|
|
|
Trabzon ve Rize tatil gezisi

Trabzon meydanındaki
dolmuşlar gerçek bir kaos yaratıyor. Özellikle
bu şehri tanımayan, yeni gelmiş ve biraz da
çabuk paniğe kapılan bir şoförseniz. Atatürk
Alanı, tüm yolların kesiştiği alışveriş ve iş
merkezlerinin bulunduğu Trabzon’un en işlek
meydanı. Kaldığım Usta Park Otel de tam orada.
Ama bu dikdörtgen meydandan çıkıp Akçaabat
yoluna koyulmak, neredeyse 40 dakikamı aldı.
Sürekli yanlış tarafa saptım, iki dev beyaz
dolmuş tarafından sıkıştırıldım ve bir sefer de
sapağı kaçırdım. Ama Trabzon’un geri kalan
semtleri böyle değil. Onlarca ilçesiyle koca
şehir bir meydanda nefes alıp verirse, bu son
derece normal.
Akçaabat ise sadece meşhur Nihat Usta’da
yediğim köftesiyle bana bu çileyi unutturdu,
derhal. Sofraya gelir gelmez.Fakat köfteci Nihat
Usta’nm debisi inanılmaz! Masaya oturanlar,
kalkanlar, hızla temizlenen masalar, hemencecik
çıkan köfteler, piyaza bir saniye içinde gelen
ekstra sirke… Burası Karadeniz’in, benim tanık
olduğum kadarıyla şizofrenik ruhunun bir
yansıması; hızlı, becerikli hatta sabırsız,
tahammülsüz ve aceleci. Tıpkı Rize’nin
olağanüstü yaylalarında horon tepenler gibi. Ya
da bana yön tarif ederken, anlamadığım bir
noktayı tekrarlamalarını istediğimde, bana
hafifçe sinir olan ve “yeter, çek git artık”
bakışı atan genç delikanlılar gibi. Bu insanlara
bunu “yüksek irtifa” yapıyor; bir süre sonra
bana da yaptı. İnsan yükseldikçe yükselmek
istiyor. Hangi yayla kaç metre? Daha yükseğine
tırmanalım. Hangi zirveye çıkış var; orayı
deneyelim. Doğu Karadeniz ilçeleri güzel, yerel,
bizden. Ama
Kaçkarlar’a bir adım attı mı insan, aşağı
inesi gelmiyor.Gezimin rotasını geniş tutmuştum
başta, ama Trabzon’a varınca o sürede çok daha
az yeri dolu dolu gezmek istediğime karar
verdim. Biraz batıya yönelip Gümüşhane ve
Giresun’u gezerek başlamaktı planım. Giresun’un
Şebinkarahisar’ında köylere gizlenmiş metruk Rum
ve Ermeni kiliselerini, benim gibi gezgin bir
arkadaşımdan dinlediğimden beri merak ediyordum.
Ama daha Trabzon’ın içindeyken fark ettim ki, bu
şehri bile adam akıllı üç günden az zamanda
gezemeyeceğim!
Benim gibi tarih tutkunlarına ekmek bol şehirde,
ne de olsa M.Ö. 8. yüzyıla uzanan bir geçmişi
var. 13. yüzyıla ait muhteşem duvar resimleri ve
fresklerle dolu, geç dönem Bizans sanatının en
önemli yapıtlarından
Ayasofya Kilisesi
burada. 1424 tarihli bir Ermeni manastırı
olan Kaymaklı da burada. Yakın tarihten
olağanüstü bir art-nouveau yapı olan Atatürk
Köşkü burada. Maalesef ben oradayken tadilatta
olan Trabzon Müzesi burada. Ama burada bir
yıldız var ki, kimse onun eline su dökemez.
Sümela Manastırı.
