|

Ruhunu Arayan Kent: Dört Trabzon
En eski kalıntısına bir
işhanı inşaatı sırasında rastlanan, kuruluşu İÖ
756 kadar giden bir kent… Acımadan yıkılan
Osmanlı devri yapıları; yok edilen kiliseler,
camiler, konaklar… Dünyanın en eski kentlerinden
ve Türklerin Anadolu toprakalrında fethettiği
son başkent Trabzon’da, geçmiş medeniyetlerin
izlerini aradı. Biricik olma özelliğini her
zaman koruyan Trabzon, kaybolmaya yüz tutan
ruhunu tekrar var etmeye çalışıyor.
Yazı: Mustafa Alp
Dağıstanlı, 1998
Orta Asya’dan falan
gelmedim ben kardeşim. Zaten Türke’de
benzemiyorum hiç; Pontosluya da benzemiyorum.
Olsa olsa Cenevizlidir benim atalarım. Böyle
diyor 50 yaşlarındaki okumuş yazmış Trabzonlu.
Bu dünya tatlısı Trabzonlu hakkında daha fazla
bilgi vermeyeceğim. Dünyanın en eski
şehirlerinden birisi olan ve en az 6 medeniyete
yataklık eden Trabzon,
bu medeniyetlerden sonuncusunun hüküm sürdüğü şu
günlerde bu zenginliği taşımakta zorlanıyor.
Hatta genel olarak istemiyor. Halbuki bu
medeniyetlerin en az birkaçı ve bazı başka uzak
medeniyetlerin kolalrı bu şehirde hep beraber
yaşamayı becermiş yakın tarihe kadar.
Asıl kopuş 1923. İstiklal Harbi zamanında Rum
Pontos İmparatorluğu’nun “hortlatılması”
çabaalrı üzerine şiddetle ve hiddetle gidilmiş.
Mübadele sırasında da yaklaşık 180 bin Pontoslu
göçmüş; çoğu Yunanistan’a bir kısmı da
Kafkasya’ya. Yine 1960’lara, 70’lere kadar
kalmış birkaçı.
Son Osmanlı kuşağı da göçünce –yaş haddi
dolayısıyla öbür tarafa- şu meşhur mozaike
tahammül gösterebilenlerin sayısı iyice azalmış.
Onun için, bizim Cenevizli Trabzonluya dair daha
fazla şey söylemiyorum.
Cenevizliden 15-20 yaş daha genç ve yine
mürekkep yalamış bir başka Trabzonludan da
bahsetmek isterdim aslında, ama onun da
saklıyorum adını. Çünkü efendim dedemin
babasının adı Vasilidis imiş, annesinin adı da
Anatasia”…
Benim sakladıklarımın pek önemi yok.
Trabzon nelerini
saklamış, o eski medeniyetlerden, onları
arıyoruz biz…
Ganita’daki tek faal kilise olan Katolik
kilisesinin rahibi, bu saklananlardan en çarpıcı
olanı söylüyor: Trabzon’da TC vatandaşı üçbin
Hristiyan var.İnanılması güç. Trabzonluların
çoğu da uçuk buluyor bu rakamı. Şehrinin ve
dağlarının taşına toprağına tutukun Alevi bir
Trabzonlu ise “olabilir” diyor, “bu şehirden her
şey beklenir; heran hepimizi şaşırtabilir”.
Ganita, denize nazır bir yer; kahvesinde
oturmakta fayda var. Pontos zamanında da adı
aynıymış: Kanita. Adını büyük ihtimal o
zamanlarki bir Rum ailesinden almış: Kanites
ailesi.
Ertesi gün Mimarlar Odası’nın küçük bürosunda
sohbet ederken, şehrin şaşırtma kapasitesine
dair bir örnek veriyor mimar Mustafa. Oda
Başkanı Bekir Gerçek’in “kilise uzmanı” diye
takdim ettiği Mustafa, Katolik Kilisesi
civarında bir otopark içindeki küçük kapının
arkasında bir fresko ve kitabe gördüğünü
anlatıyor heyecanla. Trabzon’u neredeyse adım
adım bilen bu insanlar için bile süprüzler var
bu şehirde.
