Karalahana.com! Laz uşaklarının gayrıresmi web sitesi

 Anasayfa yap |   Sık kullanılanlara ekle  ENGLISH


 

Politik İklim değişikliğinin yansıma ve muhtemel sonuçları

  

Yazı: Özhan Öztürk,

macukali[at]karalahana.com

 

Hrant Dink cinayetinin gerçek sebebi nedir?

Eğer illa bir suçlu bulmamız ve tanımlamamız gerekiyorsa tetiği çeken el, yerkürenin tamamı dolayısyla ülkemizde de gerçekleşen, özellikle son 10-15 yıldır katlanarak geleceğimizi karartma noktasına gelen iklim değişikliğidir. Yalnış anlaşılmasın, atmosfere insan faaliyetleri nedeniyle yayılan metan, ozon ve kloroflorokarbon gibi gazların, ısı tutma özellikleri nedeniyle meydana getirdiği küresel ısınmadan, bu ısınmanın, buzulların erimesi, okyanusların yükselmesi, hayvan türlerinin yok olması, kitlesel göçlerin, susuzluğun, çölleşmenin, tarım alanlarının azalmasının insan varlığını tehdit etmesi gibi -bizim kuşağımızında tanık olması kuvvetle muhtemel - ciddi sonuçlar doğuracağı iklim değişimlerinden bahsetmeyeceğim. Kastettiğim, toplumsal yaşam açısından hepimizi derinden etkileyen, gündelik olaylara verdiğimiz refleks tepkilerin ana kaynağı olan, toplumda –hatta tüm dünyada- ortaklaşa bir bellek oluşturan politik iklim ve bu iklimde son 20 yıl içerisinde meydana gelen değişimidir ki esasında doğrudan olmasa da insanoğlunun yarına ilişkin umutsuzluğunun ve büyük devletlerin kaynak paylaşımı ihtiraslarının motivasyonunda önemli bir faktör olarak dolaylı olsa da ilk olarak bahsi geçen iklim değişikliğiyle de ilişkilidir.

Bu iklim değişikliği ne zaman ve nasıl gerçekleşti ?

Öncelikle bir çatışma bölgesi olduğu için ülkemizde yüksel(tilen) milliyetçiliğin dünyanın pek çok yerinde genellikle serbet piyasa ekonomisine ve küreselleşmenin sonuçlarına tepki olarak benzer oranlarda etnik ya da dini yüzüyle ortaya çıktığını, hatta gelişmiş Batı ülkelerinin yabancı göçmenlerin nefes almakta zorlanacağı düzeyde ırkçı uygulamalara maruz kalacağı günlere hızla yaklaştığımızın belirtilerini görmezden gelmeyelim. 2007 Ocak ayında İngiliz Channel 4 televizyonunda “Big Brother” adıyla yayınlanan yarışma programında sıradan İngiliz kızlarının Hintli bir kızı sadece etnisitesi yüzünden süekli aşağılamaları, adını bile kullanmadan arkasından “Hintli” olarak konuşmaları ırkçı partilerin AB içinde kendi gruplarını kurmalarının ötesinde buzdağının görünen yüzünden bir parça olarak nitelendirilebilir. Independent gazetesi olayı 'İngiliz toplumuna tutulan ve hiç de hoş bir görüntü yansıtmayan bir ayna' diye nitelemiş ve Tony Blair “ırkçılığın kabul edilemeyeceğine” dair açıklama yapmış, Muhalefet lideri David Cameron ise izleyicilere çatarak "Irkçılıktan nefret ederim. Burada herkese sorumluluk düşer. Televizyon kanalına, medya denetçisi Ofcom'a... Ama harika bir denetçi daha vardır: Uzaktan kumandanın 'kapat' düğmesi. Bence hepimiz kullanmalıyız." Sözleriyle tepkisini belirtmişti. Keşke bu kadar kolay olsa da ülkemizde yükselişe geçen milliyetçiliğin biliçsiz ve kışkırtılmış lümpenlere enjekte edilmesiyle tribünlerden, sokak aralarına, TV ekranlarından eksik olmayan mafya, ağa dizilerine dek akıl ve vicdanımıza tecavüz eden linç kültürünüyle dışa vurumunu bir düğmeye basınca kendimiz, ailemiz ve sevdiklerimizden uzak tutabilsek.