2000′lerin başında bitmek bilmeyen tartışmalara
sebep olan dev projeye yakından bakıyorum:
Karadeniz sahil yolu. Özellikle Trabzon kent
merkezinin sahil yapısını tamamen bozan, yan
bağlantılarıyla birlikte Trabzon’u tam bir
yollar şehri haline getiren bir proje.
Samsun’dan Sarp sınır kapısına uzanırken, deniz
ile yeşilin arasına giren soğuk bir yapılaşma.
Kıyısından geçtiği şirin kasabaları başka bir
şeye dönüştürmüş. Düşünün ki Ege ve Akdeniz
sahiline beton dolgu yapılmış, o koylar,
kayalıklı, kumlu kıyılar yok olmuş. Tabii ki
Karadeniz’in virajlı, engebeli ve çetin yapısı
sıkı bir otoyol gerektiriyordu ama bunu
şehirlerle dağlar arasına nazik bir şekilde
işleyebilirlerdi. Sahil de sahil olarak kalırdı.
Bunun yasını tutmak için çok geç. Şimdi
düşünülmesi gereken mesele, Sürmene’nin Çamburnu
ilçesindeki çöp tesisi. “Katı Atık Depolama
Tesisi” olarak sunulan ama ilçenin tam göbeğinde
devasa bir çöp alanı oluşturan bu saçmalık da
nedir? Sabahın 6’smda otelden çıkıp, sis inmeden
Sümela Manastırı’nı görmek için yollara
koyulduğum gün, Maçka yolunda bu alanın önünden
geçtim. Açıkhavada buram buram bir çöp kokusu
bulutunun içinden geçtik. İnanılmaz ama
gerçek.Sümela Manastırı’nı tüm heybetiyle görmek
için, işi şansa bırakmamak ve erkenden yola
çıkmak gerekiyor. Maçka’dan 19 kilometre
uzaklıktaki Altındere Milli Park’ı içinde,
dünyaya hakim olma arzusuyla mı, yoksa inzivaya
çekilme çılgınlığıyla mı bilinmez; öylesi bir
noktaya kondurulmuş ki Sümela Manastırı. Vadiye
hakim, oldukça dik 600-700 metrelik düz bir kaya
cephesinin ortasında inşa edilmiş, olağanüstü
bir haşmet, fantastik bir yapı. Sadece bunu
izlemek için bile Trabzon’a gelinir.Manastırın
girişinde, büyük bir su kemeri yamaca yaslanmış
duruyor. Dar ve uzun bir merdivenle manastırın
girişine ulaşılıyor. Kapının yanında muhafız
odaları bulunuyor. Buradan da bir merdivenle iç
avluya iniliyor. Solda, yapının esasını teşkil
eden ve kilise haline getirilen mağaranın önünde
çeşitli manastır odaları var. Manastırın ve kaya
mağaralarının içinde duvarlara çizilmiş figürler
muhteşem; tek sıkıntı, hepsinin gözlerinin
oyulmuş ya da yüzlerinin silinmiş olması. Meryem
Ana ve Hıristiyan azizlerini resmeden,
İncil’deki olayları canlandıran ve Meryem’le
İsa’nın hayatından kesitler sunan bu fresklerin
üzerlerinde bir de yüzlerce aşk temasına
rastlanıyor. “Seni Seviyorum Fatma”, “Şampiyon
FB” ve daha niceleri… Buranın keşfedecek çok
fazla sürprizi var. Benim için gerçek sürprizse,
oldukça büyük bir orta yaşlı Amerikalı turist
kafilesi oldu. Müthiş akıcı İngilizcesi,
kendinden emin beden dili ve esprileriyle
kafileyi büyülemiş kısacık ve sıskacık genç
rehber, duvarlardaki fresklerin teker teker ne
zaman yapıldığını ve neyi ifade ettiğini
anlatıyor, çenesinin altındaki minik mikrofona.