Hiç şaşırmayanlar ise memurlar; ne de olsa
devleti temsil ediyorlar. Geçen Nisan’da
Tabakhane’de bir işhanı inşaatının temel kazısı
sırasında” bir şeyler” çıkmış. Bu bir şeyler
önemli bir şeyler. Kesin bilgi olmamakla beraber
İS 50’li yıllara ait olduğu tahmin ediliyor.
Eğer böyleyse şu anda
Trabzon’da en eski aklıntı bu. Bazı duvar
parçaları ve daha da önemlisi Hermes olduğu
sanılan insan boyunda bronz bir heykel. Hemen
Ayasofya
müzesinin deposuna kaldırılmış. Mimarlar O dası
gibi ilgili ve bilgili kesimler müdahale etmiş,
“inşaat durdurulsun, adam gibi bir kazı ve
araştırma yapılsın, binayı daha sonra çıakrsınız”
diye. Kanunlar tabakhaneye para yetiştirme
derdinde olan ve meşhur ve güzel Tabakhane ile
ilgili başka bir tasa taşımayan müteahhitten
yana olduğundan inşaat sürmüş; hala daha
sürüyor.

Ayasofya Müzesinde’ndeki
görevli, sorduğumuzda “yok öyle bir şey” dedi.
Ama bahçede, yeni çıkarıldığını benim bile
rahatlıkla anladığım işlemeli mimari parçalar
duruyordu. Diretince kabul ettiler. “Biz inşaat
başlamadan kazı yaptık orada, biliyorduk zaten”
gibisinden bir şeyler söylediler. “Ama size
gösteremeyiz” dediler. Heykel parçalanmış ama
parçalar var. Çalışmalar sürüyor, parçaları bir
araya getirmişler.
İşhanı dev gibi bir bina. O daracık sokakta bu
kadar büyük bir binaya izin verilir mi! Zaten
işhanının yanındaki Tabakhane Camii’nin
neredeyse içine girecek.
Şimdi, bu cami de, 1481’den 1511’e kadar
Trabzon sancak beyi
olan Yavuz Sultan Selim’in kemiklerini sızlatan
şeylerden biri. Zira, bu yerde daha önce tavanlı
bir camii varmış. Yavuz Sultan Selim
vakfiyesiymiş. Cami koruma ve Güzelleştirme
derneği hiç sızlanmadan eskisini yıkmış,1987’de
hiçbir özelliği olmayan yenisini yapmış.
Bu tavanlı cami de biraz daha denize doğru,
Pazarkapı’da varmış; dernek onu da
güzelleştirmiş. O da İskender Paşa Vakfı’na
aitmiş. En büyük sistemli yıkımlardan biri
1937’den hemen sonraya rastlıyor. Çünkü bu
tarihte mimar Sedat Çetintaş bakanlığın talebi
üzerine bir rapor hazırlamış, rapora yıkım
tavsiyelerini de eklemiş. Allahtan, yetkililer
bu tavsiyelerin hepsine uymamış.
Neyse, biz bu işleri bırakalım; kaybolanları
saymakla bu işin altından kalkamayız, bitmez.
Taa başa dönelim. İlk yerleşmeler daha eski olsa
da Trabzon’un bir
şehir olarak kuruluşu İÖ 756 yılına rastlıyor.
Rastlıyor deyişim lafın gelimi yoksa basit bir
rastlantı değil, bilinçli bir tercih. Sinop’u
merkez üssü tutmuş olan Miletoslu koloniciler o
tarihlerde gelmiş bu bölgeye ve şehri de onalr
kurmuş. Şehre adını da onlar vermiş zaten. Yoksa
her şeyin Türklerle başlayıp, Türklerle
bittiğini zannedip bu zanlarını da bilimsel
argüman olarak ortaya atanların dediği gibi “Tuğrabozan”dan
türememiş Trabzon
ismi. Trapezos’tan geliyor; masa gibi düz
anlamına.
Gelgelelim, bir tek şehrin adı kalmış
Miletoslualrdan yadigar. Çünkü zamanın tahammül
fersah törpüsüne üç büyük yangın da eşlik etmiş.
