Mustafa Duman ile söyleşi
Karadeniz Bölgesi kültürü ve Anadolu
folkloru üzerine sayısız çalışması bulunan
Nasreddin Hoca, Kemençe, Çay ve Türk
yorgancılığı üzerine kitap çalışmalarını birbiri
ardına yayımlayan Dr. Mustafa Duman ile
Karalahana Karadeniz Gazetesi adına Özhan Öztürk
bir söyleşi gerçekleştirdi.
Özhan Öztürk -
Maçkalılar neden yorgancı oldular? Rakipleri ve
öncülleri kimlerdi? Ne zaman başladı, nasıl
gelişti ve şu anda ne durumdalar?
Dr. Mustafa Duman -
Maçkalıların yorgancılık, hallaçlık, bakırcılık
ve kalaycılık gibi mesleklerde başarılı
olduklarına dair en eski kayıtlara Osmanlı
Arşivlerindeki belgelerde, örneğin Trabzon
Mahkeme Sicilleri’nde rastlıyoruz.
Maçka’nın,1560-1640 yılları arasındaki
ekonomik ve sosyal durumunu inceleyen Jennings
şöyle yazar:
“Zanaatkar, esnaf ve çeşitli meslekten kişiler
ya Maçka nahiyesinde çalışır ya da evlerinden
uzak yerlerde mesleklerini sürdürürlerdi. Hayret
uyandıran bir nokta, tamamen kırsal bir bölgede
yaşamalarına rağmen Maçkalı bazı sanatkârların
el hünerinde kendi meslektaşlarını geri
bıraktıkdan başka bunu, Trabzon gibi büyük bir
şehirdeki ustalarla yarışacak derecede
geliştirmekle de kalmayıp bu işi, koca Osmanlı
İmparatorluğu’nun başkentinde, yani İstanbul’da,
muhteşem bir şekilde sürdürecek kadar başarılı
olmalarıdır.”
Daha sonra, özellikle 19. ve 20 .yüzyıllarda,
İstanbul’daki yorgancıların çoğu Trabzon –
Maçka’dan geliyordu. Bu durum günümüzde de
sürmektedir. İstanbul Yorgancılar Cemiyeti
başkanlığını yıllarca sürdüren ve sonra da
İstanbul Yorgancılar Odası başkanlığını yapan
Celalettin Akyüz’ün anlattıklarına göre;
babası Ahmet Akyüz, 1922 yılında Trabzon’dan
İstanbul’a, kent işgal altında olduğu için,
pasaportla gelmiş ve yorgancılık yapmıştır.
Bugün ise Ahmet Akyüz’ün torunu da
İstanbul’da yorgancılık yapmaktadır. Celalettin
Akyüz geleneksel yorgancılık sanatının
geliştirilip sürdürülmesi için yıllarca çalıştı.
Yorgancılık kurslarının açılmasına önderlik
etti. Mesleğini yurt içinde ve yurt dışında
tanıtmak için çeşitli sergilere katıldı.
Celalettin Akyüz gibi yorgancılık mesleğine aşk
ve şevk ile sarılanlardan biri de Kadıköy -
Kuyubaşı’nda yorgancılık yapan Maçkalı Nazmi
İnce’dir. O da çeşitli televizyonlarda,
yorgancılığı tanıtmak için caba harcadı. Her
şeye rağmen İstanbul’daki Maçkalı
yorgancıların sayısı gün geçtikçe azalmaktadır.
Önceleri kentin Şişli gibi güzel semtlerinde,
büyük caddelerinde, “Altın İğne”, “Diken İğne”
tabelalı dükkânlarıyla yer alan yorgancılar
giderek kentin ara sokaklarına çekildiler. Şimdi
ise birer ikişer dükkânlarını kapatıyorlar.
Geleneksel Türk yorgancılık sanatının tüm
konularında ve yorganın Türk kültürüne
yansımasını gösteren sanat, edebiyat verimleri
hakkında, yeni yayınlanan Geleneksel Türk
Yorgancılık Sanatı adlı kitabımızda
ayrıntılı bilgiler vardır.
Özhan Öztürk - Yorgancılık
sanatı tarihe karışacak mı?
Dr. Mustafa Duman - Geleneksel
Türk yorgancılığı, gelecekte, maalesef tarihe
karışacaktır. Bunun çeşitli nedenleri vardır.
