Artvin: Denizin Dağlı Çocuğu

Sarp dağlar, yeşil okyanus, derin vadilere
doluşan sis ve hayal kervanları gibi doruklara
tırmanan köyler... Çılgın Çoruh'un dağlara boyun
eğdirdiği bir yamaçta salınan bir kent... Öyle
bir kent ki, fırtınayla dalgalanmış Karadeniz'i
andırır... Geçit vermez dağları, sarp
coğrafyasıyla değil sadece; insanının
çalışmasında, yürüyüşünde, şakasında, gülüşünde,
horonunda o fırtınanın devinimi yansır.
Artvin'dir burası; yeşilin renkleriyle afallatır
insanı, her an bulutlarla oynaşır.

Fotoğraf: Tijen Burultay
Ne güzel bir sevda türküsüdür; “Ben seni
sevduğumi de dünyalara bildirdum”. Bu türküyü
bizim birçok sanatçımız çok güzel söyler, ama
benim sevgili dostum Kazım Koyuncu, Hopa’nın o
delişmen çocuğu bir başka efkarla, içli ince bir
hasret duygusuyla söyler.Türkünün devamı bir
sevdanın yer yer hüzünlü ama inceden gülümseten
çağrısını, cilvesini dillendirir. Artvin’i bu
içe işleyen türkünün ilk sözleriyle düşündüm
onca zaman; özdeşleştirdim. Şimdi, “Ben oni
sevduğumi bildireyrum dünyaya/ Dolaştım
Livane’Yi hem atlı hem de yaya”.
Fırtınalı bir kış gününde Karadeniz’i düşünün…
Artvin tastamam budur. Bu sadece coğrafya
bakımından böyle değildir; insanın şakasından
gülümsemesine şarkısından horonuna dek neredeyse
yaşamın bütün alanalrında dur durak bilmeyen bir
iniş çıkış, dışarıdan bakanı şaşkına çeviren bir
devinim vardır.
Fırtınaya uğramış denizde düz gibi görünen her
kesit az sonra bir bayıra, dağa emsal bir
dalgaya döner. Artvin’de en küçük düzlüğündört
yanı yokuş, dağ bayırdır. Fırtınanın
alacakaranlığında dönenen deniz, binlerce rkle
afalaltır insanı. Artvin sarp, yeşil, sisten ve
hayaldendir.
Gerçeküstücü ressam Magriette’in başlığı
“Bulutlardaki Şato” diye çevrilebilecek bir dizi
resmi vardır. Bu resimler ayak bastpğımız
toprakla üstümüzdeki boşluk kavramlarını yeniden
düşünmeye zorlar insanı. Magriett bu
resimlerinde, insanın yerçekimi alışkanlığıyla
“boşluk1 dediğinin salt düşsel bir alan olup,
olmadığnı; üstümüzdeki aleml, üzerinde
yaladığımızın birbirine hangi bağlarla
bağlandığını sorgulayan bir yol tutmuştur.
Artvin’İn yolları sıklıkla
insana bu resimleri gösterir, çünkü yaşar
Artvinli bu resimlerde. Gitmekte olduğumuz yolun
bir yanı neredeyse 60-70 metre uçurum, uçurumun
karşı kıyısında, aynı yükseklikteki kayaların
başında taştan ve ahşap bir ev duruyor. Biraz
hızlı gitsek göremeyebiliriz, çünkü zaman, eve
kayanın rengini kazandırmış,
renkler birbirine
geçmiş, ev üstünde durduğuyla bir ve aynı
özellikleri kazanmış. Önce “nasıl” diye, soruyor
insan, sonra “neden”. Hangi duygu; hangi
gereklilik insanı o kayanın başına bir ev
yapmaya götürür?
Yolcu Artvin’İn yerleşmelerine bir de bu gözle
bakacak ve evlerin, bir dağa tırmanan kafileler
gibi “boşluğun” küçücük düzlüklerine dizildiğini
görecektir.