Bölgeyle ilgili bilinen en eski kaynak, Pers
İmparatorluğundaki iktidar mücadelesinde savaşıp
yenilen 10 bin kadar paralı Yunan askerinin geri
dönüşlerini anlatan Ksenophon’un Anabasis’i
(Onbinlerin Ricadı). İÖ 400 yılının Şubatında
(Trabzon’un kışı asıl bu ay gösterir kendini)
Trabzon’un doğusundaki Biksidis Çayı’ndan
(şimdiki Değirmendere) Trabzon’a inen Onbinler
burada bir ay kalmış ve tanrı Zeus ve Herakles’e
kurbanlar takdim etmiş. Hatta bu yerde olimpik
oyunlar da düzenlemişler. Şimdi Trabzonspor
Başkanı olan Mehmet Ali Yılmaz da 1991
seçimlerinde milletvekili adayıyken, Trabzon’da
Karadeniz Oyunalrı düzenlemeyi vaad etmişti.
Koskoca ve güzelim yapıalrı yok eden zaman bir
vadinin karşısında duraksayacak değildi ya, o da
sözde tebahhur etti.
Ksenophon’un anlattıklarından Değirmendere kaldı
bir, ama “aynı derede iki kez yıkanılamayacağı
için1 o da aynı dere sayılmaz aslında. Zaten su
da o zamanki kadar temiz değil şimdi, yıkanmaya
yeltenme sakın.
O kadar eski olmasa da yine de bir şey
gösterelim size; derenin denize yakın kısmında
eski bir köprü var. Yeni bir köprünün hemen
arkasında. Aynı köprüden iki kere
geçilmeyeceğine dair veciz bir söz yok nasıl
olsa. Değirmendere köprüsü 1891 yılında yapılmış
güzel bir köprü, hatta yenisinin yanında bir
şaheser. Köprünün 15 metre kadar yukarısında
modern dönem mimari eserlerinden bir örnek var.
Briketlerin üst üste konulması tekniğiyle
yapılmış, kirli reknkli, iki katlı bir deri
atölyesi. Bu binanın asıl önemi,
Trabzon’daki en son
medeniyetin timsali olan bir başka yapıyı
seyretmek için en uygun yer olmasında. Bu seyir
için binanın tepesine çıkmak gerekiyor: Meşhur
Trabzon Çimento Fabrikası. Şimdi şehrin içinde
kalan bu hava zehirleme fabrikasının “oradan
derhal kaldıracağız” sözü veren bir siyasiyi
yalancı çıkardığını zamanın törpüsü bile
silemez. Atölye sahibi 70’lik delikanlı Necdet
Çolakoğlu çıkmanıza itiraz etmez. (Hala
yerindeyse, girş katındaki bir kolona asılı 800
kiloluk ayının postuna bir göz atın; bizim
gördüğümüz yoksa bir başkası vardır nasıl olsa.
50-60 milyona sizin olabilir)
Doğma büyüme Trabzonlu olan Necdet Çolakoğlu,
çocukluğunda dev gibi olan kale kapılarında
nasıl oynadıklarını, şehrin dokusunun ve
kültürünün nasıl bozulduğunu kendince anlatıyor.
Durmadan da “Haltlar geldi böyle oldu” diyor.
“Haltlar geldi Boztepe’ye yaslanmış Kızlar
Manastırı’nı teneke evlerle kuşattılar. Amma da
halt etmiş bu Haltlar, diye düşünmekten
kendinizi alamıyorsunuz; boş yere “Halt” demiyor
ya bu adam mütemadiyen. İşte, derici Necdet
ustanın dilindeki bu Haltlar, aslında hiç
duymadığı, İÖ 1. Yüzyıl sonunda Amasya’da doğmuş
Strabon’un Geographika adlı eserindeki Khald’lar
(Gümüşhane civarını mesken tutmuş Khaldai
kavmi). Ha Strabon konuşuyor, ha Necdet Usat!:
Şimdi harap halde olan ve teneke değilse bile
kerpiç, briket, beton –dilim varmıyor ama-
kondualrla kuşatılmış Kızlar Manastırı, III.
Aleksios zamanında (1349-1390) yapılmış. Birkaç
onarımdan sonra son şeklini 19. Yüzyılda almış.