Birkaçını şöyle sıralayabiliriz. Ucuz ve
fabrikasyon yorganların yaygınlaşması.
Geleneksel teknikle yorgan dikiminin çok
zahmetli ve pahalı olması. Yeni yorgancıların
yetişmemesi. Gelinlik yorganların, loğusa
yorganlarının, sünnet yorganlarının artık yavaş
yavaş ortadan kalkması… gibi. Sağlık
açısından daha uygun olan yün ve pamuk yorganlar
yerlerini sentetik elyaflardan veya
benzeri malzemelerden üretilen yorganlara
bırakmaktadır. Geleneksel yorgancılık sanatı ve
bu sanatı sürdürenler, resmi ve özel kurumlar
tarafından desteklenmemektedir.
Özhan Öztürk -
Bir önceki kitabınızda, Çay Kitabı’nda, çayı her
yönüyle ele almıştınız. Sizce Türk çayı
Seylan çayı’na karşı direnmeyi sürdürebilecek
mi? Çay üreticisinin ekonomik durumunu
iyileştirmek için önerileriniz var mı?
Dr. Mustafa Duman - Çay
Kitabı’nda da belirttiğim gibi, Türk çayı,
uzmanların bildirdiklerine göre, dünyada, böcek
öldürme ilâcı yani “inzektisid” kullanılmadan
üretilen biricik çaydır. Çünkü, Doğu Karadeniz
Bölgesi’nde çay yapraklarına musallat olan böcek
bulunmamaktadır. Bu nedenle Türk çayı önem
kazanmaktadır. Yabancı şirketler de bölgedeki
fabrikalardan bazılarını satın alarak bölgenin
çayını işleyip piyasaya sürmektedirler. Türk
çayı, Seylan çayına karşı direnebilir. Bunun
için çayın toplanmasından işlenmesine,
pazarlanmasına kadar uygun yöntemler
kullanılmalı, özellikle iki buçuk yaprak
kuralına uyulmalı, çayın elle toplanması
sağlanmalı ve yeterli bir tanıtım yapılmalıdır.
Tanıtım konusunda bir örneği üzülerek vermek
istiyorum. Çay kitabı’nda doğal olarak Rize
çayı, Rize’deki çay kültürü öne çıkarılmıştır.
Fakat kitabın tanıtılması için genç bir
gazeteci arkadaş tarafından hazırlanan kısa bir
tanıtma yazısı bile, benim Trabzon’lu olduğum
öne sürülerek, aylık bir Rize dergisine
konmamıştır. Kitapta hep Türk çayı öne
çıkarıldığı, Çaykur’un çalışmalarına yer
verildiği, Çaykur dergilerinin kapak resimleri
gibi görsel malzemeler sunulduğu halde, bu
kuruluştan bir kişi bir telefon açıpta teşekkür
etmemiştir. Koskoca bir kurumun çay konulu
kitaplardan haberdar olmamasını ise düşünmek
bile istemiyorum.
Çay Kitabı, ayrıca, Altı Nokta Körler Vakfı
tarafından sesli kitap olarak hazırlanan iki bin
kitaptan biri olmuş ve banda okunarak
kütüphanelere dağıtılmıştır. Uzun sözün
kısası, biz kendi payımıza, Çay Kitabı ile Türk
çayının tanıtımını en güzel bir şekilde
yaptığımıza inanıyoruz. Gene de Türk
çayını tanıtma konusunda çok daha yol katetmemiz
gerekiyor. Bu iş yalnızca televizyon
reklâmlarıyla başarılsaydı, şimdiye kadar çoktan
başarılmış olurdu.
Çay üreticisinin durumunun iyileştirilmesi için
yapılacak iş, Türk çayının dünyaya
tanıtılıp, ihraç edilmesinin sağlanması ve
buradan gelecek olan paradan üreticiye hakkı
olan payın verilmesidir. Yani yaş çay yaprağı
değerini bulmalıdır. Çay ekim alanlarının
yasalarda belirtildiği gibi sınırlandırılması,
gereğinde, kivi veya benzeri alternatif ürünler
yetiştirilmesi de uygun olur. Her şeyden önce
çay ithali önlenmelidir. Türk çayını
kullanmalıyız.
Özhan Öztürk -
Temel kimdir kitabında, Karadeniz’li
Temel’İ Nasreddin Hoca ile kıyaslamış hatta
ortak özelliklerini vurgulamıştınız.
