Karadeniz arkeolojisi
Balık cehenneme gitmişti; Bu konuda hepimiz
aynı görüşü paylaşıyorduk. Onu vinçle
yeniden güverteye çektiğimizde, kömür karası
bir renk almıştı ve adeta öürük bir yumurta
gibi hidrohen sülfür kokuyordu. Kötü ruhlar
dahi üzerine yapışmış olabilirdi! Bu “balık”
aslında, 75 metre uzunluktaki oşinografik
araştıma gemimiz Northern Horizon’n çektiği
sonar kızağı dengeleyen 1000 kiloluk demir
ağırlıktan başka bir şet değildi. Kızak,
dipteki tortuların içinde göze çarpabilecek
hedefler için deniz dibini tarıyordu.
Ağırluk sadece 24 saat sonra tamamen
paslanmıştı, Ekipteki bilmişler ona hemen
Tetanus (Yunan pas tanrısı!) adını verdiler.
Karadeniz’İn kötü bir
ünü vardı; hatta Eski Yunan döneminde bile.
Bir dönemlerde onu, azgın fırtınaları ve
çevresinde yaşayan kabilelerin düşmanca
tavırları nedeniyle
Axenis, “konuk sevmez” diye
adlandırmışlardı. Bir anlamda
Akdeniz’in küçük kardeşi
olarak nitelendirilebilecek olan
Karadeniz, yaklaşık 110 km uzunlukta ve 400
km genişliğinde bir su kitlesi. Karadeniz’in
derinliklerinde yaptığımız araştırmanın
beşinci yılında, Türkiye’nin kuzey kıyısı
açıkalrında, antik Sinop liman kenti
yakınalarında denize açılmıştık. Gemide
farklı disiplinlerden gelenelrin oluşturduğu
tecrübeli bir ekip vardı: Woods Hole
Oşinografi Enstitüsü ve kendi keşif
enstitümden (Institue for Exploration) robot
yapım uzmanları, Pennsylvania Üniversitesi
ve Teksas A&M’deki Sualtı Arkeoloji
Enstitüsü) ve Columbia Üniversitesi’nden
öğrenciler. Gazeteciler ve bu projeyi kısmen
finanse eden National Geographic Society’den
bir televizyon ekibi, diğer finansal
destekçiler ve Türk yetkililer kendilerine
bir yer açma uğraşı verenler arasındaydı.
Tetanus’un paslı görüntüsüne karşın,
deniz yüzeyi eylül güneşi altında tatlı
tatlı parıldıyor ve yunuslar pruva yönünde
sıçrıyordu. İstanbul’daki balık pazarları
palamut, uskumru ve hamsi doluydu. Yaşamın,
Kaadeniz’in üst bölgelerinde sürdüğü
apaçıktı. O halde, Tetanus’U karartan 200
metre derinlikteki suları bu kadar saldrıgan
yapan neydi?
Karadeniz’in binlerce
yıl önce bugünkü yüzölçümünün
üçte ikisi büyüklükte bir tatlı su gölü
olduğu ve
Akdeniz ile bağlantısı olmadığını
biliyorduk. Karadeniz günümüzde Neolitik Çağ
diye adlandırdığımız dönemde, kurak bir
bölgedeki bir vaha olmuş olmalı.
12.000 yıl kadar önce,
son buzul çağı sona
ererken,
eriyen buzulların deniz seviyesini
yükselttiğini ve Akdeniz’in
Karadeniz’e akmak için Boğaziçi Vadisinde
bir gedik açtığını da biliyorduk. Daha yoğun
olan
tuzlu su, üstte daha ince bir tuzlu su
tabakası bırakarak havzanın dibini
doldurmuştu. Karadeniz, okyanuslarda
sirkülasyona neden olan ısı
değişikliklerinden yoksun olduğu için,
atmosferdeki oksijen deniz dibine ulaşamadı.
Ölümcül hidrojen sülfür oluştu ve yaşam
boğuldu.
Derin deniz
araştırmalarının öncüsü Willard Bascon 25
yıl önce, anoksinin (oksijensiz
ortam), organik maddeleri yiyen ahşap
kurtları – yumuşakçalar gibi tahta
oyucuların ve diğer deniz canlıların yokluğu
anlamına gelmesinde hareketle, Karadeniz’in
dibinin bozulmamış gemi enkazları arasından
zengn olduğu varsayımında bulunmuştu.