İçerdide bir mağara kilisesi (Hagia Panagia),
bir şapel ve birkaç hücre var. Mağara
kilisesinin içinde de Aleksios, karısı Theodora
ve annesi Eirene’nin portreleri.
Aslında, Ksenephon, surların varlığından da söz
eder Anabasis’te; yani İÖ 5. Yüzyılda.
Gelgelelim, bugünkü surlarında en büyük bölümü
Roma devrine İS 1. Yüzyıla ait. Surlar antik
kenti belirler. Tatlı bir eğimle denize kadar
iner. Eğimin de tatlısı olur mu? Olur. Şöyle:
Eski seyyahlar, Trabzon’un denizden görünüşünü
öve öve bitiremezlermiş. Tabii, tersi de geçerli
bunun, bütün yapılar denizi görürmüş. Eğim şimdi
de aynı eğim ama görün müyor. Arsızlık dağ boyu;
rezil sefil binalar sanki göstermeye değer bir
şeyleri varmış gibi birbirlerinin önüne geçmiş.
Şimdi denizden baktınız mı, yeni yapılan ve ek
inşaatları devam eden iri Mehmet Akif Ersoy
Camii fark ediliyor bir tek.
Surların çevrelediği antik kent iki derin vadi
(Kuzgundere ve İmaret/İskeleboz) arasındaki
yüksek kaya kütlesi kurulmuş. Üç bölümden
oluşuyor. En yüksekten başlayarak İçkale (Yukarı
Hisar), Orta Hisar ve Aşağı Hisarlar
birbirlerine ve dışarıya kapıalrla bağlı. Yukarı
Hisar surları İustinianos’un (527-565) şehri
onarımı sırasında elde geçmiş, Osmanlı
muhafızları bu surlarda Hıdrellez’den kasıma
kadar “yekdir Allah” diye bağırarak dolaşırmış.
Şimdi ise delikanlılar “baban ağa oldu köye/ben
senin kapında köle” diye bağrışıyor “çağdaş”
Trabzon manilerinden bir örnek.
Bu cümleyi okuyunca Trabzonluların
Karadeniz’den daha fazla köpüreceğini
biliyorum, ama ne yapayım; lise çağındaki
oğulları bunları söylüyor. Tarihi İçkale
mahallesinin yukarısında, Bahçecik’teki (eski
Kindinar) ilköğretim okulu civarında ekip
halinde kız tavlamaya çabalayan 15-16
yaşlarındaki üç erkek bu şarkıyı söylüyordu
mesela. Meşhur Trabzon manilerine hiçbir surette
benzemeyen bu abuk sabukuk şarkıyı. Tek özelliği
kafiye oluşturmak olan yeni moda türkülerden
biri.
İçkale’de öğle vakti, ilkokul dağılmış. Çocuklar
güle oynaya tırmanıyor yokuşu. Camiden 15-20
metre sonra merdivenle çıkılan küçük bri aralık
vaar. “1 No’lu Burç Sokak” yazıyor. Tombul tatlı
bir çocukla aynı anda merdivenlere yöneliyoruz.
Çıkmaz gibi görünüyor. “Bu sokak nerey çıkıyor”
diye soruyorum. “O kalenin önünden
gidebiliyorsunuz diyor” Kiremitleri tırmanın…
Kiralık ev mi arıyorsunuz. Ben sizi gezdireyim
en iyisi”.
“Yok, hayır; geziyorum ben” deyince burca giden
patikanın başladığı yere kadar beni geçirip
dönüyor. Burca ve surlara yaslanmış derme çatlı
6 kondu var. Ortadaki küçük bahçe parsellenmiş,;
herkes kendi parseline bir şeyler ekmiş. Patika
5-10 metrelik tarlaların arasından geçiyor.
Evlerden birinin önünde yaşlıca bir kadın
kuruyan çamaşırlarını topluyor ipten.
“Teyze merhaba. Bu yapı nedir böyle?”
“Valla, ne bileyim oğlum; biz geldiğimizde
buradaydı bu”
Burç harap vaziyette. Yer yer göçmüş ve
göçmekte. Ama Türk bayrağı aslanalr gibi
dalgalanıyor. Bayrak direğinin girdiği yer
berkitilmiş; hemen belli oluyor. Bu gidişle,
kala kalan bayrak direği kalacak elimizde.