Temel, Nasreddin Hoca’nın kavuğunu başına
takmayı başarabilecek mi? Yoksa o,
Hoca’dan farklı bir yolda mı yürüyor?
Dr. Mustafa Duman -
“Karadenizli”, ya da “Temel” olarak tanıdığımız
fıkra tipi aslında büyük bir iş başarmış ve
özellikle 1950 yılından günümüze kadar, çok
hızlı bir yol katetmiştir. Temel, bir zamanlar
çok dar alanlarda sözü edilen yerel bir fıkra
kahramanı iken, giderek tüm Türkiye’de tanınan
ve sevilen bir fıkra tipi olmuştur. Temel’in
Nasreddin Hoca’yı tahtından indirmesi
söz konusu değildir. Buna gerek de yoktur.
Çünkü onların biri, Anadolu’daki ve
Ortaasya’daki Türk halklarının zekâ ve
espri gücünü, diğeri ise Doğu Karadeniz bölgesi
insanının zekâ ve espri gücünü gösteren paralel
kişiliklerdir. Yani birisi ulusal, diğeri de
bölgesel fıkra tipi olarak
değerlendirilmelidir. Her ikisi de Türk halk
kültürü açısından var olmaya devam edecektir.
Sorunuzun son kısmında cevap da var zaten.
Temel, Nasreddin Hoca’dan daha faklı bir yolda
yürüyor. Temel’in fıkraları,
Karadenizli’nin yaşadıklarından çıkıyor. Bu
fıkraların hemen tamamı yaşanmış fıkralardır. Bu
nedenle ilgi uyandırmaktadırlar. Ama bu arada
bir çok yabancı fıkra da dilimize çevriliyor ve
Temel’e mal edilerek yayınlanıyor. Temel Kimdir
adlı kitapta bu konuya ayrıntılı olarak
değindim. Kültür kirliliğine yol açan bu tür
fıkralara ilgi gösterilmezse zaman içinde
unutulurlar. Gerçek Temel fıkraları ise derlenip
yayınlanmalı ki meydan taklitlere kalmasın. Bu
arada Temel’in bir çeşitlemesi olan Oflu Hoca’yı
da unutmayalım. Kısa bir süre önce
Heyamola’da yayınlanan Cansız Hoca adlı kitapta
bu türden bir hayli yaşanmış fıkra vardır.
Bu fıkralar, değerli din bilgini Mustafa
Cansızoğlu’nun başından geçen olaylardır.
Özhan Öztürk -
Kemençemin telleri kitabınızda kemençenin
kökenine dair kesin izler bulunmadığını
belirtmenize rağmen bir Ceneviz versiyonunun
fotoğrafını yayınlamıştınız. Anadolu’da
“uyanık, açıkgöz” terimiyle özdeşleşen,
neredeyse her tarihi yapının “Ceneviz devrinden”
diyerek kendilerine mal edildiği bu
denizci halk milli enstrumanımızın taşıyıcısı
olabilir mi?
Dr. Mustafa Duman -
Karadeniz kemençesinin tarihi araştırılırken,
günümüze kadar yazılıp söylenenlerden derlemeler
yaptım. Araştırma sırasında gördüm ki kemençe
konusuna çoğu kez bilimsel değil de duygusal
yaklaşılmış. Örneğin, hiçbir kanıt
gösterilmeden. “Kemençe Ortaasya’dan gelmiştir”,
ya da: “Kemençe batıdan gelmiştir”, gibi.
Mahmut Ragıp Gazimihal gibi bir etnomüzikolog
bile kemençe konusunda bir dönem yazdıklarının
tam aksini daha sonra yazmıştır. Kemençemin
Telleri kitabımızda bunun örnekleri verilmiştir.
Ben var olan belgeleri bir araya getirdim ve
bazı mesnetsiz iddialara da değindim. Bu konuda
daha fazla araştırma yapılmalıdır. Bu da
etnomüzikoloji alanında çalışanlara düşüyor. Her
ile bir üniversite kuruldu. Hodri meydan.
Şimdiye kadar yapamadılar. Bari şimdiden sonra
araştırsınlar. Soru da şu: “Karadeniz kemençesi
nereden geldi?”
Kemençenin
kökeninin batıda bulunabileceğini öne sürenler,
kemençenin çok sesli bir çalgı olduğunu, bu
nedenle çok sesli müzik olan bir kültürde
kullanılmış olabileceğini söylemişlerdir.