Düşünün bir kış günü
Karadeniz’i nasıl zorlu hayaller ilham eder;
Artvin’in her dağı, dağ dorukların yakın her
yaylası, bu çetin dağların arasındaki gölleri,
daracık, dik, ürkütücü güzellikteki vadileri
işte
böyle zorlu
hayallere götürür insanı.
Geçmişte Artvin’i de
kapsayan coğrafyanın bir kısmının Çoroksi, Çorok,
Kolhis
gibi adlar taşıması
bu bölgeye yerleşen Gürcü kabilelerine
bağlanıyor. Bunlar Çoruh’a verilen tarihsel
adlar, Osmanlı döneminde Livana/Livane denmesi
ise Hurrilerin bu bölgeye verdikleri “Nigali”
adıyla açıklanıyor. Pars Tuplacı, Osmanlı
Şehirleri adlı çalışmasında, az duyulmuş ya da
az kullanılan iki adından daha söz eder.
Haspasus ve Acampsis. Cumhuriyetten önce ve
cumhuriyetin ilk yıllarında Çoruh adını almış.
Tarihi inceleyenler, bir dönem Artvani olarak
kullanılan ve yakın tarihte Artvin biçimiyle ad
olan sözcüğün kaynağı hakkında sağlıklı bir
bilgiye henüz ulaşmamaış görünüyor.

Artvin’in tarihsel geçmişiyle ilgili bilimsel
incelemelerin, yüzey araştırmalarının, kazıların
bu denli kıt olması, hem şaşırtıcı hem de burayı
anlamayı zorlaştıran bir etmen. Zamanın değişik
katmanları üzerinde yaşayan bu kentin kökleri,
bugün Kars, Gürcistan ve Kafkaslar gibi bağlaşık
ve komşu olduğu bölgelerde elde edilen verilerle
yorumlanıyor. Biz şimdilik, Şavşat’ın Meşeli ve
Yusufeli’nin Demirköy yakınlarında bulunan bakır
ve tunç baltalara dayanarak İÖ 3000’li yıllara
tarihlendirildiğini söylüyoruz.
İnsan sevdiği birini, bir yeri anlatırken ondan
içre olup da ona karşı hoyratlık edeni de söylr.
Bu yazıyı yazmak için Karadeniz sahil seridini
şaraken gördüğüm ilk şey “Yol yapmak” adı
altında o muazzam doğanın sökülerek bütün sahil
şeridinin yüzsüzleştirilmesi oldu. “Kara-yolcu”
zihniyet, kentin içinde geçmesi gereken yolu, “istmlak
bedelleri pahalı” gerekçesiyle sit ve ormanlık
alanlardan geçirdi.Karadenizliye denizi
yasaklayan bu yol, yüzyılın ucubesi oalrak
tarihe kazıldı.
“Haçan, yoçuler ceçmiş olsun Artvin’e celdik!”
Karadeniz şivesiyle şoför bu sözleri söyledi ama
ortada kent yok. Acemi yolcu, “hoş geldiniz”
yazısından beri “kent” denene bakıp
şaşırmaktadır, çünkü önünde dimdik bir dağ ve bu
dağın yamacında gözüken birkaç evden başka bir
şey yoktur. Kente varmak için, Karadeniz
ezgileri eşliğinde tırmanan bir dolmuşa dahi
binmek gerekmektedir. Karadeniz ezgileri
dendiğinde akla ilk gelen, oynatan, diri bir
müzik olur. Ama bazı türküler insanı, ince bir
efkarın içine çekiyor:
“Denizde karartı var
Şu giden kayıkmıdır?
Ben kaybettim yarimi
Ağlasam ayıpmısır?”
Kent merkezlerinde beniz Hasan Yazıcı,
kardeşleri Nemciye ve Havva karşıaldı. Lazca,
Gürcüce, Hemşince, dahası hangi dilin şivesiyel
konuşuluyorsa konuşulsun Nazım Hikmet’in Kuva-yı
Milliye Destanı’ndaki Şaban Reis’in, Arhavili
İsmail’İn torunlarını görür, onları dinlersiniz.