Bu durumda, teorik oalrak, ahşap ve
brandalar,
tahıl ve hayvan postu gibi yükler ve hatta
ve gemilerdeki insanlardan geriye kalan
kalıntılar da bozulmamış olmalıydı.
Günümüze dek kimse, Bascom’un ortaya
attığı bu teoriyi geliştirmedi. George Bass
gibi önce sualtı arkeologları, antik ticaret
yollarının, karanın görülebildiği
uzaklıklardan kıyı çizgisini takip ettiği
varsayımıyla, sığ sularda tüplü dalış
yapıyorlardı. Ancak tabii ki açık denizlerde
yol alacak kadar cesur kaptanlar vardı.
Onlar, kıyı çizgisi bıyunca ağır ağır
ilerleyenlerin aksine, gerçek tüccarlardı;
amaçları (her şeye rağmen) zaman ve para
kazanmaktı.
Karadeniz’in
derinliklerinde bozulmamış gemi enkazları
varmıydı? Bunu keşfetmenin tam zamanı
gibi görünüyordu.
Soğuk savaş sona ermişti. Karadeniz
ulusları kirlilikle mücadele etmek,
ticareti ve toplumsal ilişkileri
geliştirmek amacıyla bir araya geliyorlardı.
Bir kez daha deniz, kültürleri birbirinden
ayırmaktan çok onları birbirine bağlayan
ortak bir paylaşım alanı haline gelebilirdi.
Ve artık şaşırtıcı yeni araçlarımız
vardı. Tetanus’un çektiği, kıç güverteye
bağlanan DSL-120 sonar kızak ve uzaktan
kumanda edilebilen iki taşıt.: İki kişilik
bir spor otomobil büyüklüğündeki paslanmaz
çelikten, dengeleyici bir platform olan
Argus ve onun ortağı, daha küçük, hassas
ayarlı bir sualtı aracı olan Little Hercules.
Küçük Herkül, Argus’a bir zincirle bağlıydı,
ancak ikisine de birbirinden bağımsız
manevra yaptırılabilir; onları fotoğraf ya
da video çekimi için kullanabilirdik.
Sistem şöyle çalışacaktı: Tetanus ardında
iz süren sonar kızakla birlikte olmak üzere,
deniz dibinde –aynen bir tarlayı sürer gibi-
geniş şeritler üzerinde, çekecektik. Sonra
her bir hedefin yerini saptayıp, UKA’ları
(Uzaktan kumandalı Araçalr) aşağı
gönderecektik. Argus’u çelik bir kablo ile
dibe indirecektik ve Küçük Herkül,
koklayarak ve sürünerek iz süren bir köpek
gibi Argus’tan uzaklaşacaktı.
Araştıma alanını daraltmak için
Karadeniz’de yaşamı canlandıracak ticaret
yollarını belirlememiz gerekiyordu. Bu
nedenle Pennsylvania Üniversitesi Arkeoloji
Müzesi’Nin hevesli genç arkeologu ve antik
dönem ticaret uzmanı Fredrik Hiebert’İ ekibe
dahil ettim. Bir odak noktası aradık ve
Karadeniz’in diğer ucundaki Kırım’dan,
bugünkü Ukrayna’dan 275 kilometre uzaklıkta,
Anadolu’Nun kuzey ucunda yer alan Sinop’ta
karar kıldık.
“Sinop
ve Kırım arasındaki geçit, kayıp
gemilerden oluşan bir hazine olmalı” dedi
Fred heyecanla. “Ticaret
gemileri kıyı şeridi boyunca yaşayan
insanlar için balmumu, buğday, zeytinyağı
gibi önemli yükler taşıyorlardı.”
Fred’in ekibi, antik liman ve çevresini
inceleyerek kıyıya ağırlık verecek; biz de
batık gmiler için deniz dibini araştırmaya
yoğunlaşacaktık. Ve sonra, karada ve denizin
derinlikelrinde gerçekleştirilen her iki
araştırmayı, daha önce hiç denenmemiş bir
yöntemle, birleştirecektik. Çalışmamızın adı
Karadeniz Projesi olacaktı.
Ancak, Columbia
Üniversitesi jeologları
William Ryan ve Walter Pitman’ın yazdığı Nuh
Tufanı adlı kitabın 1998’de
yayımlanmasıyla projemiz büyük ölçüde
sarsıntıya uğradı.
