
Makale: Kudret Emiroğlu
Trabzon en çok ressam yetiştirir. Resim,
son yılların gelişen ‘piyasa’sına karşın,
toplumumuzda en soyut ve yalnız sanat dalı
olmayı sürdürmektedir. Trabzon’un, Trabzon’u
konu alan çeşitli eserler verilmiş olmasına
karşın, önemli olan ülke çapında tanınmış,
kamuoyuna mal olmuş, kendisini ve yöresini
tanıtmış bir romancısı – romanı yoktur. Örneğin
Adana’yı düşünün, roman, hikâye ve sinema
dalında, yani ‘betimleyici’ olarak ne kadar
‘bereketli’ bir topraktır. Ben Trabzonlu
sanatçıda görülen bu bireyselleşme ve
soyutlamayı, Trabzon’u ve Trabzonluluğu
Türkiye’ye anlatmanın zorluğu ile de
açıklıyorum. Sanatçı olmanın evrensel ruhuyla
Trabzonlu olma halinin Trabzon dışında
yaşanmasının ve algılanmasının tuhaflığını bir
araya getirmesi umulan dil, henüz ortak bir
insanlık platformu bulamamıştır.
Bu abartılı gelebilecek açıklamanın vurgusu,
Trabzon’un özgünlüğü iddiasında yatmaktadır.
Trabzon, Konya’nın Selçuklu, Bursa’nın Osmanlı
vb olması gibi, iddialı bir şehirdir. Bu hem
şehrinin iddiasıdır, hem de onu antik-kadim bir
şehir olarak doğrulayan, sahip olduğu kendi
artalanının iddiasıdır.[1] Ama bu iddia, evet,
meydanda dile getirilebilecek bir iddia
değildir. O kadar kendine özgü ve marjinal
görülebilir veya yalın gerçekten ibaret kalır
ki, ‘ben’ diyebilmekten ibaretmiş gibi kalır. Bu
yalın ve evrensel olması gereken insanlık
dramından Trabzon’un özgün payı, kim olduğuna
inanabilme, inanmak isteme
gücünden/zorunluluğundan kaynaklanır. Yoksa
yaşam, onu yutacaktır. Çünkü kutsanmış/din tutan
veya imansız/kozmopolit şehirle, ataya tapan
köyün bu kadar kardeş olup ortak kimlik
oluşturduğu, bu kadar yalan yaşayan ve bu kadar
bunu kimliğine dönüştüren ve böyle destan için
destan olan bileşimler çok fazla değildir[2] ve
‘her şeyin’ bir yandan da İstanbul’un,
Ankara’nın gözü önünde olduğu bilinmektedir.[3]

Trabzon’la ilgili stereotiplerin zenginliği ve
gücü bir yana, Trabzonluya ilişkin iyimser
taraftan girişimci, canı tez, zeki, kötümser
taraftan kendini dünyanın merkezi sanacak kadar
uyumsuz, inatçı, laf anlamaz ve dolayısıyla
gerçek dışı nitelemelerinin hepsi defalarca
üretilmiştir ve sonuçta hepsi sıfatlardan
ibarettir. Toplumsal keselenmelere ait
klişelerin yarattığı hiyerarşik ilişkinin zaman
ve mekana göre kullanımı ve sömürü veya ranta
dönüşümü, yerel toplumsal ilişkilerin merkezle
eklemleniş biçimine bağlı olarak, idari,
ekonomik, kültürel ve siyasi biçimler alışı
evrenseldir ve aşağıda özetlenmeye çalışılacak
olan ‘vadi sistemi’nin bir Osmanlı idari birimi
olarak Trabzon’la ve Osmanlı merkeziyle kurduğu
ilişkide de bu biçimler çeşitli öğeleriyle
ortaya çıkar. Trabzon’la ilgili olarak, günlük
yaşamda da bilimsel (örneğin horonu açıklamaya
çalışan) çabalarda da sıfata dayalılık, bu
tarihin kendisini ve özet bir adlandırmayla
ifade edeceksek ‘vadi sistemi’ni açıklamamaktan
kaynaklanmakta, ‘özgün’lük ve ‘iddia’ bilimsel
ifade dışı bir iddia olarak kalmaktadır.
Örneğin Trabzon’un özgünlüğünü öncelikle etnik
yapılanmasının tarihinde arayanlar, tarih
boyunca orada yaşamış birçok etnik grubun
Trabzonluluk özelliği kazanmış olmasının önemini
gözden kaçırmaktadırlar.[4] Eğer Trabzon
başka bölgelerden ayrılan bir özellik taşıyorsa,
demek ki bu özellik bütün etnik unsurları aşan,
bölgenin bütün etnik unsurlarını kendi ikliminde
yoğuran bir güçtür. Burada eski
anlamıyla kullanılan ‘iklim’in öğelerini ayırt
etmeye çalıştığımızda, kırsalda ‘hane’ye özel
anlamını veren ‘mısır kültürü’ ve haneleri şehre
taşıyan ‘vadi sistemi’ ve kırsalla bütünleşen
şehirliliğin üst üste kurumlaşmasını
anlamalıyız.
Hikâye, dağların özgür ruhuyla başlar. Bu
otantiklik hikâyesi, biraz eşelenince göçmene
döner. Hangisi yalandır? Aile, bu dağlara göçüp
gelen üç kardeşle mi başlamaktadır, yoksa
insanlık kendini bildi bileli bu dağlarda
yaşamış, her devri, her devleti, her dini ve
dili atlatmış, ata ocağını tüttürmeyi becermiş
üç kardeşle mi? Bunu bilmek niye önemlidir?
Çünkü bu dağlarla bu kadar bütünleşmek, bu
dağların bu kadar cefasını çekmiş olmak bir
biçimde önce insanın kendisine açıklaması
gereken bir soru, sonra toprağın olası
rakiplerine karşı bir duruştur. Otantik
göçebenin, kuşkulu güvensizliğiyle belirlenen
inatçı kişiliği, onu olmayan toprağına esir,
kanlı canlı kardeşine ve insanlığa mert kılar.
Ve onu gerçeğiyle bir tek şehir, kendi pazarı,
lideri ve okumuşu olan Trabzon bilir.
Bu serimlemeye değil özetlemeye yönelik deneme,
kimliğe ilişkin bu çelişki yumağının, yani
modernizmin her yerdeki getirisinin, Trabzon
özelindeki Cumhuriyet çelişkileri ve
küreselleşme çelişkileri dönemine denk gelen
evresindeki düğümünü dile getirmeye
çalışacaktır. Bunun için birinci basamaktan
başlayarak ‘Trabzonlu delikanlı’nın
portresini oluşturmaya çalışalım.
Küçük mülk sahibi köylünün delikanlısı
Küçük mülk sahibi köylü, yaşadığı mekân için
kira vermeyen, her durumda üretimi sürdürüp
yaşamayı sağlayabileceği bir toprağa sahip ve
özellikle Doğu Karadeniz’de büyük oranda bu
üretimi karısının gerçekleştirdiği, kendi başına
bağımsız bir birim konumundadır. Bu konumda
şükredilecek kişiler, bu toprağı ve konumu ona
sağlayan atalar, toplumsal konumunu ve mülkünde
meşruiyetini sürdürmesine yardımcı olanlar da
geçmişte toprakları ortak olan akrabalardır.
Küçük mülkün yaygınlığı yanında Doğu
Karadeniz’in Anadolu’dan farklılaşan bir
özelliği, vadilerden yaylalara doğru yükselen
coğrafi konuma bağlı olan dağınık
yerleşim tipi ile her köyün değil, hemen her
hanenin birer ‘ada’ olmasıdır.[5] Doğu
Karadeniz’de yolunuz, bir yerden geçmez ve bir
yere düşmez, oralara ancak bilerek ve isteyerek
gitmeniz söz konusu olabilir. Dolayısıyla,
Doğu Karadeniz’de Anadolu’daki
konukseverliği göremeyiz, hele sizin bir biçimde
‘yerli’ fakat tanınmayan biri olduğunuz
düşünülmüşse, oraya gitme amacınızı açıklamanız
beklenir, “kimlerdensin” sorusunun cevabı bütün
konum ve niyetinizi açıklayacaktır.
Bir ailenin sahip olduğu toprağın konumu,
miktarı, verimliliği, o ailenin üyelerinin
toplumsal konum, nüfus ve yaşam kalitesini
belirleyecektir. Ailenin genişleyip küçülmesi,
kapalı ekonomik üretimi sürdürmesi veya pazar
için üretim yapması, ek iş gücü olarak tarım
işçisi kullanması veya ek gelir amacıyla işçilik
yapması, aile bireylerinin köylülük dışında bir
sanat sahibi olması veya gurbete gitmesi, okuma
yolunu seçip seçmemesi, toprağın verdiklerine
bağlıdır. Üstelik kuşaklar boyu toprağın
verdikleri üstüne kurulup oluşan aile geleneği,
ailenin ve aile bireylerinin toplumsal rolünü
biçimlendirmiş, aileye karşı davranış kalıpları
oluşturmuş, kısacası toplumsal statü üstünde de
belirleyici olmuştur.[6]
Bu toplumsal statünün ve davranış kalıpları
çerçevesinin aileye kazandırdığı kimlik,
çocukların kimlik ve kişilik edinmesinde başat
etken olmayı sürdüren sözlü kültürle aktarılır.
Ataların ve komşu sülalelerin, kısaca o köyün ve
vadinin geçmişine ilişkin hikâye ve destanlar
içinde en ilgi çekenler, aslında toplumsal
normları ve hiyerarşiyi aktaran, biçimsel olarak
ise onlardan bireysel kurtuluş, özgürlük alanı
olarak görünen aşk ve eşkıyalık konularıdır.
Eşkıyalık, bugün Türkmenlerin geçinme
yollarından birini ifade eder olan ‘yörük’lük
gibi, bazıları için daimi, bazıları için
koşullar gerektirdiğinde başvurulan bir geçim
yoludur.[7] Eşkıyalıkla iç içe geçen anlatılar
kaçakçılık, kiralık katillik, kabadayılıktır ve
hikâyelerin can alıcı yeri ‘vurgun’lardır.
‘Vurgun’ adı verilen cinayet, bir yanıyla başa
gelen anlaşılır bir durum, ama teknik yönüyle,
ya o yana ya bu yana, bir yaşam dengesinde
sorundan sıyrılmak için gerekli bir
beceridir.[8] Yani ya öldürülmek, ya öldürmek;
ya aile ve akraba kucağında köylü olmak, sıradan
olmak, sahip oldukları için baş eğmek, ya da
kanun dışına çıkıp baş eğmemek, tek olmak, sahip
olamayacaklarına sahip olmak ama su testisi
olmak, yalnız, kaçak ve korkulu olmak.[9]
Herkesin başına gelebilecek risklere karşı,
altın bilezik takar gibi, yaşamın bu bilgisini
de, öncelikle moral olarak, edinmeye çalışmak.