Burcun devamı oalran yıkık surdan manzara ilgin.
Antik şehrin neden buraya kurulduğunu gayet iyi
anlıyorsunuz: Dimdik ve derin bir vadi. Geri
dönüp caddenin karşısındaki 1 Nolu Kalekapısı
Sokak da doğuı surlarına çıkıyor. Manzara o
tarafta da aynı. O surlara da kaçak gecekondular
yaslanmış. Labirent gibi.
Hangi çılgın iki derin vadi arasında yükselmiş
bu şehri almayı düşünebilir ki…
Tarih içinde epeyi çılgın yeletenmiş bu işe:
Gotlar, Moğollar, Selçuklular… Sadece fatih olan
biri fethedilmiş: Fatih Sultan Mehmed.
İstanbul’un fethinden 8 yıl sonra, 26 Ekim
1461’de. Denizden ve karadan kuşatmış Trabzon’u.
395’te Roma İmpratorluğu’nun ikiye ayrılmasıyla
Bizans hakimiyetine giren Pontos, 1204’te
Haçlılarıb İstanbul’u eşle geçirmesiyle
bağımsızlığını elde etmişti. Son Pontos
imparatorlu David Komnenos, Fatih’İn teklifi
(veya tehditi) üzerine şehri bıraktı: Sultan’a
biat etti. Hatta, bu iki adam buluştu; Fatih,
David’i saygıyla karşıladı. Can ve mal
güvenlikleri teminat altına alınan imparator ve
ailesi bir gemiyle İstanbul’a gönderildi. David
daha sonra Edirne’de ikamet etti. Lakin,
imparatorluk hülyaları değreşince ve tehlikeli
girişimlere (tabii kendisi için de tehlikeli;
koskoca Osmanlıyı tehdit edecek hali yokya)
yeltenince de öldürüldü.
Neyse, Fatih ilk Cuma namazını Hagios Eugenios
(Trabzon’Un koruyucu azizi) Kilisesi’nde kıldı.
İlk olarak ne zaman yapıldığı bilinmiyor,
bugünkü yapının 14. Yüzyılda inşa edildiği
sanılıyor. 1500 yılında camiye çevrilmiş Cami-i
Cedid adıyla, sonra da Yeni Cuma cami olmuş.
Fetihten sonra 800 kadar çocuk Yeniçeri
ocaklarına devşirilmiş, bir kısım insan da
Sultan’In hizmetine alınmış. Trabzonlular
evlerine, mallarına ve canalrına sahip olmayı
sürdürmüş. Fatih, Trabzon halkına dokunmamış,
bir kişi hariç: Boztepe’nin yukarısındaki
derenin kenarında güzel bir genci idam ettirmiş.
Sonra gencin masumiyetini anlayınca “vah hoş
oğlan” demiş. Derenin adı da “Hoşoğlan Çayı”
kalmış.
Şimdi Orta Hisar’da Fatih Camii adıyla anılan
yapı ise fetihten önce Trabzon’Un baş
kisesiymiş: Panagia Khrysokephalos Virgin
kilisesi. İlk kuruluşu 325-364 yıllarına kadar
iniyor. Sonra onarımlareklemeler yapılmış.
Fethin ardından da, 1461’de camiye
dönüştürülmüş.
Fetihten sonra da Çömlekçi’de (eski adı
Dafnunda: Defne), Arafilboyu’ndaki (Ayo
Filibo’nun Türkçeleştirilmiş hali) St. Phlip
Kilisesini kentin baş kilisesi olmuş. 14. Yüzyıl
ortalarında yapılan bu kilise 1665’te camiye
çevrilmiş: Kudrettin Camii.
Trabzon’da yılın her günü için bir kilise
yaptırılırmış. 365 kilise varmış. Ayrıca zengin
Rumlar, birbirlerine dargın olduklarında
karşılaşmamak için kiliseye gitmezlermiş, onun
için evlerinde şapeller de yaptırmış. Bu
şapellerden kırık dökük de olsa kalan vardır
belki ama Allah bilir kimin evinin altında,
hangi gecekondunun dibinde… Bu sorun surlar için
degeçerli: bilim adamları, 1970’lere kadar
“surlar özel kişilerin mülkiyetinde
olduklarından gerekli şekilde incelenememktedir”
diye yakınıyordu.