Mazarine Kütüphanesi’nde müdür yardımcısı olan Fransız Leon Cahun’un Paris’teki Birinci Oryantalistler kongresinde (1873) verdiği konferansta , kıyılarında prehistorik bir Türk halkının yaşadığı, eskiden varolmuş bir Orta Asya denizi varsayımını ortaya atması dahası bu deniz kuruyunca, Türklerin bir Avrasya haritasında gösterilen yollar boyunca göç etmelerinin hikayesi kağıt üzerinde kalması yada ispatlanması gereken bilimsel bir teori iken –Balkanlar, kafkasya ve Ortadoğu’nun kaybıyla- yıkılan bir imparatorluğun sınırlı bir toprak parçasına geri çekilmiş, bu son kale Anadolu’nun –Ermeni, Kürt devletlerinin kurulması talepleri, Yunan işgali, İttifak güçlerinin işgali- parçalanma tehditi, 19. yüzyılda Batılı aydınlar için Türklere tarih boyunca batılı halkların varlığını tehdit eden olumsuz bir imaj yakıştırılması, savaş sırasında Arapların ihanet olarak algılanan bağımsızlık savaşı vermeleriyle İslam kardeşliğinden kopuşu sığınılan mistik bir liman ve Türk ulusunun yaratılmasını sağlayacak ideolojik bir dayanak noktası olmuştu. Böylece Osmanlı devleti ile aynı otoriter bir devlet zihniyetinin devamı fakat kültür ve genetik olarak büyük oranda Anadolu, Kafkasya ve Ortadoğulu olan kozmopolit Osmanlı toplumunun mistik bir diyardan gelmiş homojen bir halka dönüştürülmesi projesi ile bir devlet yaratmaya çalıştık. Balkan savaşlarının ardından Avrupa’dan atıldığımız sırada, Batı entelijansiyasında Anadolu’daki varlığımızın meşruluğu tartışma konusu yapılmıştı. 19. yüzyılda Germen, Slav hatta Latin dillerinin Hint ve Sanskrit dilleri ile ilikisi keşfedildiğinde Avrupa kendi köklerini aramaya başlamış bu arada Rus arkeologlar sayesinde , bugünkü Moğolistan’da, Baykal Gölü’nün güneyinde, Orhun Nehri yakınlarında MS. 8. yüzyıl başında dikilmiş taş yazıtlara kazılı metinlerin çözülerek Türk dilinin kökleri de keşfedilmişti. İlginç olan Orta Asya Denizi teorisini bizzat ortaya atan oryantalist çevreler, sırf Türkçe konuştukları için Osmanlıları sözde geldiği yere, Orta Asya’ya sürmekten bahsederken Avrupa ve Amerika kıtasındaki kendi meşruiyetini sorgulamamış, kimse Hindistan’a İndus vadisine geri dönemkten bahsetmemişti. Gerek bu iki yüzlü tavır gerekse içinde bulunulan olağanüstü şartlar (Yunan işgali [1919], aşağılayıcı Sevr antlaşması [Ağustos 1920]) ve kuşatılmışlık duygusu Türk tarih tezinin alabildiğine radikal, şoven ve Batı’ya muhalif bir çizgide yeralmasını sağlayacaktı. Türklük egemen olunan sınırlar içerisinde –gerçekliği sorgulanamadan- yüceltilmeye çalışılacaktı: İslamiyet’ten binlerce yıl önce Türkler Hindistan, İran ve Mezopotamya’yı fethetmişler bu bölgelerin halklarına medeniyet getirmişlerdi. Anadolu’nun sahiplenilmesi için antik Anadolu halkları Türkleştirilmeye çalışılmış, o dönem haklarında pek bilgi bulunmayan Etrüskler, Sümerler gibi eski kavimlerde aynı operasyondan nasibini almıştı. Dahası üstünlük düşüncesi de sadece Yunan, Bulgar gibi Hristiyan halklara karşı değil, Fars ve Araplar gibi İslam olanlara karşı da ifade edilmeye başlanmıştır. Bu sürecin gerekliliği o dönem şartları içinde sorgulanabilirse de sürekliliği ve bugün ki izdüşümleri önemlidir. İnkar edilmeyecek olan son derece milliyetçi ve ötekini dışlayan bu tarih anlayışının ilkokuldan itibaren çocuklara ders kitaplarında öğretilmesidir. Ders kitapları sorgulanmaz ve gerçekliğinden şüphe edilmez; bu yüzden sadece bireylerin değil tüm bir kuşağın temel değer ve yargılarının oluşmasında etkilidir. 