Burada net olan durum, toplumun vicdanı ile
yasal çerçevenin tam olarak örtüşmemesidir.
Kırsal kesimde asayişin ve adaletin, hiç olmazsa
her derecesinin devlet güçlerince yerine
getirilmesini beklemek saf dillik olacaktır.
Atasözünün dediği gibi “kesilen ağacın
davası olmaz” ve her hane, her sülale, her köy
ve hatta vadi sistemi, kendi ölçeğindeki rakip
ve düşmanlarıyla kendi araçlarıyla baş edebilir
güçte olduğunu sergilemek durumundadır.
Yüz yüze toplumsal ilişkilerde, kabahat işleyen
(meyve çalan, dal, direk vb kıran, küfreden, taş
atan) bir çocuğa birkaç tokat atmak akrabalık,
komşuluk hakkı olabilir, ama çocuğun karakola
götürülmesi veya haddi aşan biçimde dayak
atılması, hele küfredilmesi söz konusu olamaz.
Uğranılan zararın saptanması, uzlaşılması,
doğmuşsa dargınlıkların giderilmesi için her
zaman sözü geçer aracılar bulunabilir.
Dava daha büyük olduğunda da, geleneksel olarak
mahkeme yolu kapalıdır. Ailenin kendi haklılığı
veya haksızlığı açısından bir sorgulama
yürütmesi gerekmez, çünkü aile her zaman
haklıdır, önemli olan bunu karşı tarafa ve genel
anlamıyla bütün topluma kabul ettirebilmek ve
yaptırım gücüyle desteklemektir.
Tarla ve ürünleri üstünden atalarla kurulan (bir
maşrapa su verilen yolcunun “atalarının
(ölmüşlerinin) ruhuna gitsin” hayır duasından,
toplu köy olmadığı gibi toplu mezarlık da
bulunmamasına, her aile mezarlığının kendi
bahçesinde olmasına kadar, ölülerle gündelik
yaşamda sürdürülen[10]) ilişkinin yarattığı kan
bağı ve miras anlayışı üstüne dayalı ‘erkek’
egemenliği, yalnızca kadın emeği üstünden
geçinmekle sınırlı kalmaz (kapalı ekonomide
kadın emeği, başlıca toprak ve hayvan
ürünlerinden sağlanan gıda yanında, ev
dokumalarıyla diğer temel ihtiyaç olan giyimi de
karşılar). Tarihsel bir ‘derinlik’ ifade eden
soy bağı, o ailenin şerefi ve erkeğin kişisel
onuruyla, erkeğin adeta bir ‘patrici’ gibi
yaşamasını, yani çalışmamasını gerektirir;
toprak ve kadın üstünden, çalışmayı ‘kölelik’
kabul eden, hele ücretli çalışmayı erkeklikle
hiç de yakışır bir konum olarak görmeyen bir
zihniyet dünyası beslenmektedir. Dolayısıyla,
kıtlık, hastalık vb dönemlerinde erkekler
eşkıyalık, kaçakçılık, kiralık katillik
yapabilirler, çünkü bunlar erkeğe yaraşır
işlerdir.
Daha yüksek, yalıtılmış ve verimsiz kısaca daha
fakir dağ köylerinde, işe ve erkekliğe ilişkin
bu zihniyet daha baskındır. Buralarda erkek
kadın horonu ayrıdır, buralarda kadınlar, yolda
erkek gördüler mi o geçene kadar çömelip yola
sırtlarını dönerler. Kasabada bir zanaat
öğrenmek, gurbete çıkmak, dış gelire daha büyük
ihtiyaç gösteren bu köylerde, yola ve kasabalara
yakın köylere göre daha ayıplanır bir tutumdur.
Bu köylerde zaten zanaat ve gurbet yolunu bilip
yeni yetişenlere örneklik ve önderlik edecek
kimse de yoktur. Devlet kurumlarına (sağlık
ocağı, okul, jandarma ve mahkeme) daha uzak bu
toplumlarda, toprağa bağlılığın yarattığı
(yalnız kuşakların değil, yeğen ve kuzenlerin de
aynı hanede yaşadığı veya aynı haneden
sayıldığı) geniş aile tipi daha yaygın ve
dolayısıyla kan davaları[11] da daha çoktur. Kan
davalarının ve vurgunun, toprak mülkiyeti,
evlilik (sevda işleri), akrabalık ve miras
ilişkileriyle iç içe geçtiği ‘yaşanan
gerçeklik’le, bu ilişkilerin kendi normlarını
yarattığı ortamda, erkek evladın temsil ettiği
değer bir yandan geçmişin geleceğe taşındığı
köprü (ocağın tütmesinin sürekliliği) olmak, bir
yandan da erkeklik ederek fiili vurucu güç
olmaktır. Toplum bu niteliği, gençlere
‘delikanlılık’ etmek hakkını tanıyarak yaşatır.
Delikanlı, yoldaşlarıyla birlikte, erişkinler
için ayıp sayılabilecek hareketleri kendine
yakıştırabilecek bir yaşam sürer. Aile reisi
konumundakiler büyük çoğunlukla içki, kadın,
kumar, kırsal kesimde gereksiz sayılacak
tüketimden uzak durur, mazbut bir yaşam
sürerken, delikanlılar, kendilerine
yakıştırabildikleri ve hayal edebildikleri
ölçüde, bu sınırları zorlayabilirler ve
özellikle yaşlı kadınlardan destek, korunma
görürler.
Delikanlının, yaşam karşısında ‘özgür’,
toplumsal bağların esiri olmayan ‘ütopik
erkeklik’i, bir anlamda ailenin, köy gençleri
olarak düşünüldüğünde bütün köy toplumunun
onların üstünden doyuma ulaşması, her durumda
karmaşık ve çelişkili geleceğe hazırlanması,
toplumun ürettiği kimliğe canlılık vermesi, onun
sigortası olması demektir. Delikanlı toplumun
sınırlarında oynayabildiği oranda toplumun
hazırladığı normlara ‘racon’ içinde uyuyor
demektir aslında. Bu uygulamayla delikanlılık,
toplumun ürettiği yaşamın her boyutunun,
kimliğin salt bir gelenek, görgü olarak değil,
inanç derecesinde kuvvetle aktarılmasını
sağlayan bir kurumdur.
Başkasına boyun eğmeyen, başkasından emir
almayan, hayal ettiği müddetçe yaşayan
delikanlı, soyut insan modelinden yeryüzüne
indiğinde, yalnızca bir biçimin ve o biçimi
meşrulaştıran inancın gönüllü taşıyıcısıdır:
yemeğini kadın ve çocuklarla birlikte değil,
erkeklerle birlikte yiyen, kadınlarla birlikte
inek beklemeye, odun etmeye gitmeyip, eli
kıçında gezen, buna karşılık en militan tipinde
bayramlarda kızlar gibi el öpmeyip harçlık da
almayan kişidir. Kız çekmek, kız kaçırmak,
düğünlerde akrabalık derecesine ve hele başka
köyden olmasına göre damat ve ailesine zulüm
etmek, yeni yetmelerin acımasız keşif dünyasına
gem vurmak, ortak alanlarda ve pazar, yol, orman
gibi komşu köylerle temas yerlerinde köy törel
kimliğini temsil etmek delikanlıların işidir.
Devletin, polisinin elini korkak alıştırmamak
bilincine sahip olması gibi, delikanlı için de
aynı tutum söz konusudur. Çocuk eğitimi
konusunda birbirini tamamlayan iki sözle, “her
aileye bir deli lazımdır” ve “uşak dediğin bir
kişiden korkacak”.
Mısır kültürü – Alt kimlikler piyasası
Bu anlatımı daha büyük toplumsal birimlerle ve
devletle ilişkisi içine yerleştirdiğimizde,
karşımıza hane ve köyden sonra ilk ‘vadi’ çıkar.
Trabzon küçüklü büyüklü vadiler ülkesidir ve her
vadi bir alt kimliktir. Vadileşmeyi ve
alt-kimliği açıklamaya çalışmak için, tarihsel
derinliğine bakmaya çalıştığımızda, öncelikle,
Osmanlı’da toprak mülkiyetinin geçirdiği
dönüşümle, baskın biçimde küçük mülk sahibi
köylülüğün nasıl ortaya çıktığını henüz tam
olarak bilemediğimizi söylememiz gerekiyor. Oysa
küçük toprak mülkiyetinin bugünkü egemenliğine
karşılık, Doğu Karadeniz ayan ve derebeylik
dönemini en kanlı ve uzun biçimde yaşayan
bölgelerdendir; Tanzimat’ın uygulanması, bölge
henüz hazır olmadığı (ayan direndiği) için,
ertelenmiştir.
Trabzon kırsalı için ‘mısır’ın taşıdığı önemi
kapalı ekonomi çerçevesinde bilebiliyoruz, ancak
Amerikalı bir bitki olan mısır üretiminin, ne
zamandan itibaren ‘mısır kültürü’ yaratacak
kadar yaygınlaştığını saptamak zor.[12]
1960’ların ilk yıllarına kadar Maçka gibi dağlık
bir bölgede bile, uygun olan belirli sırtlarda
buğday tarımının yapıldığını biliyoruz. Ancak Trabzon’un
coğrafyasıyla saban, öküz, döveni yan yana
düşünmek oldukça zordur (bölgeye
traktörün de girmediği gibi). Kısacası, Trabzon
tarımının makineleşmesi diye bir durum söz
konusu değildir. Trabzon’da tarımın geçirdiği
dönüşümleri, üretim teknikleri açısından değil,
pazarlanabilir ürünlerin farklılaşması ve ölçeği
üstünden saptamak gerekmektedir. Bu nedenle
mısır ve Cumhuriyet döneminde de fındık
üretiminin belirleyiciliğinden söz edilebilir ve
bu ürünlerin üretim ve pazarlama tekniklerini,
koşullarını çözümlemek gerekmektedir.
Mısırın yaygınlaşmasında iklime ve coğrafyaya
uygunluğunun etkisi büyüktür. Mısır tarımının
önemli bir etkisi ise, salt kadın emeğiyle
gerçekleştirilebilecek bir üretim olarak,
erkekleri tarımsal üretimden koparması,
dolayısıyla onlar için zanaatkârlık, gurbetçilik
veya salt ‘erkeklik’ yolunu açmış olmasıdır.