Fetih zamanında şehir nüfusunun yüzde 16’sını
oluşturan Ermenilerden ve az sayıdaki
kiliselerden ise neredeyse hiçbir şey kalmamış.
Camiye dönüştürülmüş kiliselerdeki freskoların
üzerlerinin kapatılmasına hayıflanabilir insan
ana bu “mühtedi” camiler (Hristiyanlıktan
İŞslam’a geçmiş kişilere mühtedi deniyor)
aslında bir tür koruma sağlamış. Camiye
dönüştürülmemiş olan ve Trabzon’da şu andaki en
eski kilise olan Küçük Ayvasıl’ın (Hagia Anna
884-885 tarihli bir onarım kitabesi var) harap,
sıkışmış ve terk edilmiş halini görünce bunu
anlıyorsunuz.
Ya Bedesten’e ne demeli! Şehrin en eski ticaret
yapısı şu anda odun deposu oalrak
kullanılıyor.Kubbesi yıkılmış, perişan halde.
Pontos İmparatorluğu zamanında yapılmış. Ticari
faaliyet gösteren Ceneviz ve Venedik kolonileri
için önemli yerleden biriymiş. Ceneviz ve
Venedikliler, şehrin doğusunda, surların dışında
bugünkü limana hakim noktada küçük bir kale
yaptırmış. Kalepark’taki bu kalenin
(Leonkastron/Güzelhisar) kalıntıları kalmış.
İtalya nere, Trabzon nere demeyin; bu şehrin
tarihinin
hemen hemen bütün dönemlerinde stratejik önemi
son derece fazla bir ticaret üssüydü. İpekyolu
güzergahı. Marco Polo bile Uzakdoğu macerasından
dönüşte buraya uğramış. Kafkasya’ya, İran’a,
Orta Asya’ya açılan kapı.Karadeniz’de
Batum’dan önceki son büyük doğal liman da
burası. Trabzon-Erzurum karayolunun bir şekilde
tutmak hep önemli olmuş. 19. Yüzyıl boyunca 9
ülkenin konsolosluğu varmış Trabzon’Da; Rusya,
İngiltere, Fransa, Prusya, Avusturya, İtalya,
İran, Yunanistan, Belçika.
İngiltere ile Rusya arasındaki Orta Asya’Yı
nüfuz altına alma mücadelesinin (Büyük Oyun)
başlangıç noktalarından biri Trabzon. 12 Eylül
öncesine dönmek niyetinde değiliz ama yine de
tam sırası. F. Engels derki, “(Avrupa’dan
Asya’ya) ticaret için Trabzon’un yeri başka
noktalara göre daha elverişli (…) Trabzon
ticareti, Rusya ile İngiltere’Nin çıakrlarını İç
Asya’da bir kez daha çatışma durumuna getirdiği
için önemli siyasi hesap söz konusu…” (1853).
Şimdi, bu Cenevizliler çok önemli, zira şu bizim
kemençe varya, işte onun da Cenevizliler
tarafından Avrupa’dan getirildiği söyleniyor.
Bir başka teoriye göre ise Orta Asya’dan gelmiş.
Kemençe nereden ve nasıl gelirse gelsin, hoş
geldi sefa geldi. Fetihten önce gelmiş. Aslına
bakarsanız bunların önemi yok. Bu şehir her şeyi
kendinin kılmayı bilmiş. Buraları terk eden
insanlar bile kendilerini hala Trabzonlu
hissediyor; hatta terkedenelrin ikinci kuşakları
bile.
Zaten gelebilen her sene Trabzon’a geliyor.
Mimar Kemal Çevik anlattı: Geçen sene
Yunanistan’dan gelen genç bir Trabzonlu, “burası
dedemin evi, babam burada doğmuş” falan diyerek
gezmiş Trabzon’u.
Gidenler ne dilleini unutmuş, ne folklorlarını.