Karadeniz kemençesinin, batıdaki bazı
çalgılara çok seslilik ve diğer bakımlardan
benzediğini ileri sürmüşlerdir. Cenevizliler bir
taşıyıcı olabilirler. Diğer yandan da kemençenin
kent merkezlerinden uzak köylerde daha çok
bilindiği göz önüne alınırsa karşı tezler de
geliştirilebilir. Örneğin, kemençenin
Karadeniz’in kuzeyinden, Kumanlar aracılığı ile
Macaristan’dan geldiği düşüncesi gibi. Ama bu
araştırmakla olur. Ülkemizde sık sık
rastlanıldığı gibi, bilgi sahibi olmadan fikir
sahibi olmaya kalkan, konuştuğu konuda iki satır
bile okumamış insanların anlatmaları ile değil.
Gerçek, konuyla ilgilenen bilim adamlarının
çalışmalarıyla ortaya çıkacaktır.
Özhan Öztürk -
Sizce Karadeniz kemençesinin Görele, Ağasar,
Sürmene, Rize, Maçka vs gibi ekolleri var mı?
Yoksa daha çok müzisyenler mi kendi çizgilerini
yarattılar?

Maçka’da horon (1985)
Dr. Mustafa Duman -
Karadeniz kemençesi önceleri dört telli
idi. Daha sonra üç telli şekil ortaya çıkmıştır.
Günümüzde, dört telli kemençeyi ilk kez ben
yaptım, diye ortaya çıkan arkadaşlar bunu
söylemeden önce bir daha düşünsünler diye
belirtiyorum. Karadeniz Kemençe’sinin üç telli
şekli yaygındır. Yalnız Görele gibi uzun yaylâ
yoları olan yerlerde, kemençeciler hem yürür,
hem de kemençe çalarlar. Bu nedenle,
Görele’liler, kemençenin ağırlığını
azaltmak için kemençeyi biraz daha küçük
yapmışlardır.
Rize’de ise, bir zamanlar kemençeci Hasan Sözeri
yetişmişti. Onun kemençesi “tiz” sesli idi.
Sürmene kemençesi ise, Görele
kemençesinden daha uzundur ve “tok”
seslidir. Fakat bunlar sadece işin
ayrıntılarıdır. Ayrıca kemençelerin farklı akort
şekilleri de vardır. Müzik konusunda
çizmeden yukarı çıkmak istemem ama bana göre
sözü edilen değişikliklerin dışında küçük
ayrıntılar, sanatçıların kendi buluşlarıdır.
Bir bölgeden çok sanatçıya özgüdürler. Günümüzde
iletişimin gelişmesi sanatçıların biri birleri
ile olan ilişkilerini de geliştirmiş ve giderek
benzer şekiller ortaya çıkmıştır. Örneğin
günümüzde, Rizeli kemençeciler, Hasan Sözeri
tarzında çalmıyor ve söylemiyorlar. Onlar da
Trabzonlu, Giresun’lu kemençecilerden
etkileniyorlar.
Özhan Öztürk - Kemençemin
Telleri adlı kitabınızda yer vermeyip de
sonradan şunu da ekleseydim iyi olurdu dediğiniz
kemençeciler var mı?
Dr. Mustafa Duman - Ordulu Kemençeci Yunus
hakkında yeterli bilgi ve belge bulamamıştım.
Kitapta ona da yer vermek isterdim.
Kemençemin Telleri yayınlandıktan sonra,
Oflu kemençeci ve türkücü Yaşar Ağaoğlu’nu
tanıdım. Ağaoğlu’nun sağ ön kolu ve eli
protezdi. Protezle kemençenin yayını tutuyor ve
kemençe çalıyordu. Güzel de çalıyordu. Bana göre
bu olağanüstü bir durumdu. Onu da kitabıma
almak isterdim.
Kemençemin Telleri kitabımda da belirttiğim
gibi, kemençe çalan ve kemençe eşliğinde türkü
söyleyen, özgün türküleri olan sanatçılara yer
verdim. Türkü söylemeyenler kitabın dışında
kalmıştır. Günümüz kemençecilerine gelince,
onlar da ayrı bir çalışmanın konusu olabilirler.