Mısır üretiminin egemen biçim halini aldığı
dönemi kestiremediğimizden, bu üretimle
ayanlığın etkileşimini tam olarak ortaya
koyamıyoruz. Osmanlı merkezi idaresine karşı
kendi yasa dışı çıkarını, çoğunlukla silahlı
kalkışmayla savunurken, savunduğu konum Osmanlı
memurluğu (ayan olarak atanma, kendini ‘atama’nın
resmen kabulü) olan ayanla, yerli halk
arasındaki ilişkinin, mısır üretimi nedeniyle
değişim geçirdiği düşünülebilir. Mısır üretimi,
hane ekonomisini ve erkek emek ve gücünü
bağımsızlaştırıcı bir işlev görmekteyse, ayanın
bu nüfusu cebren ve ekonomik rüşvetçilikle
elinde tutması da zorlaşacaktır (tarla ile bahçe
arasındaki fark). Doğu Karadeniz’in tamamına
(Orta Karadeniz ve Karadeniz iç bölgesine) hakim
olan Canikli ailesinden sonra Haznedarzadelerle
başlayan ve şiddetlenen ayan/derebeyler arası
mücadele, bu ekonomik ve toplumsal dönüşümün
‘siyasi-idari’ mücadelelere yansıması olabilir.
Merkezin gücü iyice zayıfladığında, Trabzon
valiliği için mücadele yürütülemeyecek kadar
fazla derebey ortaya çıkmıştır ve egemenlik
vadilerle sınırlı hale gelmiştir. Yalnızca köy
sınırında etkili olan küçük egemenliklerin
dışında devletle ilişki halindeki ağalığın
ölçeği, vadilerin doğal pazaryeri olan bugünkü
ilçe merkezleri çevresinde örgütlenecektir.
17-18. yüzyıllarda Trabzon’da yaşanan toplumsal
kargaşanın, sahil kesimlerinden dağlara doğru
nüfusun çekilişine, özellikle daha sonra dışa
kapalı topluluklara veya tam tersiyle bölge ve
Anadolu dışı milliyetçiliğe açık gurbetçi ve
girişimci bir cemaate dönüşecek Rum bölgelerinin
oluşumuna yol açtığı gözlemlenebilmektedir.
Kargaşa ortamının mısır üretimini ve kapalı
ekonomiyi, bu yapılanmanın kapalı cemaatleri,
vadi kimliklerini teşvik etmesi birbiriyle
uyumlu bir kurgudur.
1820’lere gelindiğinde, saray yavrusu
konaklarında yüzlerce kapı kulu besleyen
ayanların birbirleri ve valilerle kıyasıya bir
tarımsal artık değer ve ticaret haracı savaşı
sürdürdükleri yapı artık tıkanmıştır.
1830’lardan itibaren ise Karadeniz’e Avrupa
tüketim malları ve Avrupa’nın toplumsal-ekonomik
etkilerini kendi lehine dönüştürmek amacıyla onu
izleyen Osmanlı modernizmi girecektir. Devletin
vergileri iltizam sistemiyle toplamasına
karşılık, artık maaşları merkezden ödemeye
başlaması, memuriyet için artan biçimde
mektepliliğin gerekmesi ve halkın askerlik
yaptığı ‘milli ordu’nun kurulması, ayanın tarım
toplumuyla kurduğu ilişkiyi de, gündelik yaşam
biçimini de etkileyip değiştirecektir. Ayan
çocukları, Tanzimat kurumlarında, idari
meclislerde, komisyonlarda görev alıp,
eşraflaşıp bürokratlaşmaktadır. Dağlık kesimde
ise devletin yeni yönelimlerini ulaştırma ve
uygulamaya yetmeyen bütçesinin ve yetişmiş
kadrolarının boşluğunu, kendilerini önce
çevrelerine sonra devlet kademelerine tanıtan
ağalar dolduracaklardır. Burada ağalığın,
bölgede anlatılan hikâyelerden ortaya çıkan
biçimiyle, öncelikle fiili durum yaratmaktan
geçtiğini, yani kendisini bölgede ve dolayısıyla
devlet katında sözü geçer kişi olarak
tanıtmanın, yasa dışı (toprağa el koyma, haraç
alma, baskı ve tehditle pazardan düğüne kadar
toplumsal oluşumlara müdahale) faaliyetini
‘beceri’ ile meşrulaştırmakla, güçlü olan
haklıdır sözünü kanıtlamakla mümkün olduğu
görülmektedir.
Osmanlı modernizmi ile Tanzimat’tan Abdülhamit
rejiminin sonuna kadar Trabzon ekonomisinin
Avrupa-İran transit ticaretinin limanlarından
biri olması, Trabzon’a yeni bir görüntü
kazandırmıştır. Ayanın Trabzon merkezden
başlayarak dağlara doğru azalan derecede
memurlaşması ve tüccarlaşması söz konusu
olurken, mısır üretimi de Trabzon köylüsüne
köyde kurulu düzenini bozmadan gurbetçilik yapma
ve zanaat öğrenme imkanını vermiştir. Trabzon ve
Samsun şehirlerinden başlayarak, İstanbul, Batum,
Odessa ve Moskova’ya uzanan gurbetçilik ve
buralarda edinilen zanaatkârlık, 19. yüzyıl
kapitalizminin bu şehirlere getirdiği
yeniliklerle de ilgilidir.
1890’ların yeni ticari ürünü olan tütünün
bölgedeki üretim koşullarına baktığımızda,
Osmanlı son döneminin çelişkileri ile Trabzon’un
vadi sisteminin etkisini görebiliriz. Tütün
bölgeye Düyûn-u Umumiye – Reji aracılığıyla
gelmiş, bir yandan Reji’ye bağlı işletmeler,
atölyeler kurulmaya başlanırken, bir yandan da
üretimi geçimine yetmeyen köylü, tütün
kaçakçılığını örgütlemeyi ve Reji kolcularıyla
silahlı mücadele yöntemlerini öğrenmiştir.
Tütün kaçakçılığı ve bu uğurda kan
dökmek tamamen meşru görülmüş ve parhana adı
verilen, temelde aynı vadiden kişilere dayanan
gruplar, kalabalık olmalarına karşılık, silahlı
biçimde, uzun mesafelerde iş yapacak biçimde
örgütlenebilmiştir (Tütün kaçakçılığı,
Reji’nin Cumhuriyet döneminde İnhisar’a ve sonra
Tekel’e dönüşmesiyle, o kadar kanlı olmasa da
hukuken ve teknik olarak aynı biçimiyle
1950’lere kadar sürmüştür).
Osmanlı son döneminde ayanın eşrafa dönüştüğünü,
Cumhuriyet’e geçiş sürecinde eşrafın
burjuvalaştığını ileri süren bir hipotez
benimsendiğinde, bölgede ‘ağa’ adıyla anılan ve
öncelikle siyasal temsili ellerinde tutan ve
önderlik yapan kişilerin, toplumsal etkilerini
ve tabanı (kendi tarlasının sahibi köylülerini)
yönetme gücünü nasıl oluşturabildiklerini
çözümlemek kolay olmamaktadır. Çünkü burada söz
konusu olan ağa-köylü ilişkisi ne aşiret bağı,
ne de toprak üstündeki mülkiyetin belirlediği
ağa-maraba, yarıcı ilişkisidir. Bu konumun bir
açıklaması, genellikle aile, akraba genişliğine,
dolayısıyla toprak genişliği ve ekonomik
zenginliğe bağlı olmakla birlikte, bu yönetici
ve harekete geçirme iktidarı/yeteneği içeren
konumun, devletle paylaşılmış ve uzlaşılmış bir
konum olmasında yatmaktadır. Yani klasik ayanın,
bir yandan merkezkaç yerel iktidarlaşmanın
sonucu iken, bir yandan da merkezi iktidarın
kendi bölgesindeki temsilcisi ve yaptırım sahibi
gücü olması gibi. Osmanlı son döneminde,
Meşrutiyet’te ve Cumhuriyet’in ilk döneminde de,
ağalar, bir yandan devletin adamı, devletin
kararlarının, askere gitmekten şapka giyilmesi,
ezanın Türkçe okunmasına kadar kendi egemenlik
bölgelerinde uygulanmasına aracı olan
kişilerdir, bir yandan da devlet katında kendi
bölge insanının ihtiyaç ve sorunlarını dile
getiren (devlet rüşvetçiliğine aracılık ederek
köylünün çıkarını elde etmesini kolaylaştıran)
kişilerdir.
Bu alış verişte, devletin, devlet
yöneticilerinin, toplumla net bir biçimde
ayrışması söz konusudur ve siyasal katılım gibi
bir sorun yoktur. Tek parti örgütüyle devlet
örgütünün özdeşleştiği yapılanmada, bir bölgede
bir ağa veya ailenin sözünün geçerlilik
taşıması, o bölgenin sorunsuzca yönetilmesine
katkıda bulunduğunda, özellikle devletin yeni
söylemiyle uyum sağladığında, tercih edilir bir
durumu bile oluşturabilir. Bölgeye atanan devlet
görevlileri, geleneksel yöneticilerle hatta
kişisel ilişki içine girecekler, geniş köylü
kesimi ise, kendisinin yüz yüze ilişki
kurabildiği ‘ağa’sının, devlet temsilcileriyle
ilişki kurmuş olmasından ancak istifade
edecektir.
Yönetici ve yönetilen ayrımlarının çok net
olduğu, devletten beklentilerin çok sınırlı
kaldığı, devlete karşı yalnızca ödevlerin
bulunduğu bu yapılanmada, nüfus ve tapu
işlemleri için dairede bir tanıdığın olması
bile, köylünün bu ilişkideki bütün
sıkıntılarından kurtulmasına yetecektir. Nasıl
pazara (kasabaya) süt ve bahçe ürünlerini
satmak, haftalık alışverişini yapmak için inen
köylü kadının, kasabada kendi köylüsü bir
dükkâncının bulunmasından, bütün işlemlerini
kolaylaştırıcı bir menfaati, ama yalnızca
toplumsal ilişkilerin akışkanlığını sağlamak
gibi bir menfaati varsa ve onu mutlu etmeye
yetiyorsa, devlet katında konuşabilecek kendi
köy veya kasabasından bir kişinin varlığı da
aynı nitelikte bir rahatlıktır.