Derinlik ölçümü, tortudan alınan karot
örnekleri (sondaj borusu içine sondajla
kesilerek alınan sütunsu bir kayaç ya da
sediman örneğine verilen ad) ve deniz
kabuklarının yaş hesaplarını kullanarak,
Akdeniz’den Karadeniz’e su geçişinin yavaş
yavaş değil de, bugün Boğaz dediğimiz
bölgedeki toprak engel üzerinde ani
yarılmayla gerçekleştiği sonucuna
varmışalrdı.
Pitman 1998 yılında
Harvard Üniversitesi’nde verdiği bir
konferansta gürüldeyerek akan suyu açılan
gediği Niagara Şelalesi’Nin 200 katı bir
kuvvetle aştığını söyledi.
Tuzlu su, iki deniz dengeleninceye kadar su
seviyesi düşük olan göle akacaktı.
“Önce bu hafif bir akıntı halindeydi. Daha
sonra su, yüzey tabakalarının altındaki asıl
kayalara ulaşınca daha hızlı akmaya başladı.
Aylarca süren vahşi bir çağlayabndı”.
Pitman ve Ryan,
senaryolarını 1993 yılında toplanan karot
örneklerine dayandırdılar.
Bu
örnekler ve içlerindeki
deniz kabukları, yaklaşık 7500 yıl önce
tatlı sudan tuzlu suya geçiş olduğunu
gösteriyordu. Bu geçiş, iki tortu tipi
arasındaki sınırın bir milimetreden daha az
bir kalınlığa sahip olduğu daha sonraki
karot örneklerinde daha da açık. Ki bu da
ani bir geçişe, aslında bir su taşkınına
işaret ediyor.
Son dönemlerde Ryan ve
meslektaşı Candace
Major, daha yeni örneklerden elde edilen
kabukların kimyasal analizine başladılar.
Bulgular, Ryan ve Pitman’ın daha önce varmış
oldukları sonuçları doğrulayabilir ya da
sonuçlar hakkında şüphe uyandırabilirdi. Şu
da bir gerçek ki,
son buzul çağı biterken ilk insanlar
destansı selelre maruz kalmışlardı.
Yaşam, buzullar ve deniz kıyıları arasındaki
bölgeye hapsolmuştu. Geri çekilen
Avrasya buz tabakasının ağırlığıyla oluşan
çöküntüler suyun akışına engel olup onu
batıya yönlendirdiğinde, erimiş su yaklaşık
10.000 yıl öncesine kadar, o zamanlar bir
tatlı su gölü olan Karadeniz’e akmaya devam
etti. Dünya denizlerinin su seviyelerindeki
artışa rağmen, göldeki su, sadece dar bir
geçitle ayrıldığı Akdeniz’in su sevisinin
artışa rağmen, göldeki su sadece dar bir
geçitle ayrıldığı Akdeniz’in su seviyesinin
yaklaşık 150 metre altına inene dek
azalacaktı.
Pitman bu toprak
engelde gerçekten yaşanan bir afet sonucu
bir gedik oluşmuş olması halinde,
Karadeniz’in su seviyesinin
günlük 15 santimetre yükselmesi gerektiğini
hesapladı. Üz Avrasya steplerine sınır
oluşturan kuzey sahilinde yaşayanlar, günde
1 kilometreden fazla geri çekilmek zorunda
kalmış olmalıydı. Günümüz
Türkiyesi’nde yaşayanlar ise yakınlarındaki
dağlara sığınabilecekti.
Ancak yaşanan
selin hızı, evlerin boşaltılması ve
insanların bölgeyi terk etmesi için çok az
zaman bırakacaktı. Ve o insanlara ait
eşyalar, denizin altında bozulmadan kalmış
olmalıydı.
Ryan ve Pitman’ın
teorisini destekleyici kanıtlar
bulabilirmiydik?
Mil çökelmesinin çok az olduğu Sinop
çevresindeki sular, eski bir tatlısu içdeniz
kıyısına ait kanıtları aramak için mükemmel
bir ortam sunuyordu. Proje kapsamına taşkın
araştırmasını da dahil edecek, batık
gemilerin yanı sıra kıyı şeridini de
arayacaktık. Karadeniz öyküsünü Neolitik
dönemdeki başlangıcından günümüze dek
genişletecektir.
