TRABZON SÜMELA MERYEM ANA MANASTIRI

Maçka’nın 17 km. güneyinde
Altındere köyü’nde, Meryemana (Panagia) deresinin batı yanında, Mela Dağı’nın
deniz seviyesinden 1,150 m. yükseklikteki kayaları oyarak ve doğal
mağaralardanda faydalanılarak yapılmış manastırın adı “Sümela”, Rumca karanlık,
siyah anlamına gelen “melas” kelimesinden gelmektedir.
Karadenizli hristiyan
Rum’lar Mela dağındaki mucizevi Panagia ikonundan bir şey diledikleri zaman
"stou mela" derlermiş, bu zamanla Sumela'ya dönüşmüş. Bu da ikona neden Panagia
Soumela denildiğini açıklamaktadır. Bu yüzden manastıra “Karadağın (Mela
dağının) bakiresi”de denilmektedir. Atinalı Barnabas ile Sophroinos adlı iki
keşiş rüyalarında, Hz. İsa’nın öğrencilerinden Evangelist St. Lukas’ın yaptığı
üç Panagia ikonundan , Meryemin İsayı kollarında tuttuğu ikon Evangelist St.
Luke'un yaptığı üç Panagia (Meryemana) ikonundan , Meryemin bebek İsa’yı
kollarında tuttuğu ikonun bulunduğu yer olan Sümela'nın yerini birbirinden
habersiz ayrı ayrı yerlerde görmüşler, deniz yoluyla Trabzon'a gelmişler ve
gördükleri rüyaları birbirlerine anlatmışlardır (Bunlardan biriside Kıbrıstaki
Kykko manastırındadır). Bundan sonra rüyalarında gördükleri bu yeri aramışlar ve
en sonunda Maçka Altındere vadi’sinde, Karadağın 300 m. yüksekliğindeki sarp
yamacında buldukları mağarada karar kılmışlardır. Mela dağının sarp kayalığında,
bu küçük mağaranın, yüzyıllar boyunca, kayaların sabırla oyularak büyütülmesi
ile bugün gördüğümüz kartal yuvasına benzeyen manastır ortaya çıkmıştır.
Yapımına ne zaman başlandığı kesin olark belli olmamakla beraber M.S. 375-395
yılları arasında, Anadoludaki sayısız örneği gibi Kapadokya stili inşa edildiği
sanılmaktadır. Kilisenin kuruluşundan itibaren yaklaşık 1.000 yıllık tarihi
karanlıktır. Manstırı ancak Trabzon İmpartorluğu döneminden sonra incelemek
mümkündür. Trabzon İmparatoru, Büyük Komnenoslarından 3. Alexios (1349-1390) bu
manastırın esas kurucusu olduğunu fresklerde ön plana çıkartılmasından
anlıyoruz. 3. Alexios burasını yeni bir tesis halinde inşa ettirerek, 17 m.
yüksekliğinde, 40 m. uzunluğunda, 14m genişliğinde 72 odalı bir tesis
yaptırmıştır. İmparator 3. Alexios 1361 yılında bir güneş tutulmasını burada
karşılamıştır. Horuluoğlu’nun “Bu prensin sikkelerinde güneş resmi bu olayla
ilişkili kabul edilmektedir” yorumuna katılmıyorum. Aynı güneş simgesi Pontus
İmparatoru “Mithridates” in bin yıl önceki sikkelerinde de görülmekte olup
“Mithra” Işık tanrısına ait eski bir kültün izidir.
1365 tarihli vakfiyesi ilede
manastırın bütün idaresini arazisini, gelirlerini düzene koymuştur. Sümela
14.yüzyıldan sonra stratejik bir öneme haiz olmuştur. Herhangi bir düşman
saldırısında burası ileri karakolu vazifesini görmüştür.
Etrafındaki kiliselerle daimi temas halinde
olmuş, meşalelerle Trabzon'u saldırılardan haberdar etmişti. Ve Trabzon
Krallarının iktidarlarında rol oynamıştır. 3. Alexios'un oğlu 3. Manuel
(1390-1417) tahta çıktığı yıl, saray hazinesinde bulunan bir stavroteği (içinde
İsa'nın çarmığının bulunduğu bir parçası bulunduğu iddia edilen değerli haç)
Sümela'ya hediye etmiştir.