Çok partili siyasal yaşam başladığında, köylünün
çeşme, yol, elektrikten başlayarak, sağlık
ocağı, ptt gibi talepleri karşılığında oy vaat
etmesi de aynı köylü-devlet ilişkisinin, artık
kendi temsilcilerinin devlet katında daha
itibarlı olduğu kabulüyle, daha talepkâr biçimde
sürdürülmesidir. Üstelik, şehirlilerce devlet
yatırım programlarına bağlı görünmesine rağmen,
programların öncelik ve hızının değişebildiği de
bir gerçektir. Köylü isteklerinin karşılık
bulduğunu gördüğünde, oyu karşılığında idari
sınırların değişmesini isteyecektir. Son
yılların il olma talepleri bir yana, yeni ilçe
ve belediyelerin kurulması ve hangi köylerin
hangi idari sınır içinde kalınacağının
belirlenmesi, köylü için, kendini tanımladığı
kimlik içinde idareyle olan ilişkilerini
düzenleyip düzenleyemeyeceği anlamına
gelmektedir. Başka bir kimlikte ifadesini bulan
idari yapılanma içinde uğradığı, maddi mesafe
ile başlayıp manevi mesafelerle beliren
zorluklar, meşakkatler, belde veya ilçenin kendi
‘vadi’sine gelmesiyle aşılacak, karakolda,
mahkemede, okulda, yüz yüze ilişki kurabildiği
insanların akrabaları, komşuları çalışır
olacağından, bürokratik işlemlerini bu güvenli
ellere havale edebilecektir. Böylece Trabzon’da
hane, sülale ve ırmak vadilerinden oluşan en
büyük alt toplumsal birim-kimlik aidiyeti, idari
yapıyla uyuşturulmuş olmaktadır (Kısaca talep,
Beşikdüzlünün, bağlı bulunduğu ilçe olduğu için
Vakfıkebirlinin ayağına gitmekten
kurtulmasıdır[13]).
Karadeniz ağalığını, ekonomik bir sömürüden
önce, siyasal temsille açıkladığımızda, bunun
aidiyet-kimlik bilincine dayalı bir toplumsal
örgütlenme modeli oluşturduğunu görüyoruz.
Osmanlı siyaset kültüründe konu, devletle halkın
ilişkisinin tanımlanması olduğundan, ağalar,
yöneten-yönetilen ayrımının ara kademesi olarak
ortaya çıkmakta, yönetici kasta karşı yerel
halkı, yerel halka karşı da devleti temsil
etmektedirler. Kısacası, halk tarafından seçilen
muhtarın, devlet örgütlenmesi içinde halkı
temsil etmeyip halka karşı devleti temsil ettiği
model geçerlidir. Bu meşakkatli coğrafyada
kaymakam muhtarın ayağına gelmesinden, köylü
muhtarın komşusu olmasından memnundur. Bu
memnuniyet, tüketim toplumunun gelişmesi ve
kimliklerin piyasaya çıkmasıyla, fındık
kültürüyle bozulacaktır.
Fındık ve tüketim toplumu
Doğu Karadeniz ve Trabzon, Birinci Dünya Savaşı
sonunda açlık sınırına gelmiştir. İşgal,
muhacirlik, mübadele, ilişkiye kapanan Sovyet
sınırı ve Karadeniz’in bu ucunun dışa kapalı göl
haline gelmesi (Trabzon üstünden geçen İran
transit ticaretinin de sona ermesi) bölgede
kır-şehir ilişkilerini ve piyasa ekonomisini
sarsmıştır. Bölgenin geçimini sağlayabilmesi
için Cumhuriyet hükümetlerinin bulduğu çare,
fındık ve çaydır.[14] İkinci Dünya Savaşı’nın
etkisi nedeniyle kapalı ekonomi ve nakit darlığı
bir dönem daha sürmekle birlikte, ulusal ve
uluslararası ürün haline gelen bu iki bitki,
60’lı yıllardan itibaren artan derecede kıymet
kazanmış, zamanla mısırın, tütünün yerini
almıştır.
Fındık ve çay üretiminin, mısır üretiminden
farklı olmayan yönü, gene kadın emeğiyle
sürdürülmekte oluşudur. Farklı olan yönü ise,
yıllık bitkiler olmamaları ve kapalı ekonomiyi
besleyecek gıda ürünleri değil salt piyasa
ürünleri olmalarıdır. Dolayısıyla 60’lı yıllar,
Türkiye genelinin de koşut etkisiyle, paranın ve
tüketimin öğrenildiği, evdeki üretimin azalıp
tüketimin arttığı yıllardır. Kadınların yükünü
azaltmak üzere, fındık geliriyle sağlanan nakit,
hane üretimini en aza indirmeyi hedefler.
Osmanlı son dönemine kadar süren koyun sürüleri
artık kalmamıştır; fındık geliriyle nakit
ihtiyacını karşılayan hane, inek sayısını
azaltarak piyasa için değil yalnız kendi
tüketimi için üretim yapmaktadır. Veya gelire
göre, bahçede fasulye, kabak, lahana ekimi
azaltılır.[15]
Trabzon’da yaptığımız tanımla son dönemde ‘ağa’,
köylüyle aynı kimliği paylaştığında bile, aynı
değerleri özdeş biçimde paylaşmaz olacaktır.
Ağaların eşraflaşması ve giderek bürokrat veya
burjuva çocuklar yetiştirmeye başlaması, aynı
kültür ve zihniyet dünyasından kopuşu da
kuvvetlendirecektir. Bu kopuş ekonomik ilişkiyi
de vazgeçilebilir kıldığında, yeni yetişen
kuşaklar İstanbul’a göç etmiştir. Daha küçük,
yerel önderler ise, toprağa bağlılıkla birlikte,
köy ahlakına bağlı görünmeyi de
sürdüreceklerdir. Bu tutum Cumhuriyet’ten sonra,
laiklik göstergeleriyle çatışmakla, kızları
okula göndermemekle kendisini gösterecektir.
Örneğin okumakta fazla bir çıkar görmeyen
(nitekim okula gönderilen kızların mezun
olduktan sonra okuma yazmayı unuttuğu) köy
yapısında[16] köylüsüyle kendisini özdeşleştiren
bir ağa, kızlarını okula göndermezken ve zaten
köy dışında çalıştırmayı düşünemezken, köyün
daha fakir aileleri, başka kurtarır yolları
olmadığından kızlarını yatılı okullara gönderir
ve 70’li yıllar geldiğinde, ağa kızı okumamış
‘köylü karısı’na dönüşürken, fakir aile kızları
öğretmen veya ebe, hemşire olarak hayata atılır.
Aynı biçimde, ağa fındık kabuğunu veya
karayemişini getirip pazarda satamaz, herkes
satarken onun bu yola ‘tevessül’ü
ayıplanacaktır. Köylü ahlakına bağlılık,
statüsünü savunmak isteyen ağada, köylülükten
daha katı bir biçim aldığında, ironik biçimde
ağa köylüden geri kalacaktır. Bu toplumsal alt
üst oluşun en çarpıcı biçimi ise Alamancılıkta
görülür. 50’li yıllarda ağa ailesi at sırtında
köye çıkar, yükünü katıra taşıtırken, fakir
aileler yaya, yükleri kadın sırtında
çıkmaktadırlar. Özellikle orman köylüsü
sıfatıyla Karadeniz’e öncelik tanınarak, fakir
aile erkekleri Almanya’ya gurbete giderler[17]
ve on yıl içinde ağa evleri, Alamancı evleri
karşısında geri kalır. Alamancı evinde kılık
kıyafetten pille çalışan her türlü alete kadar
donanım tamamlanır, yerler betonlanır, pencere
takılır, kapıya da binek arabası çekilirken, ağa
hanesi bunları temin edemez ve kavramaz durumda
kalmıştır, ailesi de örneğin köy dolmuşuna
binmektedir.
70’li yıllarda fındık, çay para getirip ve
Almanya gurbeti, bildik gözlerden uzak yaşam
deneyimleri ve para kazandırınca, köylerdeki
eski kimlik, aidiyet ve hiyerarşik ilişki
değişti. Bu değişiklik şehre de yansıdı. 50’li
yıllarda oto yedek parçacısı ve avukatlar
önderliğinde başlayan DP hareketinin öğrettiği
iki pratik olmuştu: tek parti iktidarıyla
özdeşleşen eski ağa tayfasına göre “ayaklar baş
olmuştu”, yani tabanla ilişkiye geçerek siyaset
yapma yolu açılmıştı. Tek parti iktidarına uzak
durarak o dönemi en az kazayla atlatmaya çalışan
daha tutucu ağa kesimi ise, demokrasinin, halkın
yönetimi olduğuna göre, merkezin istediği
modernist (mektepli, laik) dayatmalardan
kurtularak, kimliğin ayrılmaz parçası olan
İslam’a, aslında örfe dönüşü sağlamasını, yani
yerel iktidar alanlarının bekasını
beklemekteydi. Ama siyasetin ve ekonominin
devlet icazetine bağlı olduğu yapılanma içinde,
siyasal temsil halen devlet katında seçim
bölgesini temsil etmekten öte anlam taşımıyor,
çok parti devrinde gittikçe çeşitlenen siyasal
söylemler, sonuçta yerel bölge, aile
çekişmelerinin üst dilden ifadeleri olarak
kalıyordu. 60’lardan 80’e kadar Trabzon’da da
derece derece siyasal temsilin ağalık
sisteminden uzaklaşmaya başlaması, halkla devlet
ve köyle şehir ilişkisinin değişimini
izleyecekti. Ama fındık üretiminin çok daha
fazla devlet müdahalesine açık oluşu, bu
ilişkilerin değişim yönünü etkileyerek, populizm
yerine farklı bilinçte faillerin ortaya
çıkmasına da engeldi. 70’li yılların görece
genişleyen ekonomisi, din ve örfe dönüşü değil,
hızlı bir değişim, klasik aile yapısından
kurtulma ve tüketme arzusunu[18] mümkün
kılmaktaydı.
Osmanlı son döneminden başlayarak son üç kuşakta
yaşanan yani bütünü bir ömür boyunca (dede-torun
ilişkisiyle) birinci ağızdan
hikâyeleştirilebilen süre içinde gerçekleşen
toplumsal değişimin en etkili sonucu, Trabzon
dışı yaşamlara duyulan özlem olarak da
nitelenebilir. 1830’larda başlayan yeni
teknolojiler ve ilişkilerle Trabzon, liman
burjuvazisi denilen bir ekonomi ve yaşam
biçimini beslerken, kırsal kesimde coğrafi
koşulların elverişsizliği nedeniyle, üretim
teknolojisi açısından bir değişiklik
yaşanmayacak, gündelik yaşam kolaylıkları
açısından teknik donanımın değişmesi ise (başta
yollar ve elektrik) 1980’leri bulacaktır.[19]
12 Eylül’den önce köyde duvara “az inek, az iş”
diye yazan kız, isteğini gerçekleştirmiş ve bu
amaçla Trabzon’dan göç etmiştir.
