.
Eğer söylenecek başka söz kalmadıysa, o zaman Wolfgang Feurstein anakrponizmden başka bir şey olamaz. O ancak son Herder’ci, bir ulus inşa eden son Avrupalı entellektüel olabilir. Feurstein, “kendini Patusan yaşamının, halkının umut, sevgi ve güveninin göbeğine atan” bir başka Lord Jim olabilir (yalnız Patuan zaten vardır ve Jim’in onu kurgulaması değil yalnızca kurtarması gerekmektedir). Ama söylenmesi gereken sözler bundan fazladır.
Feurstein Laz Volk’unun basit öznellik olmadığına inanıyor. “Bu Avrupalı kafasıyla icat edilmiş bir şey değil! Her köyde, onların kültürlerine önem verildiğim görüldüğünde yüzlerin ve gönüllerin aydınlandığına tanık oldum. Onlara ulus, folk veya etnitisit edeyin- bunlara aldırmıyorum. “Türkiye düzenine uyum göstermemeni yaratacağı sorunları çok iyi bilen biri olarak, siyaal perspektifler koymama konusunda çok özenli: Schopfoch’daki merkez yalnızca bir Kultureis- kültürel araştırma grubu. Ama yolculuk bir kere başlamış ve yolculuğun ilk yılları daha şimdiden bildik bir yöne gidiyor.
Batılı akademisyenlerinde dahil olduğu eleştirmenlere göre, Feurstein’in yaptığı ahlaki ve bilimsel olarak yalnış. Onların en kaba yaklaşımın agöre ulusçuluk her durumda kötüdü ve bunu cesaretlendirek dolayısıyla affedilebili bir şey değildir. İkinci, daha zorlu itiraz noktasına göre, bir başka toplum üzerine araştırma yapan biri, araştırma yapmanın ötesine gitmemek zorundadır. Yabancı bir araştırmacının varlığı bile bir derecey kadar incelee konusu oln toplumda etki ve davranışlarda değişiklik yaratması kaçınılmaz olabilir fakat bu toplumun tartışmalarında taraf olmak, dahası geri dönülmez biçimde onun yaklaşımlarını değiştirmeye kalkışmak, canavarca bir tutumdur ve bilimsel sorumluluk anlayışının kötüye kullanılmasıdır.
Feurstein ise olayların onu çoktan haklı çıkardağını düşünüyor. Karaorman’dan Karadeniz’e gönderilen alfabe canlı ve artık onun elleri dışında yürüyor, küçük ama sayılsarı artan genç Laz grubunun verdiği değerle, her gün yeni kullanım yerleri bulunuyor. Bir dil daha tarihte yok olup giderken ona kenarda durması, kayıtlarını yapıp sessiz kalması gerektiğini söylüyenlere tahammül edemiyo. “Ben bir halk hskkında yazmak istemiyorum, bir halk için yazmak istiyordum’ diyo, bu anlamda, benim kişiliğim yalnızca bu amaç için bir araçtı.......

Bu anlayışla, Feurstein’in müdahaleciliği destekleyiciler bulmuş. Londra Üniversitesin’De Kafkas Dilleri okutmanı olan Dr. George Hewitt tehlikede olan bir başka kültür, Mingreller konusunda onun duygularını paylaşıyor.

“Feurstein’le beni başkasının işlerine karışmak ve Mingrellerin (ve Svanların) kendi kararlarıyla tatmin olmamakla suçlayanlar, başlarını siperlerden kaldırıp bir tartışma başlama girişimi için cesaret gösteren Mingrelerin başına gelenleri unutuyorlar; [başları] bir matafor ama Mingrelya’da halen mevcut koşullar belki de o kadar metafor içermiyor, başlarına kurşun sıkılıyor...İlgi duyup endişelenen Batılı dil bilimcilerinin çalışma arkadaşlarına... öğretilemeyen, yazı dli olmayan dillerin yirminci yüzyılın sonunda yaşanan bu koşullar nedeniyle bütünüyle yok olma tehlikesi karşısında olduğunu ve yaşamlaının nasıl güvence altına alınabileceği yolunda sakin ve akılcı bir tartışma başlatılması için öneride başlatılması için öneride buşlunmaları mantıklı değilmi?”