Amerikalıların her birinde bir kulaklık, hepsi
bir yerlere dağılmış, ama bütün dikkatler genç
kadında.Manastırın içinde Amerikan kafilesinin
durumu bu; şen şakrak ve enerjik. Dışında ise su
kemerinin tam altına gelen avluda bir grup Rum,
müzik yapıyor. İkisinin elinde kemence gibi bir
alet, bir digeri ise ortalarına geçmiş müthiş
yanık bir Rum türküsü söylüyor. Kemençeler
ağlıyor. Herkes hayranlıkla onları izliyor.
İnsanın içi ısınıyor bu noktada, bu yükseklikte.
Tarih bütün insanlığı bir yapan ve insana ilham
veren bir şey. Bahar havasının bu yükseklikteki
sert soğuğuna karşı ısınmak için iyi bir yol,
diye düşünüyorum.Dönüş yolunda, Coşandere
Tesisleri’nde mola vermek ve karalahana
çorbasına gömülmek icap ediyormuş. Yol tahayyül
etttiğimden daha güzel, çok daha rahat aşılıyor.
Yer yer, Karadeniz’i Karadeniz yapan o yeşilin
binbir tonunu giyinmiş ağaçlıklar, ormanlar… Yer
yer fukara Anadolu yapıları, bakkallar,
muhtarlık binaları… Maçka’dan sonra tekrar sahil
yoluna çıkıp Rize’ye yönelmek hedefim. Yağmur
indirmeden ve sis basmadan Sümela Manastırı’nı
gördüm ve sabahın 10′unda karalahana çorbasını
mideye indirdim. Bir saatlik bir uyku iyi
giderdi şimdi. Özellikle bu tip yerlerde
karavanı özlüyor insan. Çünkü bu coğrafyada bazı
olgular cidden çok şaşırtıcı. Buz gibi havada,
bayram değil seyran değil bir tarihte,
Trabzon’un mis gibi havası ve dingin golüyle
sözde insanın içine huzur vermesi gereken
Uzungöl’ünde, yatacak yer bulmayabiliyorsunuz.
Maçka’dan sahil yoluna varıp sırasıyla Yomra,
Arsin, Araklı, Sürmene kasabalarını geçip Of
tabelasından içeri dalmakla başlıyor Uzungöl
yolu, ama kolay da bitmiyor. Yağışlı ve sisli
havada en az bir saat sallıyor arabayı. Varınca
damüthiş bir manzara seriliyor gözler önüne.
1090 metre yükseklikte bir yaylanın tam
ortasına, bir göl boylu boyunca uzanmış.
Pitoresk bir cami, kuş gibi konmuş gölün başına.
Gölün üzerinde bir kenara toplanmış kazlar
ördekler, çevresinde tahta bungalovlar ve az
miktarda tabela kirliliği gize çarpıyor. Burası
30 yıl önce muazzam bakir bir yermiş. 1990′lı
yılların başında medyanın da desteğiyle
Türkiye’nin turizm gündemine girmiş; belediye,
beton yatırımlara izin vermeyip, ahşap bina
yapılandırmaları için imar planında değişiklik
yapmış. Bölgenin cazibesinin artmasıyla
birlikte, yeni proje peşindeki işletmeciler
buraya yoğunlaşmış. Şu anda bölgede 30′un
üzerinde işletme turizme hizmet vermek için çaba
sarfediyor. Özellikle haziran, temmuz, ağustos
ve eylül aylarındaki yoğunluk nedeniyle yatak
sorunu yaşayan işletmeciler, kendi evlerini de
pansiyona dönüştürüp turizmin hizmetine sunmuş.
Muhafazakar kesimin tercih ettiği, içkisiz aile
salonlarıyla gözde, göl kenarında yürüyüş, yeme
içme ve uzun kahvaltılardan müteşekkil bir tatil
biçimi sunan bir yer olmuş. Arabayla bir tur
atıp keşfetmek yeterli, arabadan inmeye bile
lüzum yok. Müthiş kalabalık çünkü! Çekirdek
çitleyip kağnı hızıyla yürüyüş yapan sekiz
çocuklu ailelerin arasından, arabayla kendimi
dar atıyorum buradan. Güzel. Ama sakin zamanını
kestirip gelmek, güneş-bulut-sis üçlüsünün gölün
üzerinde resim çizdiği bir günde burada olup
fotoğraf çekmek gerek.