Mahalleden çeteye…
Trabzon şehri, halen kendisi veya efsanesi
yaşamaya devam eden gümüşçülük, bakırcılık gibi
zanaatları oluşturmuş üretici bir merkezdir. Ve
gene Trabzon şehrinde mahalleler (Ortahisar,
Moloz, Faroz…) alt kimlik oluşturacak kadar uzun
bir yerleşikliğe, birikime işaret ederler. Bu
Osmanlı şehrinin klasik çelişkisi olarak da
yorumlanabilir. Şehir merkezinin kendine özgü
bir yaşam biçimi oluşturduğuna dair bütün bu
verilere rağmen, şehrin baskın niteliği, vadiler
sisteminin pazar, hizmet ve idare merkezi
olmasıdır. Trabzon şehrinde yaşayan eşraf
ailelerin, kendi aile ocakları (ata toprakları)
olan vadileri, köyleri, yaylaları vardır ve vadi
sisteminde ağa konağının pazar kurulan (ve kaza
merkezi yapılan) yerde olması gibi, aile konağı
ile kırsal kesim arasındaki ilişki aynı modeli
takip eder. Gerçekten Osmanlı düzeni, Trabzon’a
yaptığı özellikle yerli ailelerden vali,
mütesellim atamalarıyla derebeylik düzeninin
uzun süre devam etmesinde ve kanlı geçmesinde
pay sahibi olmuştur. Ayanın geçirdiği dönüşümle
bu aileler eşraflaşırken, Tanzimat kültürünün de
taşıyıcısı olacaklar ve padişah ‘mülk’ünden
Osmanlı ‘vatan’ına doğru yaşanan kavramsal
çerçeveyi de, bu çerçevenin doğuracağı siyasal
İttihatçı, İtilafçı örgütlenmeyi de taşrada
yeniden üreteceklerdir.[20] Vadi sisteminde
ağalığın siyaseten temsil ettiği kimlik, Trabzon
merkezinde de aynı hiyerarşiyle, daha yoğun
ticaretle, daha büyük bürokratlarla, dışarıya ve
yeniliğe daha açık, daha karmaşık ilişkilerin
ustalığıyla temsil edilecektir.
Trabzon şehri için açıkça şunu söylemek gerekir
ki, bugün Trabzonluluğun önde gelen öğeleri
sayılan horon ve kemençe, şehirli sınıfça
küçümsenir, hiçbir sanat niteliği olduğu kabul
edilmez, köylülüğe ilişkin görülürdü ve şehirde
dinlenen ve üretilen müzik, bugün Türk sanat
müziği denilen türdü. Şehirli eğlencelerinde
eşlerden beklenen ut, tambur çalmalarıydı. II.
Abdülhamit döneminde Kadri Paşa’nın şehirde
köylülere horon oynatması gibi yönetim
yöntemleri, Cumhuriyet döneminde cumhuriyet
bayramlarında köylülerin şehir meydanına inip
horon oynamalarıyla canlanır. Horon ve
kemençenin Trabzonluluğu temsil eder olması ve
şehirlilerce de öğrenilip tüketilmesi yenidir ve
kimlik inşa sürecinin (şehirli açısından halen
daha sıkıntılı) oldukça geç bir parçasıdır.
Köyde tüketim alışkanlıklarının değişimi,
köy-şehir ilişkisini de etkiler. Şehir artık
şehirlilerin olmaktan çıkacaktır. Ankara’da
Yenişehir’e köylülerin girmesini engelleyen
polisiye tedbirler, taşra şehirlerinde de (30’lu
yıllarda belediye meclislerince çarşafa, zıpkaya
karşı alınan kararlar bir yana) merkezdeki
mekânlar için yönetici-yönetilen ayrımının
getirdiği utanma ve kendini rahat, oraya ait
hissetmeme duygusuyla geçerli olmaktaydı. Oysa
şehir, kozmopolitliği kaldırabildiği yönüyle
farklı tabaka ve bölgelerin piyasası haline
gelebilir ve şehirde herkes parasını aynı
rahatlıkla tedavüle sokabilmelidir.
Şehir özgürleştirmekte, çeşitlenmekte, verecek
parası olan herkese açık, herkese eşit
davranılması gereken mekânlar çoğalmakta, küçük
büyüğün yanında bacak bacak üstüne atmaya
başlamakta, çekirdek aile başka büyüklerin
yanında sigara içilebilmesi anlamına
gelmekteydi. Eşraf, ekabir, aile reislerinin
görmezlikten gelmeleri gereken mekânların,
parkların sayısı artıyordu, örneğin sinemalarda
ailelere ait localar varsa da, sinemaya
gidebilmek demek, şehirdeki yeni davranış
kalıplarını kabul etmek, başka tabakalardan
insanlarla eşitlenmeyi kabul etmek demekti.
Şehirde başlayan çoğulculuk, siyasetin biçim
değiştirmesinin odağı oldu. Yeni toplumsal
tabakaların siyaset yapabilir hale gelmesi, 68
hareketiyle taban, kitle ve militan tarzını
devreye soktu. Ama Trabzon’da da sol siyaset,
kuramla ilişki ve örgütlenme bakımından Jön Türk
tarzı mekteplilik okulundan gelişmiş olmasıyla
ve Kemalizm’in topyekûn batıcılık yani
indirgendiğinde (Trabzonlu proleter bulamayarak)
‘soyut insan’ modelini esas almasıyla, ancak
İstanbul, Ankara çıkışlı bir söylem üretebildi
ve gündelik yaşamdaki bütün değişiklikler,
kendiliğindenmiş gibi görünürken, bu değişimin
adını koyan çıkmayıp, siyaset, siyaset ilmihali
oluşturmakla yaygınlaştırılabilir bir tarz oldu.
Geleneksel partiler, eski temsilcilerin
çocukları üstünden himaye-intisap, oy-yatırım
alışverişini sürdürürken ve köylüler bu
demokrasiden oldukça hoşnutken[21], bütün
dernek, sendika çalışmaları ve illegal
örgütlenmelere karşın, solun en radikal taban
eylemi, devletin geciken çay paralarını bir an
önce ödemesi çağrısıydı.
Kendisini evrensel bir kültürün parçası
hissederek, en kitabî ve kanlı örgüt
ilişkilerinde akrabalık, yerlilik
niteliklerinden yararlanmak ihtiyacında olmak,
toplumsal gerçekliğin vazgeçilemez örüntüsüydü.
Silahlı eylemler çoğaldıkça ve gündelik yaşamda
alınan riskler artmaya başladıkça, eski
kimliklerin, sülalenin, köyün, vadinin, bu
rekabette hücuma açık olup olmaması onur sorunu
haline gelmeye başladı. Metropollerin
‘kurtarılmış mahalle’ esprisi, taşrada ve
kırsalda, militanlık dışındaki, genel siyasal
söylemin etkisinde kalan gençlik için, kendi
mahallesinin çocuğunu siyaseten satmamaktı. Ama
78’den itibaren siyaset, aileler için, artık
yalnızca seks filmi oynayan sinemalardan uzak
durulması gibi, ne kavranılması ne de izlenmesi
istenir bir yoldu (aileler uzak durduğu için mi
seks filmi oynuyordu yoksa!).[22]
Şehirde dolmuşlar çalışmaya başlamıştı ama,
çoğunlukla Murat otomobil olan şehir içi bu
dolmuşlara, erkeklerin yanına otur(a)madıkları
için kadınların binmesi sorun oluyor,
dolmuşçular, durakta bekleyen kadınları
çoğunlukla görmezden gelerek yollarına devam
ediyorlardı.
Trabzon şehirli kültürün baskın olduğu dönemde,
erkeklerin kadınlara saygısıyla, örneğin
otobüslerde kadınlara yer verme geleneğiyle de
diğer merkezlerden ayrılırdı. Trabzon şehirlisi,
İstanbul’u örnek almakla kalmaz, örneğin başka
merkezlerin şehirli aileleri İstanbul’dan
giyinirken, en az İstanbul ayarında terzisi,
ayakkabıcısı olduğu için Trabzon esnafından
giyinirdi. Trabzon’da kadınların görünmez
olduğu, delikanlıların kız kardeşleri olduğunu
arkadaşlarından saklamak durumunda kaldığı
ortam, şehrin büyüdüğü ve şehirli nüfusun
ekonomik ve moral etkisinin marjinalleştiği bir
ortamdır. Çünkü Trabzon şehrinin dolmuş
işleyecek kadar büyümesinin arkasında bu nüfusu
şehre çeken sanayileşme veya başkaca bir
sektörel gelişme bulunmamaktadır, söz konusu
olan bu nüfusun geldiği yörelerdeki köyden
kaçıştır.
Bütün Türkiye’de yaşanan kırsaldan şehre göç ve
şehirli-yerleşik nüfusun taşradan büyük
merkezlere göçü sürecinde Trabzon’un özgün
tarafından söz edilecekse, bu özgünlük, yalnız
şehirden değil, şehirle bütünleşip bir kimlik
üretebilmiş olan kırsal kesiminin yukarıda
açıklanmaya çalışıldığı üzere Anadolu
kırsalından coğrafyada, üretimde vb
farklılaşmasından ileri gelir. Kısacası, her
yerde olduğu gibi, Trabzon’da da köyden
göçenleri soğuramayan bir şehirlilik eksikliği,
modernizmin altında yatanın yalnızca bir
biçimsel önderlik olup, üretime dayalı ve
sınıfsal bir önderlik yapamamak olgusu
bulunmaktadır.
Trabzonlunun laf dinlemezliği, bireyciliği,
medeni cesareti, silah sevgisi[23] ve onurlu
duruşunu birbirine bağlayan romantizm,
Trabzonlunun çetin geçim koşulları karşısında
sahip olduğu toprağın, ailenin, ona her şeyi
sunarken onu her şeye ve zor koşullara esir
edişi karşısındaki ironiyle beslenir. Doğaya bu
kadar yakınken, hiç bir şeye ihtiyaç duymadan
yaşamı sürdürmek bu kadar mümkünken, sadece
kendi olmaya mahkûm olunan gerçeklik, daima
inançla kuşku arasında salınım yaratır. Maddi
veya manevi olarak zenginleştikçe, ironi artar,
gevezelik, laf ebeliği, yaşamı sarakaya almak
tatlı bir eğlencedir ve bu eğlence yaşamın
kendisi olarak örneklendiğinde, inanç ve kuşku,
ölüme hazır olmaya ve onura dönüşür.