Nasıl betimliyordu şair:
“Dümende ve başlatlarında insanalr vardı ki
Bunlar uzun eğri burunlu
Ve konuşmayı şehvetle seven insanalrdı ki
Sırtılacivert hamsilerin ve mısır
Ekmeğinin zaferi için
Hiç kimseden, hiçbir şey beklemeksizin
Bir şarkı söyler gibi ölebilirdiler.”
Şimdi bu kent merkezinde, uzun eğri burnuyla
Hemşinlinin, Gürcüyle Kafakslının sesi
“konuşmayı şehvetle sevmek” makamında bir
alaşımdır.
Hemşin horonundan, “Karabak” denen Gürcü
oyununa, Doğu Anadolu etkileri taşıyan “Koçeriden”
Kafkaslardan esinlenerek söylenen “Cilveloy”una,
Dadaş nağmelerini çağrıştıran, ama Laz’ın,
Gürcü’nün aceleciliğiyle figüre dönüşmüş “Atabarı”ndan
Deli Laz horonuna… Tümü iç içe ve her biri
kendine özgü değerleri, özlemleri söyleniş ve
oynanış özellikleriyle yaratmış buradaki dokuyu.
Konuştuğum gençlerin çoğu öğrenim, yükseköğrenim
görüyor. Şaşırtıcı olan şu ki, tarımın ve
sanayinin başka pek çok ile göre büyük mesafe
geride olduğu bu il için öğrenim istatistikleri,
“yükseköğretim yüzde yetmişin üzerinde ve genel
öğrenim düzeyi yüzde doksan dörttür” diyor. Bu
bakımdan ülke birincisi sayılıyor. Nedenine,
nasılına Do. Dr. Ali Demir yanıt veriyor:
“Burada doğa ve yaşam koşulları insanı uzun
yıllar eledi. Bu koşullara dayanamayan bebek ya
da büyükler erken ölümlerle gitti.
Dayanabilenler için bir çare gerekiyordu…
Çocuğun okuması; topraksız, sabansuz, arabasız,
yolsuz köylü için uzun yıllar kurtuluş yolu
sayıldı.Ya okuyup kendisiyle birlikte ana
babasını da bu dehşet koşullardan kurtaracak ya
da o çocuğun çocukları da dayanması güç o
koşulalr içine doğacaktır.” Okuma olanağı
cumhuriyetin ilk yıllarında elbette kıttır.
Öğretmen yetiştiren Cilavuz Köy Enstitüsü bu
bakımdan muazzam bir tutamak olur.
Konuşurken benim aklıma Yaşar Kemal’in Karadeniz
röportajları geldi. Dünyada taşınma mal olarak
nitelendirilen toprak, Karadeniz insanı için
taşınır olmuş, çünkü yağmur yağınca toprak alır
başını gider, tarla denilen yamaçta çıplak kaya
kalır. Karadenizli gider o toprağı torba torba
yukarı getirir, bir avuç tarla için. Sırtı cılk
yaradır.
Bir fındık bahçesinin altında seher
aydınlığında, şebnem ve çimen kokusuyla çay
içiyoruz. Cemal Dede ile eşi Fehmiye Hanım’ım
konuğuyuz, “Sevdaluğun çaresi gene sevdaluktadur”
diye takılıyorum. Fehmiye Hanım “Ha bunin yok
midur başka işi” diye severek kızıyor bana…
“Nasılsın” diye soruyorum Cemal Dede’ye: “Ha
boyla (böyle) tikine durayrum” Duyanı biraz
gülümseten, bu basit yanıt, büyük kentlerde
daralan kelime dağarcığını düşündürüyor bana.
Oralarda “nasılsın” sorusuna verilen yanıt o
kadar azaldı ki, neredeyse teke indi: “İdare
eder”. Oysa tikine durmak kimseye yük olmamaktan
duruşundan ödün vermemeye, edasını, vakarını
korumaya dek, ne çok çağrışım içeriyor.