Geziyi Kaçkarlar’ı ve dağın kıvrımlarında gizli,
birbirinden çekici isimleri olan o yaylaları
keşfetmek üzerine kurdum; o yüzden Trabzon
hazineleriyle vedalaşma vakti. Rize şehir
merkezindeki, yarısı evlilik cüzdanı görmeden
kadın ve erkeği aynı odaya koymayan, diğer
yarısı da Nataşa yatağı olmuş (başka bir
şizofreni eseri) otellere gönül indirmedim.
Dedeman Rize de çok pahalı ve amacımdan
saptıracak kadar şık ve yavaş. Ayder yaylasına
çıktım. Ardeşen sapağından dalıp önce
Çamlıhemşin’i geçtim. Fırtına Deresi boyundan
ilerleyip yükseldim. Yemyeşil Ayder ve
birbirlerine uzak tepelere konumlandırılmış
ahşap pansiyonlar çıktı karşıma.1358 metre
yükseklikteki Ayder yaylası, Karadeniz
yaylalarının en meşhurlarından. Milli Park
Sahası içinde olmakla birlikte, yeni yeni
gelişmekte olan bir yerleşim birimi. Çoğunluğu
aile işletmeciliği şeklinde çalışan 20′ye yakın
ahşap pansiyon konuk ağırlıyor. Doğayla
bütünleşmiş yayla evlerine, bu yeni pansiyonlar
eşlik ediyor. Bir de kamp yapmak için gelen
gezginlerin çadırları ve karavanları. Dikkat
çekici olan, eski moda eşofman takımlarıyla,
oflaya puflaya yürüyüşten dönen veya yürüyüşe
çıkan gruplar. Kolesterolü, damar tıkanıklığı,
astımı, her türlü yetmezliği olan buraya
geliyor. Ayder’in şifa yaylası olarak
tanımlanmasını sağlayan özellikleri; havası,
suyu, kaplıcası ve balı.Kaplıcayı yakından
görmedim ama havasını, suyunu ve balını resmen
özümsedim. Ayder balının en önemli özelliği,
tamamen doğal olması. Bu balı elde etmek için
yöre halkı, tahta kovanları iplerle yüksek çam
ağaçlarının tepesine çekiyor ve orada bırakıyor.
Kafkas orman güllerinden polen alan arılar da
işte burada, tamamen doğal ortamlarında meşhur
Ayder balını yapıyorlar. Balı, ilk bakışta
diğerlerinden ayıran özelliği, rengi. Klasik bal
renginden daha açık, üstelik berrak değil, mum
gibi bulanık bir rengi var. Balmumu ise ağızda
hemen eriyecek kadar yumuşacık.Ayder yaylası
civarındaki diğer yaylaların çoğunun ismi eski
Ermeni sakinlerinden kalma: Elevit, Tirevit,
Palovit, Pokut, Avusor, Çaymakçur… Böyle
gidiyor. Her biri birbirinden güzel, çıkışı
birbirinden çetin, üzerinde yüzlerce çeşit
yabani çiçek ve ağaç barındıran birer tepsi.
Pokut yaylası, Kaçkarlar üzerindeki yaylaların
en güzeli -Artvin’i görmediğim için Doğu
Karadeniz’in en güzel yaylası diyemiyorum.