Trabzon'u
Türkler aldıktan sonra, Osmanlı Sultanları bu manastır ve manastırın haklarına
dokunmamışlardır. Hatta Yavuz 1. Selim (1512-1520) Trabzonda ki şehzadeliği
zamanında iki büyük mumu buraya hediye etmiştir. Ayrıca Sultan Mehmed'in bir
fermanı, 2.Beyazıd, 1.Selim, 2.Selim, 3.Murad, İbrahim, 4.Mehmed, 2.Süleyman ve
3. Ahmed'in fermanlarıda bulunmaktadır. Sümela bilhassa18. yüzyılda Voyvodaların
himayesğinde gelişmiş ve bir çok kısımları yeniden tamir ettirilmiş, İgnastios
adında bir papaz 1749 duvarlarının bütün satıhlarını yeniden fresko ile
süsletmiştir. Trabzon'un 18 Nisan 1916’dan 24 Şubat 1918 e kadar süren Rus
işgali sırasında, Pontos Krallığının yeniden ihyası için el altından yapılan
teşkilatlanma da burası üs olarak kullanılmaktadır. Bu dönemde Rus araştırmacı
Upjenski manastırda inceleme yapmıştır.
1910 yıllarında 100 civarında keşişi barındıran manastırda ülkedeki politik
şartlar değişince 1922 yılında papazlar kutsal ikonu bazı kıymetli eşyalar ile
birlikte manastırın 400 metre uzağındaki Agia Barbara adlı küçük kiliseye
saklamışlar ve 1923’de mübadele ile Yunanistana gitmişlerdir. 15 Ağustos 1931
yılında Kalatvryta'daki Megalo Spileoda Panagia kiliseside katılanların çoğunun
Pontoslu Rum olduğu bir dini kutlama yapılıyormuş. Tören bittikten sonra,
Anadoludayken Ordu piskoposu olan, o anda ise Xanti (Gümülcine) piskoposu
Polycarpos Psomiades , Venizelos'a St.Luke (Lukas) ikonunu Karadeniz’de nasıl ve
nereye gömdüklerinin hikayesini anlatmış.
Bir süre sonra Türkiye başbakanı İsmet İnönü, Eylül 1931 yılında Atinaya Balkan
Oyunları için gelince, Venizelos ona bir Rum papazı karadenize gönderip gömülü
ikonu çıkarmak için iznin istemiştir. Venizelos piskopos Chrysantos ve yanında
bir papazı görevlendirir. Hrisantos, Ambrossios adlı papazı seçer. Ambrossios
Makedonyaya gider ve ikonu gömem papazı (İremias) bulur. Ambrossios ile 22 kasım
1921 de resmi görevle yola çıkarlar. İstanbulda,Türkçe bilen Alexander
Vasiliou'yu bulurlar ve onun kılavuzluğunda bir gemiyle Trabzoona giderler.
Trabzonda polis ve asker eşliğinde Agia Barbara şapeline gidip, gömülü ikon ve
diğer eşyaları bulup onları Atinadaki Bizans müzesine teslim ederler.
Ağustos 1951 yılında Veria'daki “Kastania”da yeni bir Panagia Sumela inşa
edilir. Bir yıl sonra (Ağustos 1952) yılında ise ikon Atinadaki Bizans
müzesinden alınıp manastıra getirilir. Sümela'nın mucize ikonundan başka Trabzon
İmparatoru Emmanuel Komnenos'un kutsal haçı ve Oisios Christoforos'un el
yazmalarıda (M.S. 644) manastıra getirilir.
Sümela manastırına Ormanın içinden normal bir yürüyüşle yarım saatte
ulaşılabilinir. Seksensekiz basamaklı bir merdiveni geçerek girilen manastırın
girişinde sağ taraffta "Sümela kitaplığı" yazılı kütüphanesi bulunmaktadır.
Ayazma (agiasma) ise girişin sol tarafında kutsal ve içilebilecek temizlikte su
olup 100 metre yükseklikteki kayalıktan damlamaktadır. Evvelce çatısı ahşap
olduğu anlaşılan bu bina, binlerce kitabı muhafaza etmekteydi. Burada ceylan
derisi üzerine yazılmış çok güzel ve değerli incil ile yine ceylan derisi
üzerine yazılmış 17 kitap mevcuttu. Bu kitaplar cilt ve yazarlarıyla
belliydiler. Ayrıca İstanbulun fethine kadar Bizans İmparatorluğunun ve Pontos
İmparatoru David ile Osmanlı padişahının yazdıkları çeşitli ferman ve beratlar
bulunmaktaydılar. 18.yüzyıldaki bir yangın sonucu çoğu kitap ve değerli
vesikalar yanmış, kurtarılanların bir kısmı muhafaz edilmiş, bir kısmı
kaybolmuştur.