Çam ormanın üstüne ayışığı asılmış, vadiden
dökülen derelerde şavkıyor. Bu tılsımlı ışıkta
derinleşiyor gece, göçmen bulutların altında
belirsizleştikçe derinleşiyor vadi. Artvin’e
karakteristiğini kazandıran coğrafyayı tanımak
bakımından bu sarıp sarmalayan, insanı kendi
girdabına salıp yeniden su yüzüne çıkaran, bu
sarp ve yeşil sessizlik benim için güzel bir ilk
adım oldu. Yaz gecesine şebnem yağıyor.
Yeşil Okyanus
Çoruh’un kıvrımınca ilerliyoruz. Irmakla
bağıntılı bütün yol ağının bakımlı olduğunu
söylenemez. Artvin merkezini geçen anayoldan
sapınca, Gürcistan ile aramızdaki sınırı
görüyoruz. Muratlı (Maradid) çayının bir yüzünde
akrabanın biri, öbür yüzünde ötekş. Söylence
odur ki, karşı tarafta kalan Müslüman Gürcüler
uzun yıllar bu yakada okunan ezanla namaz
kılmıştır.
Biz merkez ilçeye bağlı Hamamlı’ya (Dolishane)
vuruyoruz yolu. Burada Bagratlı krallarından
Smbat (kimi kaynaklarda Sumbt olarak yazılmış)
zamanında yaptırılmış küçük ama güzelliğini
büyük oranda korumuş bir kilise var. Kilisenin
bir kısmı uzun yıllar cami olarak kullanılmış.
Bu yapının duvarında bir güneş saati varmış. “Mış”
çünkü saat milinin yerleştirildiği taşı duvardan
sökmeye yeltenenler paramparça etmiş. Köylülere
böyle bir fenalığı kimin yaptığını soruyorum.
Elbette ki kimseciklerin haberi yok. Tuhaf ki
kilisenin önünde köyün muhtarının, öte yanında
imamının evi, bitişiğinde cami var. Değil
buradan taş sökmek nefes alsan duyulur. Ama ne
göre, ne de duyan var. Bu duvardaki saat sanat
tarihçilerinin saptamasıyla “biricik” olduğu
için önemli değil sadece, bu küçücük yapı bu
toprakların tarihindeki buluşma noktalarını
söylediği için de çok önemli. Kars’taki Ani
harabelerinde Bagratlıların o olağanüstü
yapılarını bilenler, anımsayanlar dediklerimi
daha iyi kavrayacaklardır.
Pırnallı, Karadeniz’de Doğu Anadolu’daki aşiret
sistemini akla getirecek denli içe kapalı bir
köy. Porta Manastır Kilisesi’ne gideceğiz.
Manastırın olduğu Bağlar Bölgesine inerken
gördüğüm küçük mahalle bu yürüyüşün armağanı
oluyor bana. Gürül gürül akan bir derenin ve
çeşmenin kenarında Karadeniz’in basit
mimarisiyle yapılmış birkaç ev öylesine sakin
ki, gitme bir yere diyor, at kendini bir ağacın
dibine hayal et, kentin görmediğin yanını.
İnişli çıkışlı bir yoldan, orta zorlukta bir
patikadan geçerek erişiyoruz Porta Manastır
Kilisesi’ne. Ama bu yorgunluğa değer. Ormanın
kapladığı dar ve küçük bir vadinin dibindeki bu
yapı, Bagratlıalrın kralalrından 1. Aşot’un
torunu Prens Khaouli tarafından 896-918
tarihleri arasında yaptırılmış, Kral Gürgen’in
(918-941) saltanat yıllarında son şeklini almış.
Bir çan kulesi, bir şapel ve bir çeşmeden
oluşuyor.
Artvin’in merkezinde, tarihsel yapı
diyebileceğimiz mimari, ilçelerine ve köylerine
oranla yok denecek denli az. Buna karşın il,
İslamiyet öncesi medeniyetler bakımından bugün
bütüblüklü bir görünüm veren kentlerimizden
biri.
İşte Artvin Kalesi… Bagratlı kralı Büyük Oşet
900’lü yılların ortalarına doğru yaptırmış,
Osmanlılar bu kalıntıların üzerine kendi
kalelerini kurmuş. Şimdi ben bu kaleden Çoruh’u
kuşbakışı seyrediyorum. Oysa bu kaleyi buraya
yapanlar, bir zamanlar büyük bir ulaşım olanağı
olan Çoruh’u denetlemeyi de amaçlamışlar.