Trabzon şehrinin, şehir kültürünü
geliştirebildiği, Trabzonlu olmaktan önce
şehirli olmayı hedefleyen maddi ve manevi
donanıma sahip efendileri yetiştirebildiği ve
1960’lara kadar uzanan dönemde, gurbetçilerin
Trabzon’dan kopamamasının ve şehrin bir dönem
orada yaşayan yabancılara bu kadar çekici
gelmesinin arkasında, bu yaşam algısının
süzülmüşlüğü yatar. Şehirlisi ve köylüsüyle,
yaşamla ve kendisiyle alay edebilmek, mülk
sahipliğinin getirdiği bağımsızlıkla yüz yüze
ilişkiler yumağından yanlışlıklar komedyasını
üretir (‘insan’ daima eksik, geleneksel
zihniyetiyle ‘köylü’ daima tamdır). Bu kendine
özgü düşünce biçimidir ki Türkiye’ye kendi
alanında başarılı çok sayıda profesyonel ve
sanatçı yetiştirmiştir ve başarıları, Türkiye
geleneğine uyarak hemşericilik yapmayacak kadar,
bölgelerinden ve kendilerinden
sıyrılabilmelerini, ülkede alışılmadık ölçüde
birey olabilmelerini sağlayan bu alt yapıdan da
kaynaklanmaktadır.
Trabzon da geleneksel mahalle yaşamının yan
ürünleri olan mahalle kavgalarını, mahalle
kimlikleriyle birlikte yeniden üretirdi. Ama bu
kavgaların dışında ve üstünde aynı mahalleden ve
aynı şehirden olmakla övünülen insanlar vardı.
Mahalle kimliği ve yüz yüze ilişki, yalnız
köyden göçle ve şehirli ailelerin büyük
şehirlere göçüyle değişmedi. 1980’de ithal
ikamesi yoluyla kalkınma programı sona ermiş,
sözde ihracata dayalı sanayileşme modeli
benimsenirken, rantçı düzen kurulmuştu. Devletin
‘baba’lığı sona ererken, 60’lardan beri bir
türlü netleşmeyen ‘devlet-i hikmet’le ‘evrensel
değerler’in bir arada savunusu nihayet ayrışmış,
askeri darbe kimden yana olunması gerektiğini
açık biçimde göstermişti. Cemaat kendi
yaşantısının ürettiği saygın bireylerin gölgeye
dönüşmesine tanık olurken, geleneğin ve solun
değeri olan ‘kendini yetiştirme’ amacının
piyasaya endekslenmesi büyük bir hızla
gerçekleşmişti.
Maddi ve manevi olarak fakirleştikçe, inanç ve
kuşku arasındaki gerilim, laf anlamaz bir
kefaret ödetmeye, kendisinden başka kimseyi
tanımamaya dönüşür.[24] Bu acımasızlığı ancak
kader birliği duygusu doğallaştırır, gülümsetir
ve delikanlı, hep arkasında toplum (efsane) var
zannederek avunacaktır.
Otobüs mola verdiğinde yanlışlıkla başkasının
yerine oturan ‘delikanlı’, özür dilemesini
bilir: “ağabey, sana saygım sonsuz, ama ben
buradan kalkamam, kalkarsam ölürüm…” Bugün bu
hikâyedeki farklılık, ne ağabeyin o oturuşu
helal edecek olgunlukta oluşu, ne de
delikanlının, takışma durumunda da yaşlı birine
saygı göstermek gereği hakkında ciddi bir algısı
olmasındadır. Otobüs halkının bu durumu
kaldıracak bir güleçliği de kalmamıştır, çünkü
artık, statü toplumu yerine geçen sınıflı
kapitalist toplumda, ‘durum eşitliği’ söz konusu
değildir, olaylara taraf olmadan, toplum adına
müdahale edilemez.
Eski köy delikanlısının ücretli çalışmanın
erkeklikle uyuşmadığı zihniyetiyle, iş bulamayan
delikanlının eğretiliği arasındaki fark,
yenisinin yalnızlığını ve sürüleşmesini de
açıklar. Yaşam, sahip olduğunu savunmak
çerçevesinde örgütlenmeye başladığında, ailesi
veya mahallesi olmayan delikanlılık sırıtır hale
gelecektir. Eski eşkıyalık, kaçakçılık dönemi
köyde, kabadayılık dönemi büyük şehirde
bittiğinde, düzenden ücretli köle olarak değil
de delikanlı bir duruşla pay almanın tek
örgütlenmesi mafyadır, ama onun da gelenek,
toplumsal taban, uluslararası ticaret ve uygun
devlet yapısı gibi birçok koşulu bulunmaktadır.
Köy, şehirli standartlarla yaşandığında, en
azından nakliye farkı nedeniyle, şehirden daha
pahalı bir yer olduğunda, bu (köyde ciddi çöp
sorunları doğuracak kadar) yeni tüketim
kalıpları, değişmeyen tarla büyüklüğüyle, fındık
üretiminin satın alabileceği ölçeğin çoktan
dışına çıkmıştır. Gelir düştüğünde tekrar
kadınlar sırtından hane içi üretime dönmek
(bahçe yapmak, inek sayısını artırmak, hele
dokumacılığa başlamak) mümkün değildir. Kendisi
köyde kara lastik giymiş, kasabada kundura
giymeye çalışmış hiçbir baba çocuğuna kara
lastik giydiremez. Teknolojik donanım elde
edilebildiğinde ve yaşam ataların usulünden bu
kadar farklılaşabildiğinde, bu değişmeyen dağ,
orman, yağmur, çamur ve dumanda durmanın
bedelini kim, niçin ödeyecekti?
Yeni teknoloji ve tüketilen dünya, soydan
başlayarak köy ve vadi kimliklerinin inanç
konusu olmasına imkân bırakmamıştı. Artık bir
yaylada otlatma hakkı iddiasıyla öne atılmak
onur göstergesi ve köyün ortak sorunu değil,
ancak başka çaresi olmayan fakirlikte bir
ailenin son gayretidir. Atalar, bu ocağı
tüttüren, ruhları diğer cin ve perilerle
birlikte çevremizde dolaşan sebeb-i vücudumuz
değil, başka çaresi olmadığı için bu mihneti
çeken çilekeşlerdir.
Bu kuşak ve homo economicus farkıyla kimlik
artık bir inanç değil, ideolojiktir, inşası ve
yaşayabilmesi için sürekli üretilmesi gerekir.
Üretimin temel yapısı değişmeden, statünün bu
kadar bozulması, örfe ciddi zarar vermişti.[25]
Bu zararı telafi edebilecek söylemler içinde,
sol, siyasal iktidarın tabandan siyasete karşı
bu kadar tarafgir ve provokatif olması
karşısında, seçtiği ideolojik mücadele yöntemi
ile Trabzonluya hitap etmiyordu. Çünkü 90’lardan
itibaren demokratlaşma taleplerinde dile
getirilen baskın öğe, günlük yaşamdaki
ilişkilerde de baskın hale gelmeye başlayan,
kimlik üstüne tartışmalardı.
Trabzon, her toprak sahibi sülalenin kendi
tarihine ve geleneğine sahip olduğu binlerce
kimlik hikayesinden, vadilerin doğurduğu alt
kimlikleri temsil eden ağaları aracılığıyla
geniş topluma ait olmayı seçmiş ve devletle
kurduğu ilişkide onun tercihini kullandığı
yönde, en büyük (Sünni Türk) havuza dahil olmayı
yeğlemiştir. Çünkü her şeyin taştan çıkarıldığı
kapalı aile ekonomisinin istikrarlı bir üst
birimi ancak devlet şemsiyesi altında
oluşturulabilecek, bu şemsiyeden, başta güvenlik
ve ortak edep normları sağlanması gibi, herkes
yararlanacaktır. Dolayısıyla ikinci paragrafta
değindiğimiz gibi, ata ruhlarının ve soyun
biricikliği bir yana, bir vadi kimliğine sahip
olmanın, vadi dışında ifade edilmesinin yeri
yoktur, zanaat ve gurbetçilikle beslenen piyasa
ekonomisi yoluyla merkeze eklemlenmek söz konusu
olduğuna göre, köy sohbeti (kimlik inancı) köyde
kalır. Ve Trabzonlu, Anadolu’nun etnik ve mezhep
çeşitliliği karşısında, iddiasına sahip çıkarak,
neredeyse yekpare bir ahlak, saf (şeyhülislamın
veya bugün Diyanet İşleri’nin isteyeceği) bir
dini inanç geleneği geliştirmiştir.
Türkiye’de yakın geçmişe kadar Laz diye
bilinen[26] ve kendi coğrafyasında (iletişim
çağına girdiğimiz son birkaç on yıl öncesine
kadar) bilmediği bu kimliği gurbette inadına
kabul eden Trabzonlu, her zaman ülkenin
anlaşılmayan ama sözü edilen, renkli (stereo
tip) bekçisidir.[27]
İşin ilginç yönü, devlet politikalarının köken
ayrımına dayanarak Trabzon’a ilişkin
“rahatsızlık” yaşaması ve bu rahatsızlığın
giderek genişleyen bir söylemle yayılmasıdır.
Örneğin yıllardır devletin köy adları karşısında
duyduğu rahatsızlığın alanı genişletilmektedir.
Son örneklerden biri olarak, 1971 yılında bir
Hıristiyan azizin adı, o mevkiin adı olduğu için
yaptırılan camiye verilmekte iken (Küçük Ayvasıl
Camii), bugün bu ad değiştirilmektedir. Yani
Trabzon’un (kendi otantikliği ve biricikliği
inancına ters biçimde) geçmişinden rahatsızlık
duyduğu yolundaki tez, devlet eliyle yaratılmış
olup, basınla kamuoyuna ve Trabzonluya da mal
olmaya başlamaktadır.
[28]
Tersiyle doğrulanma şuradadır ki, şehir ve
kırsalıyla Trabzon’un ürettiği topyekûn kimlik,
üst kimlik olarak (Osmanlı ve) Türkiye egemen
ideolojisiyle uyumludur, ama bu uyumu (modernizmin
bütün toplumlar gibi Türkiye’ye de getirdiği
kimlik yarılması nedeniyle) bozan, egemen
ideolojinin sunduğu üst kimliğin çatışmalı
olması ve Trabzon’u da bu çatışmaya çekmesidir.
Trabzon şehri, 1960’lara kadar, geleneksel
mahalle örgütlenmesi yanında, Osmanlı
modernizmiyle başlayan dönüşümle, şehirde
sınıfsal kültürünü de geliştirebilmişti.
1970’lerde başlayan “Anadolu futbolu” akımında
Trabzon’un öncü olabilmesinin tarihsel artalanı,
Osmanlı son döneminde başlayan, bu kültürün
uzantısı olan futbol mirasıydı. Bu mirasla
şehir, eşraf ve esnaf takımları olmak üzere
İdman Ocağı ve İdman Gücü takımlarını kurmuştu
ve milli lig kurulmadan önce de Türkiye
şampiyonluğunu bu takımlarla kazanmıştı.
Yukarıda niteliğine değinilen Trabzon esnafının
yolu, 80’lerden sonra artan biçimde ulusal ve
uluslararası markalarla kesilecekti. 70’lerde
başlayan milli pazarla bütünleşmede, örneğin
yumurta üreten şirketler, Trabzon’da halka
yumurta satamazlardı, tek alıcıları pastane ve
lokantalardı; halk özenle çok daha lezzetli
(gerçek-bugünkü dille organik) bulduğu köy
yumurtasını satın alırdı.