Aşağıda tam kayanın sol tarafında mutfak ve tabii çeşme bulunmaktadır. Bu çeşme
kısmı bugün harap olmuş ve kullanılmamaktadır. Mutfak kısmının üzeri tonozlarla
örtülüdür. Yapının kemer bağları taştan olup, yapı iki taraftan
aydınlatılmaktadır. Şu anda görülmesi mümkün olan fresklerin bir çoğu 1710 ve
1740 tamiratından bugüne kadar gelebilmiş olanlardır.
Asıl kilise fresklerle kaplanmıştır. İçeride mağaranın güney bölümünde kayaya
oyulmuş duvar hücresi bulunmaktadır.Dışarıda 18. yüzyıldan kalma bir zamanların
kapellası olan bir kilise vardır. Kiliseye yakın doğu cephesinde giriş yolu,
manastırın çan kulesi ile desteklenmiştir. Çan kulesinin hemen yanında günah
çıkarma yeri bulunmaktadır. İçindeki freskler halen sağlam gözükmektedir. Yukarı
kısımlarda ise, keşiş odaları ve küçük kiliseler mevcuttu. Asıl kilisenin
kapısında 1741 Haldiye’li (Kuzey Gümüşhane) Mişobu (Papazbaşı) emriyle tamir
ettirilmiştir yazılıdır.
Manastır iç ve dış duvarlarında bulunan freskler, toprak boyası ve eski taş
yosunu gibi ilkel boyalardır. Ana kilisenin güney duvarındaki belirli belirsiz
tasvirleri, Komnenosları Fallmerayer ve Kyriakides tanımlamıştır (soldan sağa):
3.Manuel (1390-1417), babası 3. Aleksios (1349-90), ve 3.Aleksios’un oğlu 4.
Andronikos. Bu freskler 1376-1390 tarihleri arasında yapılmış olmalılar. 1970’li
yıllarda kilisenin kuzey duvarındaki fresklerin altından çıkan fresklerin çok
daha eski döneme ait olduğu ortaya çıkmış. Bu eski fresklerde kullanılan renkler
yeşil, pembe, açık maviymiş. D.Winfield 1970’lerde anakilisenin dışında kuzey
duvarında üstüste yapılmış 3 tabaka freskten en alt tabakayı incelemiş ve
Trabzon Ayasofya’da çalışan ressamlardan biri tarafından yapıldığını kaydetmiş.
Eğer bu teori gerçekse manastırın 1260’larda ve 3. Aleksios’tan önce inşa
edildiğini kabul etmek gerekecek. Özkan Tüfek (Sümela, Meryemana,İstanbul 1978,
38-39) manastırın dört şapelinden 1893’den beri kayıp olan şapeli 100 m. kuzeyde
bulur ve fotoğraflarını çeker. Şapeldeki fresklerin 12.yüzyılda yapıldığı tahmin
edilmektedir. Bu bulgu da manastır ve fresklerin yapım tarihi konusunda kafaları
iyice karıştırmıştır.
Horuluoğlu 1978’ de kilisedeki diğer freskleri şöyle tanımlamıştır: “Asıl
kilisenin apsid kısmında, güney duvarında ; yukarıda: Meryem'in doğuşu ve Mabete
sunuluşu, tebliğ, Hz. İsanın doğuşu, mabete sunuluşu ve hayatı ;altta: İncilden
resimler. Güney kapısında Hz.Meryem'in ölümü ve havariler. Kilisenin doğuya
bakan yukarı kısmında 2. sırada :Genesis, Ademin yaratılışı, Havva'nın
yaratılşışı, Allah'ın tembihi, İsyan ( Adem ile Havvanın yasak meyvyi yemeleri)
Cennetten kovulma. 3.sırada: Yeniden dirilme, Thomas'ın şüphesi, Kabirde bir
melek, Nikaia konsülü. Absid kısmının dışında, yukarıda Mikail, Cebrail
bulunmaktadır”
Alman tarihçi ve gezgin Jacop Philipp Fallmerayer (1790-1861) 1831-34, 40-42,
47-48, yılları arasında Ortadoğu ve Anadolu’yu karış karış gezmiş, Trabzon
izlenimleri, karanlık bir dönemin aydınlanmasında yardımcı olmuştur. Yazarın
1840 yılında gerçekleştirdiği Sümela manastırı gezisi sonrasında “tüm dünyada,
Kolhis’in Mela dağındaki bu manastır kadar güzel dini yapı yoktur” diyecek kadar
yapıdan etkilendiğini görüyoruz. Bunun yanısıra Batı dünyasının Ortodoks
hristiyanlara ve doğululara ilişkin oryantalist ve küçümseyici bakış açısı
yazarın her satır arasında kendini göstermektedir. Havari Lukas’a ait olduğu
ileri sürülen ikona ve Komnenosların fermanının yukarıda bahsi geçen hikayesine
ilişkin ilginç detayları da Fallmerayer’in anıları sayesinde öğreniyoruz.