2. Dünya savaşı sonrasında yaptığı hatanın farkına varan Batı kendi tarihiyle, şovenimle hesaplaşmış, özellikle 68 kuşağının çabaları sonucu ders kitaplarının yıkıcı içeriğini elden geçirilmişken bu savaşın dışında kalan ülkemiz hataları ve kurbanlarıyla (sözgelimi Aşkale’de azınlıkların zorla çalıştırıldığı taş ocakları [bir çeşit toplama kampı da denilebilir]) yüzleşmemiştir. 1980 yılında gerçekleşen askeri darbenin ardından toplum sözde depolitize edilirken, milliyetçilik tüm inanç ve değerlerin üzerinde ilahi bir meşruiyeti ayrıcalığı olan bir çeşit devlet dini gibi sunulmuştur. Bu dönemin ardından evrensel her türlü politik görüş ve duruş terörizm ile özdeşleştirilip düşman olarak tanımlanırken devlete dolayısıyla Türk-İslam sentezi ideolojisine sadakat vatandaş olmanın temel şartı olarak çoluk çocuk belleklerimize yerleştirilmiştir. Dışardan destekli silahlı Kürt terör örgütü ABD’nin Ortadoğu’da giriştiği askeri operasyonlar, İsrail’in Müslüman Filistin üzerindeki baskısı, AB’nin Türk iç ve dış politikasında belirleyici faktör olmak arzusu, Ermeni lobisinin talepleri ve daha sayamadığım pek çok faktör milliyetçi atmosferin iklim üzerindeki baskısını arttırmıştır. Öyle bir noktaya geldik ki artık bırakın politika ve tarihi gibi ideolojilerin doğrudan hakimiyet alanlarının dışında arkeoloji, folklor hatta sanatın çeşitli dallarında bile herhangi bir konuda yerine göre İstiklal savaşından alıntı yapılmadan, Orta Asya’daki eski Türk inançlarına vurgu yapmadan, resmi ideolojiye sadakati vurgulamadan –bilimsel camiada dahi - ortaya bir şey koymak mümkün değildir. Tabii topu sadece devlete atmak da doğru değil maddi çıkar dışında hiçbir ahlaki sorumluluk taşımayan medya da yayın politikasızlığıyla, hayatı boyunca topluma faydalı doğru düzgün bir iş yapma becersi gösterememiş insanları yanlış yönlendirerek “vatan kurtaran Şaban”lara ergenlik çağındaki çocuklarımızı Kurtlar vadisi jenerasyonuna dönüştürmekten sorumludur, mutlaka kendisiyle yüzleşmesi sağlanmalıdır. 1993’te, mahallenin delikanlısı Ali Desidero’da kendini gösteren lümpen starların doğuşu, Kurtlar Vadisi dizisiyle güce tapınmanın kitleselleştirilmesi, mafyanın ve şiddetin milliyeçilikle aranje edilerek halkın gözünün içine sokulması, Cola Turca reklamlarında eziklik duygusunun dışarı vurumu, çetecilerin maceralarının ilkokul mezunlarının anlayabileceği didaktik bir dille anlatıldığı “Şu Çılgın Türkler” ve Adolf Hitler’in malum ideallerini anlattığı Kavgam kitaplarının akıl almaz satış rakamlarına ulaşması toplumun akıl ve sağduyusunu yitirdiğinin görmezden geldiğimiz emareleri değilmiydi?