Karadeniz Projesi aslında 1996
yazında başladı. Bilim adamları, öğrenciler,
Türk meslektaşlar ve sayıları genellikle
30’u bulan ziyaretçilerden oluşan
ekibimizden çoğu kişi, Sinop’ta, Otel 57’de
kaldı. İlk iki yaz süresince kara ekibi,
Neolitik dönemden Bizans dönemine yüzlerce
arkeolojik yeri saptayarak, Sinop
Yarımadası’nın sistematik bir incelemesini
yaptı. 1998’de, görevi çevre denizlerdeki
sonar hedefleri bulmak için, MIT profesörü
David Mindell’in yönetimindeki deniz ekibi
geldi. Bu hem kara hem de deniz ekiplerinin
tarihi sanat eserlerinin yerlerini
belirlemek için benzer kesit alma yöntemleri
ni kullandıkalrı, yenilikçi ve geniş
kapsamlı bir arkeoloji çalışmasuydı. Dağ
zirvesinden okyanus dibine haritasını
çıkardığımız bir “Sinop ve denizleri”
kaydımız olacak.
Fred Hiebert ve kara ekibinin lideri,
Owen Doonan’la 1999 yazında karşılaştığımda
Hiebert, “Burası yaşayan bir arkeolojik
alan” demişti. Ekip, bölgeyi bir metrelik
şeritler halinde tarayarak, Eski Yunan,
Roma, Bizans ve Osmanlı köylerine ait
4000’in üzerinde çanak, çömlek parçası
bulmuştu. “3000 ila 4000 yıllık bir yerleşim
alanına ve canlı ticarete ait kanıtlar elde
ettik diyecekti “Hiebert.
Ancak o yazki ilk
görevim,
Ryan ve Pitman’ın deniz yüzeyinin 150 metre
altında olabileceğini söyledikleri, antik
kıyı şeridini bulmaktı. Bir dizi
günlük yolculuk için yöredeki balıkçı
teknelerini kiralayıp, onları ekipmanımızla
donattık. 11 Temmuz’da keşif amaçlı bir dizi
sonar çalışması için Sinop’un 30 km
doğusundaki bir noktaya doğru yola koyulduk.
Öğleden sonra asistanım Dwight Coleman,
sonar monitöre bakmamı sağladı. Denizin
altında daha önce gördüğüm hiçbir şeye
benzemeyen dev bir yapbozun üzerinden
geçiyorduk. Altımızdaki bu yapboz, bir kum
setini andıran bir bölüm ve hemen ardında da
kumsal dalga hareketleriyle biçimlenmiş bir
tümsekle son buluyordu. Bu, oydu!
Antik kıyı şeridini
bulmuştuk! Artık onu belgelemeliydik, ancak
hava bozmakta gecikmedi. Köpüklü dalgalar
koyu iki gün boyunca esir aldı ve balıkçı
tekneleri, beton iskele boyunca asılı
lastiklere sürtünüp durdu. Ve, yaşamın o
küçük rastlantılarından biri gerçekleşti; su
altı arkeologlarının duayeni kabul
edilen George Bass, Sinop’a geldi ve hava
yatıştı. “Mutlaka bir şey bulacağım dedim
onaç “O antik kıyı şeridinden taş ve kabul
getireceğim”
Birlikte denize açılırken, “Biz rakip
değiliz” dedi cana yakın bir ifadeyle. “Sen
keşfetmeyi seviyorsun, bense onları kazarak
günışığına çıkarmayı” Deniz yeniden azmıştı
ve sonar ekipman tehlikeli şekilde
sallanıyordu. Fotoğraf için bir UKA’yı aşağı
ndirmek bir felaketle sonuçlanabilirdi, bu
nedenle ben de tarak indirmeye karar verdim.
Eğer Bass karşısında bir avantajım varsa, o
da teknolojiydi. Ancak o günkü gizli
silahımı eski bir alet, basit bir taraktı.
Tarak geri geldiğinde herkes
güvertedeydi. Gri çökeltilere doğru uzandım,
bazı taş ve kabukları çekip çıakrdım ve
George’a bir çakıltaşı attım.Yüzü aydınlandı
taş yuvarlaktı!. Bir öumsal taşı. Bu eski
tatlı su gölünün kıyı şeridiydi, buna hiç
şüphe yoktu. Bu taşlşar yüzyıllar boyunca
birbirlerine çarparak biçimlenmişlerdi.
“İnanılmaz” dedi Bass. Sonra tahmin
ettiğim gibi şüpheci bir tavırla yüzüme
baktı: “Artık şansa ihtiyacımız var.”