Birçok şehirde olduğu gibi, Trabzon’da da
demografik dokusu ve fiziki dokusu ile
mahalleler değişmekte, yeni kurulan mahalleler,
yapı ve davranış kalıplarıyla eski yaşamı
zorlamaktadırlar. Şehrin tarihi ve geleneksel
dokusu ise, rant kaygısı karşısında bütün meslek
normları çiğnenerek yok edilmektedir. Trabzon’da
‘vahşi Batı’ şehri gibi sokağa bile izin
vermeden insanların kendi yaptırdıkları
inşaatlar, şehir içinde, köylüyle ağanın aynı
kültürü paylaşması gibi, bu ben yaptım oldu
zihniyetini paylaşan bir girişimci ve idareci
bloğu oluşturmuştur. Dolayısıyla eski şehirli
seçkinler, ekonomik ve siyasal gücü ellerinden
kaçırmış, yalnızca kültürel faaliyetle
ürettiğini Türkiye kültür emekçileriyle birlikte
tüketme gayretindedir. Trabzon iki toplumsal
kesimde eski iddiasını sürdürmeye çalışmaktadır.
Şehrin profesyonel meslek sahibi olan, eski
şehirli kültürü temsil eden kesimi, dergileri,
anma günleri, sergileri ile Türkiye ölçeğinde
sanat, edebiyat üretimini sürdürmektedir ve
Trabzon halen önemli sayıda edebiyat dergisi
çıkan, önemli sayıda kendi kültür, tarih,
toplumsal yapısı hakkında kitap yayınlanan
illerin başlarında yer almaktadır. Şehrin “okumuşluk”la
ilgisi olmayan çoğunluğu da eski iddiayı
sürdürmeye çalışmaktadır ama bu iddia artık eski
şehirli kültürün devamı değildir, mahallenin
‘büyük’lerine karşı eski edilgen saygı
kalmamıştır, nedenlerini anlatmaya çalıştığımız
gibi raconsuz günlük yaşam (geçim ve tutunum)
kavgasında, kendi yarattığı efsaneye sığınmak
anlamına gelmektedir. Çünkü zaten bütün
Türkiye’de kaybeden okumamış çoğunluktur ve
çoğunluğun, bu kaybetme noktasında Türkiye çok
partili siyaset tarihinde geldiği nokta olarak,
eski siyasal önderleriyle bağı kopmuş, iki ayrı
Türkiye oluşmuştur. Eskiden kamusal alana sahip
olan azınlığın yerini, artık o azınlığı
izlemeyen ve raconun da anlamsızlaştığı çoğunluk
almıştır. Türkiye’nin her yerinden gelen saçma
şiddet–cinayet haberleri şehir yaşamının bu yeni
normsuzluğuna işaret etmektedir.
Trabzon bugün Türkiye ortalamasının üstünde
kırsal nüfusa sahip olduğu gibi, şehirde de
yoğun bir esnaf yığılması vardır.[29] Ancak bu
orantısız yapılanmaya karşılık, Trabzon’da,
adını Türkiye’de yankılandıran siyasal saldırı
ve cinayetler dışında, ciddi güvenlik ve asayiş
sorunu olmayışı da dikkat çekmektedir.
Trabzon’da ve büyük şehirlerde yaşanan ve adına
futbol fanatikliği denilen davranış kalıbı,
günlük yaşamın birçok alanına ve birçok şehre
bulaşmış, belirli biçimlerde adına magandalık
denilerek konu ‘şehir terbiyesizliği’ne, töre
denilerek ‘köy terbiyesi’ne indirgenmiştir.
Gerçekte futbol dünyasında Beşiktaş’tan bütün
şehirlerin belli gençlik kesimlerine yansıyan
kimlik de, Ümraniye ve Gazi Mahallesi de, farklı
nitelikleriyle Yeni Bosna, İzmir varoşları,
Antalya, Mersin, Tarsus da soğukkanlı
irdelemelere konu olmuş değildir. Burada ayırt
edilmesi gereken, kültürel çatışmalarla,
yönlendirilen örgütlenmelerin, kimlik
efsaneleriyle nasıl ve ne kadar
çakıştırıldığıdır. Aslında yalnızca dar çevre
tavrını temsil eden serseri kurşunların
çaresizliği, insanları mazbut cehaletten
saldırgan sürüleşmeye götüren (sözde kimliğe,
dine, devletin temsil ettiklerine dayanan) bir
efsaneyle toplumsallaşabilmekte ve üstelik
egemen kılınmak istenmektedir. Türkiye’nin
bütününde yaşanan bu dönüşüm, doğal olarak her
yerde yerel niteliklerle eklemleşirken, Trabzon
da iddianın mirasını –hadi şimdilik diyelim-
böyle tüketmektedir.
[1]
‘Artalan’larla bugünkü ‘hemşehri’lik
tanımlarının ne kadar çakıştığına ilişkin bir
araştırmamız yok. Ama bilebildiğimiz kadarıyla,
Osmanlı son döneminde bir Egeli İzmirliyim
demezken, Doğu Karadenizli Trabzonluyum
diyebiliyordu. Veya yakın zamana (Bayburt il
olana) kadar Gümüşhane’ye bağlı kılınan
Bayburtlu kimliği, bu durumdan rahatsızdı, oysa
Gümüşhaneli kimliği, il olarak Trabzon’dan
ayrıldığında bile (Osmanlı döneminde Gümüşhane
Trabzon’a bağlı bir idari birimdi), Trabzonlu
değildi, ama Trabzon’la bağlıydı.
[2]
Yerel kültür ne kadar güçlüyse, zaman içinde o
kültür sahipleri için açıklanamayan davranış
kalıpları da o kadar çok olur, çünkü dünya
sistemi pekiştikçe yerellik, dünyaya ve o
dünyayla eklemlenen yerelin iktidar merkezine
göre sapkınlaşır. Elbette bu klasik bir şemadır
ama Trabzon da tarihte çok uzun süredir kendi
artalanına sahip bir merkez olduğu için, uzak
yakın, diğer merkezlere göre bir tanımı
olduğunun da çok uzun zamandır farkındadır.
[3]
Merkezin yerele müdahalesi ile yerelin merkeze
göçü arasında elbette fark olacaktır;
illerimizin tarihine bu açıdan da bakmalıyız.
Trabzon çok eski zamanlardan beri dışarıya göç
veren bir yerdir de.
[4]
Elbette ki bu ‘gözden kaçırma’, tarihimize
Osmanlı döneminden değil, Cumhuriyet döneminden
bakmakla da ilgilidir, bütün bölgelere ilişkin
bir ‘konum’ değişikliğidir. Bir Egeli Türk ve
Rum, aslında doğaldır ki, Trabzonlu Türk ve
Rum’dan daha çok birbirlerine benzeyeceklerdir.
Veya uzam ve zamanı genişlettiğimizde, geçmişte
birçok hayvancı topluluğun çalgısı olan ‘tulum’
niye diğer bölgelerde tarihe karışırken Doğu
Karadeniz’de ve İskoçya’da halen çalınmaktadır
ve bu iki bölgedeki farklı gelişimin tarihçesi
nedir?
[5]
Trabzon köy arazisinin % 40’ı dik (% 12-20
meyil), % 30’u çok dik (% 20-30 meyil), % 10’u
da sarptır (% 30+ meyil). Toplamı zaten % 80
etti (DİE, Köy Envanter Etüdü 1981 Trabzon,
Ankara,1984).
[6]
Köyler hakkında tanımlayıcı tekerlemeler
üretilmiştir. Maçka’nın köyleri için:
Haçaveralının aklı/ Mağuralının parası/
Soldoylunun sopası. Ankara ilçeleri hakkında
tekerleme: “Kızılcıhamam’ın çam davası/
Kalecik’in kan davası/ Çubuk’un .m davası (Suha
Kıratlıoğlu’na bu derleme için teşekkür ederim).
Artvin’den tekerleme örneği: Ersis’in kalikleri/
Tünges’in dorukları/ Kiskim’in kırıkları/
Göcek’in ciranları/ Peterek’in urluları (Özer
Ozankaya, Toplumbilime Giriş, Ankara, 1975, s.
180).
[7]
“Bu yıl boyle gidersa/ Hep eşkiya çikaruk…”
[8]
Der-Demez Kayası Efsanesi: Maçka’da Kusera
köyüne yakın Kangoloy mezeresinin yakınında
yüksek bir kaya vardır. Bu kayaya “Der-Demez
Kayası” denir. Efsaneye göre iki eşkıya burada
bekler ve gelip geçenleri soyarmış. Gene bir gün
oradan yalnız başına bir yolcu geçmekte imiş.
Eşkıyalar kendi aralarında, gelen yolcuyu soyup
sağ bırakırlarsa kendilerini ele verip
vermeyeceğini tartışırlar. Biri, “bizi der”,
diğeri ise “demez”, diye tartışırlarken yolcu da
gelip geçer. Soyulmaktan ve belki de
öldürülmekten kurtulur. Bu olaydan sonra bu
kayaya Der-Demez Kayası adı verilir (Dr. Mustafa
Duman, “Trabzon-Maçka’dan Derlenen Efsaneler”,
Folklor/Edebiyat, 4/Eylül 1995, s. 127).
[9]
Trabzon, böylece ‘biçim olarak’ Sicilya’ya
benzer, ama İstanbul da New York değildir.
İstanbul kabadayılarının Trabzon’dan çıkmış
olması ve yaygınlaşmış anlatımı ile
kabadayılığın babalığa dönüşmesi hikâyesi burada
hatırlanmalıdır. Aşağıda mafyaya gene döneceğiz.
[10]
İlk erkek toruna büyükbabanın adını verme
geleneğini de anımsatalım.
[11]
1937 tarihli, 3236 Sayılı “Kan Gütme Sebebiyle
İşlenen Adam Öldürme ve Buna Teşebbüs Cürümleri
Failleri Hısımları Hakkında Tatbik Olunacak
Muameleye Dair Kanun”:
Madde 1: Kan gütme sebebiyle adam öldüren veya
öldürmeye teşebbüs eden veya başkasını bu cürmü
işlemeye azmettiren veya tahrik eyleyen
kimsenin, cürüm işlendiği zaman bir dam altında
yaşayan usul ve füruları ve kardeşleri ve karı
veya kocası ikametgâhlarının bulunduğu yerden
başka bir yere nakledilirler.