“...Başrahip bizi sıcak karşıladı, bize yol gösterici olarak davrandı ve
manastırın kudsiyetini anlattı. Bu mukaddes despotların ikametgahları sade ve
huzurluydu. Binanın yüksek katları onlara ait olup hizmetçilerin adaları odunluk
misali küçük hücrelerdi. Hassa ve münzevi insanlar için manastır bulunmaz bir
sığınak gibiydi. Binanın yapımı hiç de düzenli bir şekilde olmayıp birbirinden
alçak, gelişigüzel bi biçimde yapılmıştı. Su ihtiyacı; tavandan bir kuyuya
damlayan bir gözden sağlanırdı. Sonraları Trabzon’lu bir zengin tarafından
yaptırılan su yolu vasıtasıyla manastır gümüş gibi temiz bir suya kavuştu.
Mabedin yabani ve tuzlu duvarları 1360’lı yıllarda güzel fresklerle süslenmişti.
3.Aleksi ve oğlu 3.Manuel ve kadınlar manastırı Theoskepastos’da gömülü olan
evlilik dışı Andronikos, bu manastırı restore edip süsleyen, kitabelerle dontan
kişilerdi. Bu freskleri incelerken yanımda olna papazın sabrı tükendi ki bana
daha iyi izahat vermeye başladı. Bu freskler ve incil tasvirlerinin havari
Lukas’In elinden çıkmış olduğunu söyledi. Papazın bu izahatı canımı sıktı.
Gerçekte ise incil tasvirleri, Kapadokya kiliselerinde de mevcut olan yavan bir
Bizans sanatçısının eserleriydi.
Papaz, Meryem ana ikonasının getirilmesini söyledi. Harikalar yaratan bu ikonayı
getirdiler. Bir tahta parçası üzerine Grek zevkine göre bir Bizans’lı tarafından
yapılan bu resim, Lukas’ın sanat yeteneğinden şüphe etmeye yeterliydi.
Papazların düşüncesine göre bu ikona, Lukas’ın elinden çıkma bir ikonaydı. Gümüş
bir çerçeve ile çevrilmiş ikona, Sümela’nın hazinesi olarak kabul edilirdi.
Bunun kredisiyle papzlar geçinir ve manastırın çevresinde de bir kutsal koruyucu
olarak algılanırdı. Bu ikonanın kutsallığı, Anadolu’Nun içlerine kadar yaygın
olup, fakirliği, ihtiyarlığı bir yana iterek, Müslüman ve hristiyanlar birlikte
bütün Kolkid çevresi olduğu gibi Kapadokya, Paflagonya ve Ermenistan’dan hacılar
akın kın buraya gelip hediyeler ve kurbanlar sunarlardı. Sabahın erken
saatlerinde akrabalarıyla birlikte, Bayburt gibi uzak bir yerden gelen Müslüman
kadınları da gördüm.
Dünyanın hiç bir yerinde eşine rastlanmayan manastırın doğal güzeliği
yanında efsanevi kuruluş ve eski kaderi hakkında inanılmaz masallar
üretilmiştir. Manastırdaki Meryem Ana ikonasının kudsiyeti dolayısıyla,
papazlarınbeslenmeleri için bir gelir kaynağı halini almıştı. Bununla yetinmeyen
bu papazlar, edindikleri bu dilencilik mesleğini Rusya, Tuna boyları ve
Anadolu’nun içlerine kadar genişletmişler, ellerine aldıkları sahte ikonalarla
akçeler elde etmişlerdir. Trabzon’da bulunduğum zamanlarda, böyle bir dilenci
papazı Kayseri’De öldürüp 40.000 guruşunu almışlar, yapılan araştırmalar
sonucunda paranın bir kısmını geri alabilmişlerdi.