Kuşatılmışlık duygusu 1920’lerin kabus dolu günleriyle empati kurulmasını, en basit gündelik olaylarda dahil olmak üzere Türk aydınlarının tarihi komplo teorileriyle açıklama yoluna gitmesine sebep olmuştur. Bir halkın başına gelebilecek en büyük tehlike de budur çünkü aydınlarının komplo teorisyeni olduğu bir toplum için bir diktatöre teslim olmak an meselesidir. O diktatör ki milletlerarası ezeli mücadelede varolma savaşını veren sözde mağdur halkına başta dış güçlerin içerdeki işbirlikçileri olmak üzere tüm tehlikelere karşı kol kanat gerecek, o milletin ete kemiğe bürünmüş ruhu olduğunu, halkına Tanrının hediyesi olduğunu iddia edecek, insani ve vicdani düşüncelere sahip düşünürleri vatana ve halkına ihanetle suçlayacak dalkavukları da başından eksik olmayacaktır.

İklim değişikliğinin imareleri neler?

Komşunuzun finosunun havlamasından şikayetçiyseniz durumdan şikayetçi olduğunuzu kendisine bildirir, önlem almazsa konuyu adalete intikal yoluyla çözmeyi denersiniz ki b,r devlet düzeni içinde mantıklı olan süreç budur. Gider köpeği havlıyor diye adamı döver -başarılı olma ihtimaliniz var tabii ki ama – ve adaleti kendiniz yerine getirmeye çalışırsanız öncelikle devlet kurumunu hiçe saymış olursunuz. Hakkını güç kullanarak aramak (ya da bu durumu teşvik edecek acz içinde bir devlet müessesesinin varlığı) huzurdolu bir yaşam arzusundaki bir toplum için n büyük tehdittir. Yazık ki toplum olarak Osmanlı muhtemelen çok daha öncesinden beri güç önünde eğilmeye alışmış dolayısıyla –aynı mantık anlayışıyla- başkalarının da eğilmesini bekleyen Doğulu bir toplumuz. Sindirerek, topuğundan vurarak, Osmanlı tokadı vurarak önümüzdeki sorunları uzun vadeli çözebileceğimizi sanarak yanılıyoruz. Bireysel olarak da devlet olarak da yazık ki aynı şiddeti kutsayan anlayışa sahibiz. Sözgelimi Abdullah Öcalan yakalandığında gerek devlet gerekse halkta öyle bir beklenti oluştu ki teröristlerin liderleri yakalandı herşey bitecek diye... bitmeyince de halkta sahibini dövdüm ama komşunun finosu neden hala afkuruyor? Mantığıyla bir tepki oluştu tabii ki... Gücü değil adaleti yüceltmemiz gerektiği gerçeğiyle yüzleşmemiz gerekiyor ki illa strateji ve komplo teorileriyle uğraşmak isteyen varsa da işe alfabesinden daha çok Sun-Tzu okuyarak başlayabilir.

Pankart meselesi ve slogan savaşları

Hrant Dink’in fiziki ve düşünsel tetikçilerinin kim olduğu hatta cezalandırılıp cezalandırılmayacakları bile kanımca çok da bir önem arz etmiyor. Dink'in cenazesinde taşınan ve ülkedeki milliyetçi çevrelerin tepkisini çeken "Hepimiz Ermeniyiz" pankartlarını protesto etmek için, kendisini "vatansever Türk fedaisi" olarak tanıtan bir kişinin haftasonunda Lapseki-Gelibolu arasında sefer yapan 'Sultantepe' adlı araba vapurunu kaçırması, sağ cenapta bu empatik slogana karşı gösterilen tepkinin boyutları, Trabzonspor-Kayserispor maçında yaklaşık 15 bin kişi "Biz Türküz, biz Trabzonluyuz" sloganları atması, Malatya'daki, Malatyaspor- Elazığspor maçında, Elazığlı taraftarların 'Ermeni Malatya' sloganları bu cinayetten çok daha fazlasını her an ortaya çıkarabilecek kadar gergin, kışkırtılmış bir topluluğa dönüştüğümüzün en bariz işaretleri. Ne yazık ki Türk aydınları olarak öyle bir hastalık ile karşı karşıyayız ki aynı hastalığa kıyısından köşesinden bizde yakalandığımız için teşhis etsek bile tedavi edebilecek güç, kararlılık ve ilaçlardan yoksunuz.

Trabzon?