Bozulma-mışlığı, bitki örtüsü ve genişliğiyle
çok etkileyici. Tipik yayla hayatını
barındırıyor; yayla evleri eski haliyle kalmış
ve Çamlıhemşinliler hâlâ yazları bu evleri
kullanıyor. Pokut sırtının güney yamacına
kurulmuş yayla evleri, zaman zaman Ayder
vadisine biriken pus (veya yöre halkının
deyimiyle “duman” sayesinde) bulutların üzerine
dizilmiş inci tanelerini andırıyor.Pokut yaylası
inişinde, Çamlıhem-şin merkezinden 10 dakikalık
mesafedeki Makrevis (Konaklar) Köyü’ne uğramak
turun bir parçası. Makrevis’te Karadeniz
yöresinin en muhteşem 10-15 taş ve ahşap konağı
var. Hepsi en az 100 yıllık. Üzerinde rafting
yapılan deli Fırtına Deresi’nin ayırdığı bir
vadinin sarp yamaçlarına kurulmuş bu muhteşem
evler, masallardaki gibi. Fırtına deresini “Çat”
tabelaları yönünde takip edince de Zilkale
çıkıyor insanın karşısına. Yıkık dökük, yorgun
argın haline rağmen büyüleyici. Fırtına Vadisi
üzerindeki geçitlerden birine ha kim bir
tepeciğin üzerine konmuş; dağlar ve yeşillikler
arasında bir başına… Kimlerden kalmış, hangi
devirde yapılmış kestirilemiyor. Bazı fikirler
var. Osmanlı’nın, buralara sahip olduğunda
“Kale-i Zir” adıyla buraya askeri bir üs yaptığı
biliniyor. “Zilkale” ismi fonetik çağrışımlarla
o zamandan günümüze gelmiş. Kaleyi geçtikten
sonra, yarım saatlik bir sürüşle Palovit
şelalesi, Palovit yaylası ve Fırtına deresini
besleyen Kaçkar güzeli Palovit deresine çıkan
yol başlıyor. Oldukça bozuk olan yol, 4×4
arabası olmayanlar için aşılması imkânsız. 4×4′lüler
ise 1,5-2 saatlik haşin bir parkuru göze alıp
çıkıyorlar; bol direksiyon kırmalı, eğimli,
başınızı bol bol arabanın tavanına vurduğunuz
bir deli yol.Ayder’de konakladığım üç gün
boyunca görebildiğim bir diğer yayla da Avusor
oldu. Daha ufak ve engebeli olmakla birlikte, en
az Pokut ve Palovit kadar enfes olan Avusor’da,
50′ye yakın taş ev var. Sapsarı saçlı kız
çocukları, yüzleri gözleri çamur içinde yaylanın
dağa sırtını vermiş noktasında yuvarlanıp
koşuşturuyorlar.En doğrusu, Karadeniz’in bu
yeşil-kara kucağına, işini bilen ve hareketli
bir turla gelmek ve yaylaları bir rehber
yardımıyla keşfetmek. Bitki örtüsünden ve
hayvanlardan, Laz - Hemşinli çekişmesine kadar
pek çok şey hakkında size verecek bilgileri,
anlatacak kanlı canlı anıları olan bir rehberin
kumandasında sıkı bir grup ile yola çıkmak en
güzeli. Elimde bir haritayla yayla peşinde
harcadığım vakit ve benzin israfına gerek
olmayabilirdi.
Yine de insanı özgürleştiren bir yanı var Rize
yüksekliklerinin. Yüksek irtifa bağımlılık
yapıyor ve insan, hayatını zirvelere adamış
dağcıları az da olsa anlıyor. Üç günde Ayder ve
Çat vadile-rindeki 13 yaylaya çıkmak istedim,
ya-pamayınca sinirlendim ve hırslandım.
Yolculuğumun bitiş gününde Artvin’e uzanmak
istedim, fakat, imkânsızdı. Karadeniz Sahilyolu’ndan Trabzon Havalimanı’na giderken
aklımdaki tek şey, buraya bir daha ne zaman
gelip Artvin’e uzayacağımdı.
Kaynak: Travel +Leisure Mayıs 2008 Sayısı
TRABZON VE RIZE GEZI LINKLERI
Trabzon
yaylaları
|
|
| |