Bu ikonadan biraz farklı olarak, İsa’Nın çarmıha gerildiği odunun bir parçası
olarak kabul edilen ve 3. Manuel tarafından Trabzon hazinesinden Sümela’ya
hediye edilen gümüş kaplamalı bir de haç vardı. Her ayın ilk Pazartesi günü bu
haç ile takdis edilen su, uygun bir fiyatla inançlılara dağıtılırdı.
Manastırın genel durumunu gözden geçirdikten sonra baş keşiş ile beraberonun
dairesine çıktık. Biraz sonra oraya manastırın idarecilerinden iki kişi
ellerinde Aleksios’Un fermanı ile geldiler. İşte uğuna bunca masraf ettiğim ve
çok uzaklardan gelldiğim; siyah, kırmızı ve mavi yazılar ile doldurulmuş
paçavra. Bu cinsten gördüğüm ilk vesika idi. Ve keşişler, bu tomarı açtığım,
imparatorun ve karısı Theodora’nın harika, göz kamaştırıcı renklerdeki taçlı ve
kırmızı elbiseli portrelerini gördüğüm, tezniyat içine girift biçimde yazılmış
metni okumaya çalıştığım zamangösterdiği aceleciliği anlayamadılar. Ferman ipek
kağıttan olup bir ayaktan daha geniş ve on sekiz yirmi ayak uzunluğundaydı. Bu
muhteşem tasvirlerin altında sallanması gereken altın mühürler, hangi zamanda
bilinmez, kaybolmuşlardı. Satırlar arasında geniş aralıklar bırakılmış ve
kelimeler üstündeki çizgiler bilhassa uzun ve bariz şekilde gösterilmişti. Buna
rağmen okumak o kadar zordu ki, fermanın cümle teşkil tarzınınve satırlarının
kopya edilmesi için beş altı gün çalışmak gerekiyordu. Çok şükür ki fermenın
yanında, Doğunun dört patriği ve diğer yüksek rütbeli din adamları tarafından
imzalanarak onaylanmış, işlek ve okunaklı bir yazıyla yazılmış bir kopyası
vardı. Ancak keşişler bunun içeriğine üstünkörü bir göz atmama bile izin
vermediler ve hele onaylı nüshayı, asıl fermanl akarşılaştırmak istediğim zaman
sabırları büsbütün taştı ve böyle eski kağıt parçalarına aşırı derecede değer
veren biz Frenklerin garip hevesleri konusunda kendi aralarında ilginç
konuşmalar geçti. Ben manastırın idarecisine fermanı geri verdim ve gayet sakin
bir eda ile ve Türkçe olarak: “Karabaş; sen ne söylersin. Senin aklın
dairesinden çıkmış. Frenk memleketlerinde bu şey hem para, hem ikram verir,
şeref kazandırır” dedim. Başkeşişin yüzü hafifçe kızardı ve toplantımız bugünlük
bitti...
Başkeşiş, öğleden sonra beni kütüphaneye götürecekti. İlk merakım tatmin olmuş,
fakat henüz bir şey elde edememiştim. Bu ara, keşişlerin öğle uykusundan sonra
baş keşişin dairesine, yani oturup yattığı yere gittik...Kapı açılınca, canı
sıkılarak odanın ortasında duran tahta bir sandığın üzerine oturdu ve yerde
dağınık vaziyette bulunan kitapları birer birer kenara koymamızı seyretti.
Bunlar arasında bulduğumuz birkaç el yazma bizim için önemsiz parçalardı ve
bizim özellikle aradığımız Komnenoslar devrine ait tarihi vesiklardan eser
yoktu. Bu arada çoğu doğu Avrupa baskısı iki yüz kadar kitap ve risale saydık.
Keşişlerin ifadelerine göre; Komnenoslar tarafından verilmiş başka fermanlar ile
beraber, yetmiş sene evveline kadar manastırın arşiv dairesinde muhafaza
ettikleri bu ferman, son yangından kurtarılabilen son fermandır. Bunun üzerine
benzer felaketlerden korumak için fermanı, diğer kıymetli eşya ile demir bir
sandık içinde muhafaza etmeye başlamışlardı...” (Ömer Şen, 1840’da Sümela
Manastırı’na Yolculuk, Trabzon Tarihi, 1998, 163-70).
|