Bu sahille eş zamanlı bir insan
yerleşimine ait kanıtın, ancak şasns eseri
bulunabileceğini söylemek istemişti.
Beklentiler arttıkça arttı. Nuh Tufanı
herkesin dilindeydi, fakat tüm sahip olduğum
bir cep dolusu taş ve bir avuç dolusu da
deniz kabuğuydu.
En azından bilim
güvenilirdi. Topladığımız kabukalra, karbom
tarihleme metodu uygulandı. Yaşalrı 2.800
ila 15.000 arasındaydı ve
eski tatlı su kabukalrı ve daha genç tuzlu
su kabukları arasındaki sınır yaklaşık
oalrak 7500 yıldı; Ryan ve Pitman’ın su
geçişiyle ilgili olarak buldukları tarihle
aynı. Tarağın topladıkalrı arasında
3500 yıllık bir ahşap parçası vardı. Sığı
sualrda anoksik (oksijensiz) çukurdan
uzaktaydı. Orada ne araıyordu ve bu kadar
uzun bir süre nasıl dayanabilmişti?
Eylül 2000’de Northern
Horizon’la Sinop’tan uzaklaştık
ve sonar kızağımızı, doğudan batıya,
antik kıyı şeridinin tam güneyine çekmeye
başladık; yerleşim bölgeleri arıyorduk. Bir
hedef listesi hazırladık, aralarından birisi
özellikle umut vericiydi: Alan 82.
9 Eylül’De Küçük Herkül’Ü aşağı yolladık.
Her zamanki gibi inişi büyüleyiciydi. Aracın
projektörü, deniz anası, karides ve
planktondan oluşan yarısaydam bir anaforu
ortaya çıakrdı. UKA’nın dibe çarpıp deniz
altındaki bitkisini kopardığı yerde,
hidrojen sülfür çökeltisi yayıldı. Sabah
10:30 DA, kamerlarımız dipteydi ve biz
somurtuyorduk. Henüz ne bir ahşap parçası
vardı, ne de bir hedef. Saat 11:00’de Küçük
Herkül, 90-100 metre derinlikte, sahilden 20
metre açıkta ilerliyordu. Ahşap kazıkalr ve
mil içine yarı gömülmüş köşeli taşlarla,
inşaat alanına benzer bir yere geldi.
Tüm gözler monitördeydi. Fred Hiebert
heyecanla “Var ve! Çökmüş bir yapı! Bakın
direkelr ve balçık öbekleri var. Bu
arkeolojik bir alanın röntgenine bakmak gibi
bir şey” dedi. Küçük Herkül alanda bir tur
attı. Ahşap? Düzenli bri taş yığını, belki
de bir duvar kalıntısı bulmayı umut
ediyordum. Ancak burada antik kıyı şeridinin
100 metre üzerinde tamda insan yaşamına dair
bir kanıt bulmayı beklediğimiz bu yerde,
ahşap vardı.
Bu keşif e-posta, telefon konuşmaları ve
basın açıklamalrından oluşan bir karagaşayı,
keyif ve şüphe dolu dakikaları beraberinde
getirdi. Manşet olmuştık. Elimizde ya
Karadeniz sahilinde bütünüyle yeni bir
uygarlığa ait bir aknıt ve ya da çöp yığını
vardı. Her ikisi de olabilirdi. Bir ay
sonrakarbon tarihleme, ahşabın genç olduğunu
, 200 yıl önce dibe çöktüğünü gösterdi.
Ancak taş bloklarla ilgli kuşku ve kaygı
devam ediyorduı. “Onun bir kara parçası
olduğunu düşünün” diye yol gösterdi Fred.
“Gerçektende öyle. Onu kazmak zorundayız.”
Teksas’taki Sulaı Arkeoloji
Enstitüsü’nden Cheryl Ward ve Ulusal Okyanus
ve Atmosfer İdaresi’nden John Broadwater,
buluştan iki gün sonra gemiye geldiler.
Hepimiz filmi derinlemesine inceledik.
Üzerinde konuştuk, tartıştık. Sonunda,
ekibimizdeki bütün arkeologlar ve doktorlar
aynı sonuca vardı: Ahşap olmasa bile, antik
kıyı şeridinin yanında, insan eliyle
şekillendirilmiş bir materya bulmuştuk;
materyal orada taşkından önce var olmuş
olmalıydı. Gemide, teoriler ve karşıt
teorilerle günler süren bir kargaşa yaşandı.