Madde 2: Fail ile bir dam altında yaşamasalar
bile cürüm işlendiği zaman failin ikametgâhının
bulunduğu köy veya kasaba veya şehir içinde
ikamet eden 1. maddede yazılı hısımlarından ve
amca, dayı, hala, teyze, yeğen, kaynana veya
kaynatasından herhangi birinin de takdir
edilecek lüzuma göre nakillerine karar verilir.
Madde 6: Haklarında nakil kararı verilenler
ikametgahlarının bulunduğu yerden beş yüz
kilometreden daha az bir mesafe dahilinde ikamet
edemezler (...).
Madde 7: Kan gütme saiki ile işlenen adam
öldürme veya adam öldürmeye teşebbüs cürümleri
hakkında verilen hüküm katileştikten sonra bu
kanuna göre nakilleri lazım gelenler hakkındaki
karar cumhuriyet müddei umumisinin talebiyle
duruşma yapılmaksızın hüküm veren mahkemece
verilir. (...) bir hafta zarfında (...) itiraz
olunabilir (...).
Madde 8: Bu kanun hükümlerinin tatbik olunacağı
yerleri İcra Vekilleri Heyeti tayin eder.
8. Madde’ye göre Hükümet, kanunun uygulanacağı
yerleri şöyle saptamıştır: Tunceli-Çemişgezek,
Mazgirt, Pertek, Nazimiye, Ovacık, Pülümür;
Elazığ merkez ve Maden, Palu; Siirt merkez ve
mülhakatı; Artvin Hopa; Bingöl Kığı; Muş merkez
ve mülhakatı; Bitlis merkez ve mülhakatı;
Trabzon merkez, Akçaabat, Vakfıkebir; Diyarbakır
merkez ve mülhakatı; Mardin merkez ve mülhakatı;
Urfa merkez ve mülhakatı; Adana-Osmaniye;
Gaziantep merkez ve mülhakatı; Malatya-Pötürge
ve Akçadağ; Rize merkez ve Pazar; Bolu-Düzce
ilçeleri; sonradan Trabzon’un Tonya, Yomra,
Arsin ilçeleri de kanun kapsamına alınmıştır.
Kanun Anayasa Mahkemesi tarafından 1964’te iptal
edilmiştir.
[12]
“Kız al beni al beni/ Hanum ederum seni/ Var bi
çuval lazudum [mısırım]/ İyi bakarum seni.”
[13]
Beşikdüzü 1987'de, Şalpazarı, Düzköy, Köprübaşı,
Dernekpazarı, Hayrat 1990’da, Çarşıbaşı 1991’de
ilçe merkezi olmuştur.
[14]
1947 yılında bile, Trabzon Halkevi dergisi
İnan’da yüksek ziraat mühendisi İhsan Ural
“Trabzon Köylüsü Dar Olan Arazisinden Geçimini
Temin Edebilir Mi?” (İnan, Sayı: 31, Mayıs 1947)
sorusunu sorarak, geçim hesabı yapmakta ve
olumsuz cevap vermektedir.
[15]
1980’de Trabzon köylerinin kültür arazisinin %
7’si çayır, % 21,2’si mera, % 22,5’i orman, %
21’i fundalık, % 12,4’ü kuru tarla, % 3,4’ü
çaylık, % 12,2’si fındıklıktır. Fındık bahçeleri
sahilde daha büyük ve daha verimlidir, dağlara
doğru çıkıldıkça bahçe küçülür, verim düşer.
Hane başına ortalama sığır sayısı 2,42; koyun
sayısı 1,9’dur. Bu veriler, fındık ve çay gibi
ekonomik ürünlerin kazandığı önemi, hane içi
tüketim amaçlı hayvancılığın ve bahçeciliğin de
sürdürüldüğünü göstermektedir.
[16]
Trabzon’da okullaşma 80’lerde bile çok düşüktür.
Tarihi seyri içinde şu rakamlar verilebilir:
1927 nüfus sayımı sonuçlarına göre okuma-yazma
bilen oranı % 5,5, bilmeyen oranı, erkeklerde %
89,02, kadınlarda % 99’dur. 1970’de il nüfusunun
% 51’i okuma yazma bilmemektedir, erkeklerde bu
oran % 28,78 iken, kadınlarda % 72,28’e
çıkmaktadır. 1980’de ise okuma-yazma bilmeyenler
toplamı % 36, erkeklerde % 17, kadınlarda %
53’dür. 1980’de ilkokuldan yukarı bir öğrenim
kurumundan mezun olan erkek oranı % 19, kadın
oranı ise % 7’dir.
[17]
Örneğin 1980’de Çaykara’da 33.964 kişide 2.087
kişi yurt dışına, 4.928 kişi yurt içine,
Maçka’da 45.456 kişide 3.592 kişi yurt dışına,
11.327 kişi yurt içine çalışma amacıyla
gitmişti.
[18]
Taşra delikanlıları için “yaşamak”, görgüsüne
göre lokanta, bar, pavyon gibi parayla hizmet
alınan bir yere gidebilmek demekti.
[19]
1980’de köylerin % 72’sinde elektrik bulunmakta,
% 28’inde bulunmamaktadır.
[20]
Bkz. Kudret Emiroğlu, “Trabzon’da XIX. Yüzyıldan
XX. Yüzyıla Kahvehane ve Kitabevi Bağlamında
Toplumsal Tabakalanma, Kültür ve Siyaset”,
Kebikeç, 2000/10, s. 187-222.
[21]
Şehirli-okumuşlar çoğunlukla köylülerin
kandırıldığını düşünürler; nesnel olarak
şehirliler için de geçerli olan ‘yanlış
bilinç’ten söz edilebilse de, köylülerin ancak
kendi çıkarlarını düşündüğünü, vatan, millet
ölçeğinde düşünmediklerini söylemek daha doğru
olabilir. Köylü, genel olarak çok parti
arasından seçim yapabilmekten hoşnuttur ve
partilerin aday belirlerken ilçelere göre
dağılımı gözetmelerinden de anlaşılacağı gibi,
milletvekilinin belirli bir yörenin temas
kurabileceği bir vekil olması seçimin amacıdır.
Seçimlere katılım ve oy verilen partiler de kısa
yoldan bu hoşnutluğu göstermektedir.
[22]
Trabzon’da sağın militanları 76’lara kadar aslen
şehre yabancı ve marjinal-lümpen kesimden
toplanmış insanlar oldukları için, ‘yerli’ler bu
‘plep’lere itibar etmezlerdi. Siyasetin
militanlaşması ve merkez sağın cephe yaklaşımı
bu bakışın kırılmasında etkili olsa da, 80’e
kadar yerlilik sağcı-solcu ilişkisinde
baskınlığını devam ettirdi. Son zamanlarda
başlayan linç kültüründe, diğer etkenlerle
birlikte, şehre yeni göçen ‘plep’ Kürtlerin
sosyal davranış farklılığı ve solcu-Kürtçü
eşitlemesi etken olmakta ve bu sosyo-ekonomik
huzursuzluğun siyasete yansımasında (!)
Trabzonlu ‘ev sahibi’ yerel kimliğini (şehit
sayısında da görüldüğü üzere) egemen ideolojiyle
özdeşleştirmektedir.
[23]
Trabzon’da tabancanın yaygınlaşması 1975’lerden
itibarendir. Profesyonel ve kan davalı
bölgelerin etkisini dikkate almak gerekirken,
köylüdeki silah varlığı efsanesi ayrıca
araştırılmalıdır. İstanbul’da olduğu gibi
Trabzon’da da kabadayının silahı bıçaktır:
Karadeniz uşağı/ Alçak bağlar kuşağı/ Hodi modi
dinlemez/ Heman çeker piçağı.
[24]
Bir akrabam, Trabzonludan şikayet ederken, “şu
okulun önünde çocuk ezsin, kaçıp kurtulursa gene
okulun önünden geçer de yakalanmadım diye
sevinir” demişti de, inanmamıştım.
[25]
‘Nataşa gerçeği’ni de anımsatarak, nice
Karadenizlinin dünyasını şaşırdığını nesnel bir
olgu olarak vurgulamak gerekir.
[26]
Örneğin Volkan Konak’la 13.12.2007’deki (Hülya
Okur’un yaptığı internette bulunabilecek olan)
röportajda Lazca bilmediği için eksiklik
hissedip hissetmediği sorulmuştur.
[27]
Birikim’de (86/87, Haziran/Temmuz 1996, s.
129-134) yayınlanan yazımın adı da bu nedenle
“Türkiye'nin Kalesi: Trabzon” idi.
[28]
Aynı ‘ulus-devlet’ ideolojisi, Trabzon
Rumlarının da başındadır. Trabzon Rumları, 19.
yüzyıl milliyetçilik bilinciyle kendilerine
önderlik eden veya onlar adına onları temsil
edenlerin ve karar verenlerin tavırları sonucu,
“Yunanlılıklarını” keşfetmiş ve sonuçta
Yunanistan’a göç etme durumunda kalmışlardır.
Bugün de bu, en azından coğrafi çelişkinin
(Karadenizliliğin Yunanlılıkla
özdeşleştirilmesinin) doğal açmazlarından biri
olarak, Trabzonlu Müslümanlarla özel komşuluk ve
hemşerilik ilişkileri o kadar iyiyken, kamusal
alanda en fanatik Yunan milliyetçiliğinin
öğelerinden olmak durumundadırlar. Türkiye’de
Hıristiyanlara saldırılarda Trabzon’un öne çık(arıl)ması
gibi, Yunanistan’da Türk heyetlerine karşı
gerçekleşen saldırılarda Trabzon kökenli
Rum/Yunanlılar başta görünmektedirler.
[29]
Şehirli-köylü nüfus rakamlarına bakıldığında,
dağlık Maçka ilçesinde bile şehirli nüfusun
neredeyse köylü nüfusun yarısına kadar
yaklaştığı, daha sonra köy nüfusunun tekrar bir
miktar artış gösterdiği görülmektedir. Maçka’da
1990’da şehir nüfusu: 7.673, köy nüfusu: 34.651;
1997’de şehir nüfusu: 13.875, köy nüfusu:
27.564; 2000’de şehir nüfusu: 11.620, köy nüfusu
31.465 kişidir. İlçenin kayıtlı nüfusu ise
160.450’dir. Bu kadar kısa sürede kabaca şehre
akın ve köye geri dönüşün bütün Türkiye’deki
ekonomik ve toplumsal neden ve etkileri ortaya
konmalıdır. Bu ‘şehirleşme’nin dokusuyla ilgili
olarak, örneğin Maçka’da 2000 yılında Esnaf ve
Sanatkârlar Odası’na kayıtlı 750 kişinin
200’ünün şoför olduğu görülmektedir, yani dörtte
birinden fazlası köy veya şehre yönelik olarak
üretici değildir, ürettiği hizmet köy-şehir
arası ulaşımdır.
|