Buraya gelip kaldıkalrı yerden horona
giriyorlarmış. Hatta Trabzonlualrın demesine
bakılırsa, onarlın figürleri daha zengin. “Biz
biraz unutmuşuz”. Bizde nasıl tulum kemençe
yaşıyorsa, Yunanistan’da da Pontos müziği
yaşıyor. Türk milliyetçilerinin benzerliğe
şaşmaması imkansız.Biz bilmiyoruz, bilenler
dKeşan (Çeşan) ise kumaşe unuttu belki ama bugün
Trabzon halk oyunlarında gördüğümüz kıyafetler,
Trabzon Rumlarının da kıyafetiydi. Aynısı.
Bu kıyafetlerle dolaşılmıyor tabii ki
Trabzon’da, ama Meydan’da (Gavur Meydanu; meydan
kelimesini Rumlar fetihten öncede kullanıyordu)
peştemalıyla, keşanıyla gezen kadınalra
rastlamak mümkün. Bu iki kelimenin de kökü
Farsça. “Püşt-mal”, arkayı örten manasına. Keşan
(Çeşan) ise kumaş, İrandaki Keşan şehrinden
geldiği için. Aslında şimdilerde çok bilinmese
de bir de Lahori diye bir kumaş varmış
Trabzon’da; o da lahor’dan gelmiş. Trabzon
dokumacılığı ünlü aslında; padişahların donu,
gömleği ve ipekli kumaşlar Trabzon dokumasından
tedarik edilirmiş.
Gidenler, Pontosçalarını da kormuşalr tabii;
Pontosça, çağdaş Yunanca’dan farklılıklar
gösteren bir dil. Burada bırakıp gittikleri
kasabaların, mahalelerin adlarını da orada
yerleştikleri yerlere vermişler. Trabzonluluk
ruhu devam ediyor yani.
Gerçi bu ruhu ve ticari canlılığı yanlış
anlayanalr da var Katolik Kilisesi’Nin eski
papazlarından biri, 1970’lerin ilk yarısında bir
kilise çanını yurtdışına götürmek isterken
İstanbul Tophane rıhtımında yakalanmış. Çan,
1916-18 arasında Trabzon’U işgal eden Rusların
yaptığı devasa bir çanmış. Ruslar, 1917 Boşevik
İhtilali’nden sonra 1917’de bir de bir Trabzon
Sovyet’İ kurmuş.
Şimdi ise Nataşa kolonisi var Trabzon’da.
Sovyetler dünyadan silinince daha da canlanan
ticari hayat, “hayat kadınları” kolonisinin kök
salmasına vesile olmuş.
Ramaza, zamanı örgütler; Trabzon’da bu gayet iyi
görülebiliyor. İftara 10 kala tıklım tıklım olan
sokaklar bir anda boşalıyor. Gün boyu bazı
lokantalar açık, içerde tek tük insan var.
Sokakta sigara içene rastlamak imkansız. Taksim
Meydanı’na çıkan ara sokaktaki iki katlı
kahveden başka açık kahve bulmak zor.
Hele akşam rakı içeye niyetliyseniz işiniz daha
da zor. Her yer, otel restoranları bile iftardan
hemen sonra kapatıyor, içki yok. Tek yer
meydandaki Yeşilyurt Oetli’Nin lokantası.
Trabzon’Un en eski oteli olan Yeşilyurt,
Nataşaların da takıldığı bir yer olduğu için
açık ve içki var. 1942’de İngiltere Konsolosu
oalrak Trabzon’da bulunan Denis Wright
“Yeşilyurt lokantasnda tek kadına rastlanmazdı”
diyor. Bugün ise en azından Ramazan’da, sadece
orada bir kadına rastlayabiliyorsunuz. İşte o
kadınlar, Nataşa kolonisinin mensupları.
Satılık bedenlere müptela olan Trabzonlu ruhu
unutumuş görünüyor. Halbuki o ruh, Trabzon’un
ara sokaklarında dolaşıp duruyor. Siz de bir
gününüzü ayırıp antik kenti (sur içini)
dolaşırsanız karşılaşırsınız o ruhla. O ruhla
bağını koparanlar, ellerinde kalanı korumak için
bile çaba sarfetmiyor. Yapıların neredeyse hepsi
bakımsız, dökülüyor. Orta Hisar’daki Amasya
Sokağı ve civarı mesela; Müslümanalrın ilk
yerleştiği mahalle.