Yapay Uçurum
Çoruh mu? Onun şimdi her tarafı büyük iş
makineleriyle parçalanmış. Önüne setler
çekebilmek için oluşturulan yapay uçurumlardan
ibaret… O şimdi bir ırmak değil, çıplak,
mekanik, duvar, kaskatı, yapay bir makine.
Elektirik üretecek.
Bu konuda insan bazen ne diyeceğini şaşırıyor.
Çoruh’un üzerine yapılan ve onlarca tarihi köyü
beldeyi silip süpürecek olan barajlar, bütün
ötekiler (Hasankeyf, Munzur, Allianoi vb.) resmi
çevrelerin övünç meselesi. Oysa her Artvinli
soruyor: “Buranın doğasını, bitki ve hayvan
varlığını tarihsel üretimini yok
ederekmyapıalcak bir baraj ne kadar kazanç
sağlayacak? Örneğin Türkiye’Nin borçlarının
değil, borcun faizinin kaçta kaçına denk
gelecek?”
Dahası Yusufeli gibi tarih bakımından açıklayıcı
öneme sahip bir ilçe suya gömülecek. Çoruh ve
bağlantısı olan kanyonlar olmayacak. Barajlarla
birlikte bir sosyal plan olmadığı için büyük bir
göç dalgasıyla insanlar yaşamakla yükümlü
oldukalrı bu kültür coğrafyasından gitmek
zorunda kalacak. İklimi değiştiği için binlerce
bitki ve hayvan bir süre sonra burada olmayacak.
Uluslarararası ölçekte yeni yeni keşfedilen bu
coğrafyanın karakteristiği olumsuz yönde
değişecek.
Karadeniz’in kuş uçumu 30
kilometre kadar ötede olmasına karşın Borçka’dan
sonra güney iklimi görülmeye başlar. Çoruh
vadisinin bu kesitindeki
Zeytinli
(Sirya) köyü, bu
karakteristiği
çok güzel yansıtır.
Neredeyse bir Ege köyü zeytin ve ılıman iklim
seven birçok meyve çeşidi yetişiyor. Köyde şarap
yapılıyor. Köyün imamı bu durumdan hayli
şikayetçi ama şarap da yeni bir ürün değil
asırlardır yapılıyor. Sirya şimdilerde baraj
altında kalacak köylerden biri.
Dönerken, Şad Berda’ya
sapıyoruz.
Okumuşlar köyünün
önünde Şad Berta’nın kalıntıları Gürcü
krallığının izlerinden biri olarak tarihe
tanıklık ediyor. Okumuşlar’dan Mehmet Şen
buranın Şarbiyet kenti olarak bilindiğine,
dönemin bir ticaret merkezi olduğuna dikkat
çekiyor ve ekliyor: “Kaleyle bağlantılı bir yer
altı yolu, çıkışta dokuz odaya bağlanıyor”.
Dağdan kaleye inen toprak borular, dönemin su
kanalları olsa gerek
Artvinlilerin yaygın övünç kaynaklarından biri,
Kafkasör şenlikleri. Her yıl 27 Haziran – 1
Temmuz arasında düzenlenen şenliklerin ana
teması boğa güreşleri. Bu dışarıdan bakan bazı
insanlara hoş görünmeyen bir etkinlik, çünkü
meydana sürülen iki boğa sahipleri tarafından
ötekine karşı kızdırılıyor ve böylece
dövüşmeleri sağlanıyor. İki boğa çamurun içinde
birbirini hırpalıyor. Yeterince kızmamış olan,
canı dövüşmek istemeyen, geri çekilen, yıkılan
yenik sayılıyor. İki hayvanın dövüştürülmesinden
sevk almak aban göre değil; İspanya’da elinde
silahlarla bir boğayı ölüme göndermekten daha
insani denebilir, yine de hazzetemek kolay
değil.