Yukarıda bahsettiğim gibi ülkeyi yeni bir Sevr sürecinde gören, ülkemizdeki tüm gelişmeleri perde arkasındaki bir takım gizli güçlerin tezgahı olarak algılayan bir kesim tıpkı 1920’lerin Anadolusu’nda olduğu gibi Karadeniz bölgesini etnik ve dini açıdan çatışma ya da kendi anlayışlarınca direnişin merkezi haline getirmeye çalışıyor. Fındık ve çayın ekonomik değerinin azalması ve Osmanlı dönemindeki ayrıcalıklı ticari konumunun yitilmesiyle çöken ekonomi, nesiller boyu ardı gelmeyen gurbetçilikle yitirilen insan kaynağı, fuhuş turizminin artışına karşı tepki olarak içine kapanıp tarikatların egemenliğine girmiş tutucu yapısı ve Güneydoğu’da PKK’ya karşı ön saflarda savaşan Karadenizli gençlerin geri dönen cenazelerinin bilediği milliyeçilik duygusuyla bilenen bölge, bu tür ayartmalar için uygun mayayı fazlasıyla barındırıyor. Tabii ki yerel basının, bölgedeki tarikat şeyhlerinin, yerel politikacıların ve o bölgede resmi görevli olarak bulunan bir takım insanların da gerekli iklimin yaratılması için şimşekler çaktırarak, yağmur dualarına çıkarcasına basında makale ve asılsız haberler yayınlayarak ellerinden geleni arkalarına koymuyorlar. Örneğin TAYAD’lı gençlere karşı düzenlenen linç eylemini savunan yazılar yayınlandı yerel basında ki sonradan yaşanacak Rahip ve Hrant cinayetlerinin tetikleyicisi, destekçsi bu zihniyettir. Yukarda açıkladığım psikolojiden dolayı şaşırmamıştım ama linç girişimine, şiddetin ölçüsüz kullanımına İstiklal savaşına ve milliyetçi duygulara göndermeler yapılarak şöyle methiye düzülmüştü bir yerel gazetede:

"Uzun Sokak'ta halk öylesine coştu ki, öfke seline dönüştü. Buna, 'Trabzon duruşu' demek en doğru tanım olur... Kendiliğinden oluşan kalabalık, 'Çırpınırdı Karadeniz' türküsünü söylemek için buluşmuştu sanki.(...) Ülkesinin birliğini ve bütünlüğünü savunan, bayrağını seven, şehidini ölümsüzleştirip gönlünde yaşatan, Atatürk'ün kurduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti'ne bağlı her görüşten insanın, tepkisi bu olmalı.(...) Dün Uzun Sokak'ta yaşanan gelişmeye sebebiyet verip Trabzon halkının sabrını taşıranlar da huzura çomak sokanların birer taşeronlarıdır.(...) Orası Mersin, Trabzon'da 'Tokatı' yersin. Başka ne denebilir ki? "

Bir başka yerel gazete de ise linç savunulmanın ötesinde her Türk vatandaşının desteklemesi gereken bir çeşit görev olarak sunulmuştu:

“'Trabzon farklı bir şehir. Buradaki öfke iyi algılanmalıdır'. Gazetemiz yönetiminin manşet seçimindeki 'Bu Milletin Damarına Basmayın' ifadesi tam anlamıyla olayı özetliyor. Ancak toplumsal sorumluların bu manşeti iyi okuması gerekiyor. Toplumsal sorumluluk herkesindir. Her Türk vatandaşı bu sorumluluğa ortaktır. Son aylardaki Avrupa Birliği ve Demokratikleşme adı altında yapılan uygulamalara sığınıp, herhangi bir yasa dışı hesabı gerçekleştirmeye hiç kimse cüret etmesin”