Bu işlere meraklı Trabzonluların anlattıklarına
göre, bu yıkım devlet teşvikiyle bilinçli olarak
yürütülmüş bir zamanlar. “Rumlar gelip elinizden
alır oturuğunuz yerleri” uyarısını alan bazı
gayretkeşler dinamitleşim kiliseleri, bazı Rum
evlerini.
En büyük darbelerden birini de 1960’ların
başında ve bütün
Karadeniz sahilinde olduğu gibi Trabzonlu’ya
denizi kapatan sahil yolu vurmuş. Yıkılan
kiliseler, konaklar da cabası. Yine de surların
eskiden denize indiği yerde Roma İmparatoru
Hadrianus zamanında yaptırılan ve binlerce yıl
hizmet veren limanın su altında kalan talarını
az bir gayretle görebilirsiniz.
Ama Mimarlar Odası’nın çabaları semeresini
vermez de o tanjant yolu saçmalığı bir hançer
gibi antik kentin tam böğrüne girerse, yaşamakta
olduğumuz şu son medeniyetin en büyük
katliamalrından birini daha göreceğiz ve geriye
görecek çok az şey kalacak.
Türklerin bu memlekette fethettiği son
payitahttır halbuki Trabzon (İstanbul’dan 8
yılsonra). Ve fethedenin yapmadığını çağdaş
uygarlık yolundaki hazımsız mirasçıalrı yapmış.
Medeniyet kuramayan, kurulmuş olanı da
koruyamıyor. Oysa ki iki padişah çıakrmıştır bu
şehir; Yavuz Selim ve 1495’te Trabzon’da doğup
1509’a kadarkalan Kanuni Sultan Süleyman.
Yavuz Sultan Selim’in annesi, Maçka’nın Livera
(bugün Yazlık) köyünden bir “Banu-i Rum”dur (Rum
kızı). Adı Maria’dır ve geleneğe göre Gülbahar
adını almıştır. Türbesi, Orta Hisar surlarının
batı çıkışındaki Zağnos (Fatih’İn bir paşası)
köprüsü yakınında Büyük İmaret (Gülbahar Hatun)
Camii’ndedir.
Kanuni de kuyumculuğu Trabzon’da öğrenmiştir.
Evliya Çelebi’ye kulak verelim: “Konstantin nam
bir Ruminin şagirdi olup, Süleyman Han üstad
zerger olmuşdı.”
Kuyumculuk, Trabzon’da hala önemli: özellikle de
hasır bilezik. Bu dünyaca ünlü altın bilezik
için İtaltanlar mekanik üretime geçmek istemiş,
ama becerememiş. Hatta, mimar Kemal Çelik’İn
anlattığına göre, Amerikalıalr da lehim
kullanmadan incecik altın telleri birbirine
tutturmayı becerememiş. Sonunda, Yunanistan’da
iki Pontuslu bulup onlara yaptırmışlar.
Ama biz toz kaplamış ve dağıtılmış medeniyetler
şehri Trabzon’U yeniden parlatmak için dıaşrdan
usta getiremeyiz. O işi de Trabzonlu yapacak; o
hasır bilezikleri ördüğü incelikle. Yoksa, üç
bin ytıl içinde oluşmuş Trabzonluluk ruhu, şimdi
olduğu gibi gelecekte de sadece Trabzonspor’a
sıkışmış kalacak. Entelektüel faaliyetleri son
derece zengin inşaat mühendisi Volkan Seymen’İn
dediği gibi “Trabzon’un tek başkaldırışıdır
Trabzonspor”. Trabzon’un hemen hepsi aynı
fikirde. Trabzonspor tutkusu varoluşalrını
tanımlıyor bir bakıma. Fetihten bu yana Rumalrla
Türklerin iç içe yaşadığı Faroz (Pontos dilinde
Fener demek) en hırçın Trabzonsorlular olarak
ortada, ama bu, herkesin o hırçınlığı dışa
vurmadığı anlamına geliyor sadece. Trabzonspor
bi karadelik gibi bütün ruhunu emiyor. Bakalım
yeniden doğabilecek mi Trabzon.
Minareler, surlara, kiliselere, sokakalra çıkıp
“Trabzon yekdir” diye bağıracak muhafızlarını
arıyor şehir.
|