Hewitt son Ubıhça konuşan kişii tanıyordu.
“Kendimi, 1974’de Tevfik Esenç’le tanışıp birlikte çalıştığım için müthiş ayrıcalıklı hissediyordm ve o zamandan beri Kafkas dillerinin, ister bilerek veya tesadüfi görmezlikten gelme veya fiziki yok etme tehditi altında, Ubıh dilinin akibetine uğramamaları için hepimizin yapabileceği her şeyi yapması gerektiği inancım hiç sarsılmadı.”

Feurstein’a yapılan son suçlamaya verilen gerçek cevap bu- Lazları dil ve kültürlerini savunma konusunda cesaretlendirerek gerçekte onların özgürlüğünü kısıtladığı için suçlanıyor. Şu anda, bu eleştiriye göre, Lazlar çok kimlikli bir seçenek karşısındalar, büyük Türk toplumunun, bütün olanaklarıyla, tam üyesiler ve aynı zamanda evlerinde özel Laz varoluşlarını da sürdürebiliyorlar. Ama eğer Laz ulusçuluğu gelişirse, özümlenmeyi reeddederlerse, bu iki kimlik uyumsuz hale gelecek ve Lazlar ikisi arasında seçim yapmaya zorlanacak. Bu eleştiriye Feurstein ve desekleyicileri, ikili kültürün artık bir tercih hakkı olmadığını söylüyerek karşılık veriyorlar. Yazıya geçmeyen Lazurinin, Ubıhça gibi öleceği kesin ve onunla birlikte bu küçük ama özgün insan grubunun kalbide atmaz olacak.
Feurstein’in yaptığı seçimi darlaştırmak değil geniletmek. Ona göre, Hewitt’e de göre olduğu gibi, bilim adamı bir kamera değildir ve bilim adamının görevi yalnız kaydetmek değil, bilgi sunmak ve şunları söylemektir:” Bu son kaçınılmaz. Yaşamı sürdürmenin tek yolu var ve ben bunu size gösteriyorum.”
Bu yolculuğun sonu nereye varır? Sağduyu, ellerini ovuşturarak, umutsuzca bir olayın bir ötekini izlemesi gerekmediğini bağırıyor. Bir dilde okuma kitabı yazma kararının, gösteriye, gösterilerin kafalarının kırılmasına, kışkırtma davalarına, Birleşmiş Milletlere dilekçe verilmesine, kahvelerin bombalanmasına, büyük güçlerin arabuluculuğuna, şehitlerin cenaze törenlerine, bayrağın dalgalandırılmasına yol açması gerekmiyorlar. Bütün Laz hevesliler anılarını saptamak, kendi kültürlerine sahip çıkmak istiyorlar.Bu fazla bir şey, bir provokasyon değil. Mantık olarak, yolculuğun burada durması gerekir- Türk Devleti içinde daha rahat bir yer için kısa, barışçıl bir yolculuk.
Ama yolculuk sertleştikçe gerisi gelir. 1992’de Feurstein’in alfabesi ilk kze İstanbul’da bir gösteride öğrenci pankartlarında görüldü. 1994 başlarında Ogni adlı Türkçe ve Lazca bir dergi İstanbul’da bir grup genç Laz tarafından yayımlandı. Editör ilk sayıdan sonra tutuklandı ve şimdi ‘bölücülük’ suçlamasından yargılanıyor. Derinin ikinci sayısı bir kaç hafta sonra çıktı. Birincisinden daha açık biçimde Laz kültürünün asimilasyonuna son verilmesi çağrısında bulundu. Yayımcılardan biri “yeni bir çağ başlıyor” demişti.
Kadmos, Thebai’nin ilk kralı, Yunanistan’a alfabeyi somuştu. Ama aynı zamanda silahlı insanların filizlendiği ejderha dişlerini toprağa diken de oydu.

        

Lahana.org forum Akademi Karadeniz


Karalahana.Com! Doğu Karadeniz Bölgesi gezi, kültür, tarih ve müzik rehberi © 2007 | Tüm hakları saklıdır