Tulum Şiştiğinde
Lazlar değil sadece horonun ilmini, tılsımını,
insan üzerindeki etkilerini bilenler, horonun
insanı bir nevi vecde, kendi içinde yitmeye,
düşünüş içinde düşünüşe götürdüğünü söylerler.
İsmail Avcı Bucaklişi horonu anlatmaya şu
öçzdeyişle başlıyor: “Tulum şişer saruk baştan
düşer”
Horon sözcüğünün kökenleri üzerine yapılan
çalışmalar insanı daha derinlere götürüyor. Bu
sözcüğün Rum, Laz, Gürcü dilerlinde aynı ve
yakın işlevleri gösteren; horo, koro gibi
karşılıkalrı var. Tanrı sözcüğünün Pontusça,
Lazca ve Lazların Kafkasya’daki akrabaları
Megrelelrdeki akrşılığı ilgimi çekti. Tanrı
Pontusça “o theos”, Lazca “xormoti/Ğormoti”,
Megrelce “xoronti/Ğoronti”. Elbette
dilbilimciler daha ince bir noktaya
varacaklardır, am benim sezgilerim, horonun bu
coğrafyada birleşmiş, ayrışmış ve bugün de aynı
oyunu benzer çalgılarla oynayan halkalrın geçmiş
ibadet biçimleriyle bir ilgisi olduğunu
söylüyor. Sözcüğün etimolojisini bilmiyorum, ama
“baş”a karşılık da kullanılıyor, örneğin (ğormo
giskedinas (-başın sağolsun; ğormo didi ndğa
mekças – Tanrı uzun ömür versin) demek oluyor.
Kafkasör düzlüğünde tulum bir başladı, pir
başladı. Akşam alacasıyla başlayan horon sabah
alacasında sürüyordu desem, abartı saymayın.
Nemciye Yazıcı beni horon girip çıkan yaşlılarla
tanıştırıyor. Yaşlılar bir anlamda görevli gibi;
hem horonu yönlendiriyor, hem de deneyimlerini,
horon görgülerini gençlere, doğrudan doğruya
etkinlik içinde aktarıyor. Şavşatlı Hacı İlyas
Altun’la tanıştırdılar beni. “Bu toprakta tulum
ki şiti, tut tutabilirsen içinde hayat olani”
Tulum ve “ena! ena! (ey!) seslerine kahkahalar
karışıyor. Kimisi rakısını içiyor, kimi
ayranını, çayını. Geceye inceden yağmur iniyor,
her yerde bir ateş yanıyor, her ateşin başında
bir sofra ve sohbet. Göğe uzanan çam ağaçlarına
urganlarla asılmış salıncakta kadınlı erkekli
gruplar bulutlara inip çıkıyor.
Kafkasör’de kamp ve karavan için uygun yerler ve
Orman İçi Dinlenme Tesisleri’nde konaklama
olanakları var. Ancak “has Karadenizli çadır
kurmalı” diyorlar. “Bu bir tutku, burada,
toprağı duyacaksı; çamur, çiğ, çimen
kokacaksın.”
Ölüler Altın Takmaz
Bu yazıyı yazmadan önce farklı nedenlerle
Artvin’e üç kez gitmiştim. Ne zaman gitiysem
Yeşil Artvin Derneği başta olmak üzere sivil
toplum kuruluşlarının derdi aynıyd: Artvin’İn iç
ve dış turizm bakımından gözdesi olmuş
kafkasör’Ün hemen bitişiğindeki Cerattepe’de
siyanürle altın çıkarılması. Bu tarz madencilik,
altın çıkarma girişimi yeryüzünün neresinde
olduysa, insanalr aynı tepkiyi verdi.” Ölüler
altın tkmaz”. Artvin halkı, çiğ bir halk değil,
oluru olmazı ayırt edeck kadar gögülü bir
toplum. Örneğin, Borçka’daki bakır madenleri
binlerce yıldan beri işlemekteydi. Ancak bir
kentin toprağına, içme suyunakarışacak olan
siyanür barajı, bitkiyi, ormanı silecek bir
maden etkinliği, milyonalrca yılda oluşmuş
Çoklan Vadisi’ne milyonalrca ton toprak ve taş
dolduracak bir iş kabul edilemez.