Bölgede Rumca konuşan bir kaç köyün halkını sindirmenin ötesinde yukarıda açıklanan atmosferi oluşturmak için hiçbir somut veri olmamasına karşın 1997 yılından beri sürekli ne idüğü belli olmayan tehditlerden bahsederek, Pontus ve misyonerlik uyarısı yapan, halkı kışkırtmak ve germek için içimizden yeni ötekiler yaratan ve amaca ulaşmak için hiçbir ahlaki ilke tanımayan bu provokatörler bir Katolik rahibin ve Hrant Dink’in katlinin birinci derecede sorumlularıdır. Olaydan sonra saldırgnların sırtını sıvazlayan il valisi yazık ki görevden iki yıl geç alınmış, yerel basın ise hatasını ancak Hrant’ın cinayetinden sonra anlamış olacak ki “Yazıklar Olsun” başlığı atmıştır. Bununla birlikte amacımız suçlamak değil olayı doğru teşhis etmekse katilin Trabzonluluğuna takılıp kalmak, çetecilerin operasyon bölgesi seçtiği bir kentin insanlarını bu cinayetle özdeşleştirmek haksızlık olacaktır ki benzer kışkırtma ve olayların diğer kentlerde de gerçekleştiğini görmezden gelemeyiz.
2005 Nevruz kutlamaları sırasında yaşanmış o güne dek görülmemiş bir olay halkımızı son derce rahatsız etmiştir. Mersin şehrinde birkaç Kürt çocuk bayram için yakılan ateşte bir Türk bayrağını yakmaya çalışmışlar bu iğrenç hareket diğer göstericilerden destek görmemiş çocuklarda hemen polis tarafından gözaltına alınmışlardı. Ülke çapında büyük tepki gösterilen bu provokasyon sonrasında Genelkurmay “ülkeyi ve bayrağını kanının son damlasına kadar savaşarak korumaya" her an hazır olacağını açıklamış, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer kınama mesajı yayınlamış hatta İstanbul Üniversitesi yönetimi büyük gazetelere bir kaç çocuğun hareketini kınaya ilanlar vermişti. Herşey öylesine organize bir şekilde gerçekleşmiş ve gündem yaratılmıştı ki biraz şüpheci birisi olayın sırf bu kınama mesajları yayınlansın ve halk gerilsin diye bizzat çıkarıldığını akla getirebilirdi. İstanbul’da 30 Ağustos Zafer Bayramı (2006) kutlamalarında Lübnan’a asker gönderilmesini protesto eden öğrencilerin açtığı pankart linç girişimine sebep olmuş dayağın cennetten çıkma olduğuna gönülden inanmış, kendininkinden farklı fikirlere açık olmayan, farklı görüşleri ve davranışları kaldıramayan yok etmek için şiddet dışında bir yol tanımayan kitleler tarafından linç edilmek istenmişti.

Örneklerin sonu gelmez... Sonuç olarak, madalyonun iki farklı yüzünden biri Hrant Dink, değişen politik iklimin namlunun ucun ittiği, diğeri Ogün Samast ise aynı iklimin bir hiçken vatanı kurtaracak kahraman yaratacak gazını arkasına alarak eline silah verilen iki ayrı kurbandır. Hrant’ın eşinin cenaze töreninde bir bebekten katil yaratan ellerin (bizim mecazen kastettiğimiz iklim değişikliği) sorgulanması talebi de aydınlar tarafından ivedilikle sahiplenilmelidir ki gelecekte bebeklerimizin kaderini aynı ellerin yarattığı bir diktatöre emanet etmeyelim ki gidişat budur.


4 Şubat 2007 Pazar

Ayrıca Bak


 Bir halkın adlandırılmasında terminolojik karmaşa: Rum, Yunan, Grek, Elen
Gurbet Pastası: Hemşinliler, Göç ve Pastacılık
Hrant Dink cinayetinin ardından: Çekin kirli ellerinizi Trabzonumuzdan
Doğu Karadeniz Bölgesinde insan-mekan-kültür ilişkisi
 Mayıs Yedisinde tanrı Apollon’un doğum gününü mü kutluyoruz?
Özhan Öztürk ile röportaj
Karadeniz Ansiklopedik Sözlük
Karadeniz ansiklopedisi
Politik İklim değişikliğinin yansıma ve muhtemel sonuçları
Trabzonspor dergisi karalahana.com röportajı
Trabzon Rum imparatorluğu
Gramofon günlerinden günümüze Karadeniz müziği kayıtları

 

          

Karalahana.Com! Doğu Karadeniz Bölgesi gezi, kültür, tarih ve müzik rehberi © 2007 | Tüm hakları saklıdır