Ahşabın büyük bir kuşku ile incelenmesi
gerektiğini biliyordum; ancak önceki yaz,
3500 yaşında ve koruyucu anoksik bölge
dışında br ahşap parçası bulmamışmıydık? Ama
neden?
Yapboz artık daha
karmaşık bir hal almıştı. 11 Eylül gecesi
geç saatlerde, Küçük Herkl görkemli bir
görüntünün içine daldı: Terra-cotta (pişmiş
toprak) amfora ve küçük kaplar, demir çapa
ve ahşap kirişlerle dolu bir gemi batığı.
Cheryl Ward’ın hesapalrına göre bu dördüncü
yüzyılın son dönemlerine ait bir Bizasn
ticaret gemisiydi. Üzerinde siyah lekeler
olan, havuç formlu amforalar Sinop yapımıydı
ve liman kıyısında pişirilmişlerdi. Fred
Hieberd ve Owen Doonan antik dönem fırın
yerleriniz aten biliyorlardı. Siyahlık, kumu
amfora yapımında
kullanılankil ile karıştırılan ve Sinop
yakınalrında yer alan volkanik kumsal
Karakum’dan kaynaklanıyordu.
Bu, bizim deniz ve kıyı arasında
kurduğumuz ilişkiydi. Bazı amforaların, kil
veya ahşaptan yapılmış, bozulmamış tıkaçları
olabilirdi; ki bu durumda içinde sardalye,
zeytinyağı ve şarap gibi taşıdıkalrı
malzemenin arıkları bulunabilirdi. “Sinop
amforasına, tüm Karadeniz sahil şeridi
boyunca rastlanır” dedi Fred. “Sinop
kentinin simgesi –pençesinde yunus taşıyan
kartal- denizin karşı yakasında, Ukrayna’da
da tanınıyordu. Ama açıkçası, şimdiye dek bu
amforaların izlediği rotayı görmedik.
İşler yolunda gidiyordu. O gece amfora
yüklü ikinci bir gemi enkazı ve geminin
omurgasına ait gibi görünen ahşap parçalar
bulduk. Gemiye ait hiçbir bağlantı malzemesi
görmedik ve kaplama tahtalarını birbirine
bağlayan ek yerlerine dair de hiçbir kanıt
bulamadık.
Hala, oksijenin az
olması gereken derinliklerde Roma-Bizans
gemilerine ait aşap parçaları görüyorduk.
Bunun anlamı neydi?
Sinop’taki balıkçılar yükselip alaçalan
“zehirli sular”dan bahsetmişlerdi.
Oksijenin azalıp çoğaldığı bir bölge
olabilirmiydi?
Sinop’taki bir iskele
kahvesinde, Şükrü Gümüşadında 75 yaşında bir
balıkçı ile tanışmıştım. “Balıkalr zehirli
suları fareder
demişti bana Şükrü Gümüş. “Başka
yerlere giderler.
Bu zehirli sular önceleri 90 metrelerdeydi.
Şimdi ise bazen 50 metre hatta 20 metrelere
kadar geliyorlar. Bazı günler, ağları
indirip balık tutarsınzı; bazı günlerse
balıkalr ölüdür ve ağlarınız kararır.
Karadeniz’İn 15 yıl içinde ölmesinden
korkuyoruz biz”.
Mantıklı. Zehir
tabakası yükselip alçalıyorsa, açık denizde
yüzden balıkalr bunda kolayca kaçabilirdi.
Ancak dipteki yaratıklar;
kabuklular ve yumuşakçalar gibi okyanus dibi
sakinleri, aralarında ahşap kurtları da
olmak üzere öldürler. Bu durumda her türlü
etkiye açık ahşap, tümüyle oksijensiz omayan
sualrda varlığını sürdürebildi.
Peki yükselip alçalmaya
neden olan neydi. Northern Horizon’daki
kitalığımdan, politik çözülme öncesi
yayımlanmış Rus oşinografi metinlerini
aldım. Ve metinlerde mantıksal işleyişi
buldum.
Zehirli su ve üst katmanlar arasındaki sınır
düz değildi, ortada bel veriyordu. Kötü hava
deniz yüzeyini hırpaladığında, enerji, iç
dalgalar yaratarak bu kavisin uçlarına
geçer. Kıyıya vuran ve ardından da deniz
yüzeyinden aşağılara inen bu dalgalar,
Karadeniz boyunca 80 ila 180 metre
derinlikler arasında bir kuşak oluşturur.