Artvinliler ülkemizin anayasasının 56.
Maddesindeki “Herkes sağlıklı ve dengeli bir
çevrede yaşamak hakkına sahiptir” ilkesinin,
Artvin’İn bu kesimi için de geçerli olmasını
istiyor. Neşe Karahan, Artvin’de bir pastanede
bütün verielri seriyor ortaya. “Burada çıakcak
altının ne ülkemize, ne de Artvin’e bir yararı
var. Tam tersine, Artvin’i mahvedecek bir proje
diyor ve Artvin’de sık kullanılan bir özdeyişi
söylüyor: “Aklın varsa neylersin varı, aklı yok
ise neylersin avrı.”
Artvin’e giden Ardanuç’un, Şavşat’ın, Borçka’Nın
Karagöllerini görmeden demesin ki ben gezdim
burayı; Dört Kilise’Yi, İşhan’ı incelemeden
Şavşat’In, Yusufeli’Nin, Yalnızçam’In, Kaçkar’In
yayla evlerine konuk olmadan demesin ki ben
tanıdım artvin’İ.
Demesin sakın, Maçahel’i görmeden ben de gezdim
Artvin’i. Maçahel bozulmamış doğa alanı
bakımından evrensel bir değer. Bir kesimi
Gürcistan’da kalan vadinin ormanları, sadece
Türkiye’nin değil neredeyse Avrupa’nın insan eli
değmemiş nadir bölgelerinden biri. Her biri anıt
özelliği taşıyan ağaçlar ve görkemli bir orman
ekosistemi. Bununla birlikte, Maçahel havzası
yırtıcı kuşların göç yollarından biri olarak,
kuş gözlemi içinde çok güzel bir alan.
Bunu anlayabilen uluslar arası kurumlardan biri
UNESCO oldu ve Maçahel/Camili köyünün “İnsan ve
Biyosfer Programı” koruma ağı alanı içine
alınmasını kararlaştırıldı. Dünyada şu ana kadar
102 ülkeden 482 site UNESCO’nun “biyosfer
rezervi koruma alanı” içinde bulunuyor. UNESCO,
biyosfer rezervlerin ve biyolojik çeşitliliğin
korunmasıyla, ekonomik kalkınma ve kültürel
değerlerin devamlılığı arasındali çatışmaların,
sürdürülebilir bir şekilde çözülmesine dönük
temel bir yaklaşım oluşturulmasını” hedefliyor.
Oturup Hatila Deresi’Ni düşündüm, eğer üstündeki
toprağa altın için siyanir akıtılırsa, Hatila
zehir akacak ve Maçahel zehre bakacak.
Ormanın kenarında Artvinli gençler kamp
kurmuşlar, cıvıl cıvıl.Bugün birçok insan tuhaf
gelebilir ama Artvin’in genç kadınları hala mani
atmasını biliyor. İlk mani yetti bana:
“Mani mani mendileden
Mumlar yanar kandildan
Gel oturup konuşak
Sen dudaktan ben dilden”
Popüler kültürün her şeyin üstüne çıktığı bir
zamanda nasıl oluyor da bu insanlar hala mani
söylüyor? Eylem Sönmez veriyor yanıtını: “Biz,
hala anamızla, komşumuzla fındık ya da çay
toplamak gibi toplu çalışılan işlerle
uğraşıyoruz.”
Yaz sisinin içinden süzülen ışık, yolları Artvin
zambağına boyarken ben Kaçkar Dağı’nın
eteklerinde, Barhal Çayı’na girdim. Su değil
bembeyaz köpük, buzdan süt.Arınıp onca
yorgunluktan, kenarda düşündüm. Bir masal
hızında geçti burada günler. Gel gör ki nice
gezsen, nice yürüsen belleğinde kalandan ötesi
değildir şehir, ayrılık mealini bu suda yaşarsan
bu toprakalrda yine gelir, yine görürsün zahir.
Hoşça kalın denizin dağdaki çocukları…
Yazı: Tevfik Taş
|