Ve
ahşap, bozulmadan varoluşu için gerektiğini
düşündüğümüz derinlikten daha sığ olan bu
bölgede varlığını sürdürebilir.
19 Eylül Salı günü, gece nöbetçisi, ilk
batıktan yaklaşık 105 metre uzakta, dört ila
altıncı yüzyıla ait üçüncü bir gemi enkazı
buldu. Bu batıkta mil kaplı üç küme amfora
vardı, ancak az miktarda ahşap bulunuyordu.
Bir hedefimiz daha
vardı: Hala, 200 metre derinlikteki karanlık
deniz dibine ulaşmamız gerekiyordu. Ancak
kıtasal şelf, 215 metre civarında aniden
azalır ve eğimler, heyelan sonucu oluşan
döküntülerle kaplıdır. Ve bu bölge,
depremlerin milyonlarca yıldır toprağı
yeniden şekillendirdiği Kuzey Anadolu Fay
Hattı’nda yer alır.
2000 metreden daha derin olan deniz
emrkezinde heyelan yıkıntıları
olmayabilirdi; ancak, belki de izini sürmeye
değmeyecel bu bölgeye ulaşmak ve araçların
derinliklere inip çıkması fazlasıyla bir
zaman alabilecekti.
Yine de karanlığın el değmemiş merkezine
doğru ilerledik. Ve burada, dalgalı denizde
ekspedisyon sona ermeden iki gün önce,
sabrımızın karşılığını aldık. 300 metreden
daha aşağıda, denizaltı dünyasında yol alan
Küçük Herkül, önce serap gibi görünen bir
şeye doğru ilerledi; 10 metreye ulaşan gemi
direğiyle yükselen dördüncü batık.
Aracı daha yakına hareket ettirdik ve
enkazda hiçbir metal aksam ya da bağlantı,
herhangi bir donanım ya da yelken bezi
olmadığını gördük. Çok fakir ya da çok eski
bir kültüre aitti. 15 metre uzunluğundaydı,
el yapımıydı ve mille örtülüydü. Oksijensiz
sularda öyle iyi korunmuştu ki sualtı
arkeologları hala hayret içinde.
Geç Roma ya da erken Bizans dönemine,
yaklaşık İS 410-520 yıllarına ait, sanki dün
kesilmiş gibi görünen ahşabıyla 1500 yaşında
bir gemi. Kimse daha önce, antik
dünyaya ait böylesine iyi korunmuş bir ahşap
gemi görmemişti. Taşıdığı yükler bozulmadan
kalmış ve tarihçilerden ve sualtı
arkeologlarından oluşan bir kuşağın
varsayımlarını netleştirecek cevapalrla dolu
olacaktı. “Buluş olağanüstü” dedi
Cheryl Ward. “Çürüme yok. El yapımı
dikmeleri ve dümen yekesini de
görebiliyorum. Bu gemi limandan yeni
ayrılmış gibi.”
Williard Bascom haklıydı. Yaşamın
lanetlendiği Karadeniz’İn dibi ahşap
gemilere deva olmuştu. Ve düşünün:
Taşkının yarattığı karmaşa öncesinde göl
suyu tatlıydı ve böylece de içinde ahşaba
zarar veren yumuşakçalar yaşamıyorud. Ortaya
çıkan sonuç inanılmazdı: İnsanoğlunun ilk
yolculuklarını gerçekleştirdiği dönemlerden
günümüze kadar, Karaadeniz’de yelken açan ve
yok olan bütün gemiler –belki de 50.000
farklı enkaz- bozulmadan kalmış olabilirdi.
Zehrin içinde.
Onalrı kazı yaparak ortaya
çıkarabilirmiyiz? Ve onalrdan yeni bir
şeyler öğrenebilirmiyiz? Gizemini sürdüren
gemi omurgasının fotoğraflarını çekmenin ne
yararı var?
İşte bu nedenle hercules’i yapıyorum.
2002’de hazır oalcak, dünyanın ilk robot
derin deniz aracı. O sadece benim gözüm
değil, aynı zamanda kazmam, fırçam ve
ellerim oalcak. Bulgaristan açıkları, Tuna
Deltası yakınları, bir sonraki hedefimiz.
Keşfedeceğiz ve kazacağız. Ve en derin
derinlikleri yine ziyaret edeceğiz.