Fakat aralarında, izlediğim kadarıyla, bir Ali
Çinkaya, bir Hüseyin Köse, bir Yusuf Cemal
Keskin henüz bulamadım. Zamanla iyi
kemençeciler yetişeceğini ümit ediyorum. İyi
kemençeci olmak için çok çalışmak, yaratıcı
olmak ve özgün kalmak gerekir.
Özhan Öztürk -
Gençler bilmez belki ama eski bir makaleniz de
“Kuçkuçura” adlı bir gelenekten bahsetmiştiniz.
Bu adet hala gerçekleştiriliyor mu? Yoksa adını
bile hatırlayan kalmadı mı?
Dr. Mustafa Duman -
Kuçkuçura, “Güneş Duası” demektir.
Anadolu’nun kurak bölgelerinde yağmur duasına
çıkılır. Doğu Karadeniz Bölgesi’nde ise tam
aksine, çok yağmur yağar ve otların, fındıkların
kurutulması, tarlaların toplanması için güneşe
ihtiyaç vardır. Bu yüzden kuçkuçura yani
güneş isteme törenleri yapılır. Kökleri antik
çağlara, Ortaasya’ya, Kafkaslar’a kadar çıkar.
Bu törenlere Azerbaycan sahasında da rastlarız.
Onlar buna “Gode Gode” adını
vermektedirler. “Yağmur Duasından Güneş
Duasına” başlıklı makalemiz, M. Sabri Koz’un
hazırladığı ve geçtiğimiz günlerde
yayınlanan Yağmur Duası Kitabı’nda yer
almaktadır. Yağmur duasıyla ilgili
makalelerden oluşan bu kitaptaki yazımızda biz
de, “Güneş Duası”nı, uygulanışını ve
yayılma alanları konularını işledik.
“Kuçkuçura” törenlerinin, Maçka yaylâlarında en
son, 1960’lı yıllarda yapıldığını duymuştum. Son
yıllarda, Trabzon yöresinde yaylâcılık geleneği
gittikçe zayıfladığı için yapılmadığını
sanıyorum. Çünkü, bu gelenek, yaylâlarda, çayır
kesme, kurutma, çok sayıda hayvan besleme,
köylerde ise buğday harmanı serme, taneleri
savurma, fındık kurutma gibi ziraat işleriyle
ile ilgilidir. Bu işler azaldıkça ya da başka
çözümler bulundukça o işlerle ilgili gelenekler
de ortadan kalkmaktadır.
Özhan Öztürk -
Trabzon’dan dışarıya göçü durdurabilmenin bir
yolu var mı? Yoksa bu hiç kafamızı yormamamız
gereken doğal bir süreç mi?
Dr. Mustafa Duman Kemençeci Bahattin
Çamurali ile (1989)
Dr. Mustafa Duman -
Trabzon’dan dışarıya göç, kentin sosyal ve
kültürel yapısını tümden değiştirmiştir. 1950 ve
1960’lı yılların altmış bin nüfuslu kenti bugün
iki yüz elli bin kişinin yaşadığı, çarpık
yapılaşmanın tüm görüntüye hakim olduğu
kalabalık bir köy durumundadır. Kentin
aydınları, kültür düzeyi yüksek kişileri,
çeşitli nedenlerle, özellikle iş
sahalarının azlığı yüzünden, başka büyük
kentlere göç etmişlerdir. Onların yerlerine,
Trabzon’un ve çevre illerin köylerinden insanlar
gelmiştir. Trabzon, artık bir şehirden çok büyük
bir köyü andırmaktadır.
Üniversite ve yüksek okulların açılması
Trabzon’un sosyal ve kültürel yaşamını ileriye
değil, şaşırtıcı bir gerçek olarak, geriye
götürmüştür. Zaman zaman en tutucu çevreler
Üniversite’de kendilerine ortam bulmuştur. Bu
yüzden, bir çok öğretim üyesi de Trabzon’u terk
etmiş, başka üniversitelere gitmiştir. 1960’lı
yıllarda, Trabzon’da oy dağılımı, liberal ve
sosyal demokrat partiler arasında yarı yarıya
iken bugün artık Trabzon’da sosyal demokratlar
oldukça azınlığa düşmüşlerdir. Liberaller yok
olmuş, yerlerine başka partiler gelmiştir.
Trabzon’daki Üniversite’den siyasete
geçenlerin tercih ettikleri partilerin siyasi
yelpazedeki yerleri, az önce söylediklerimizi
doğrulamaktadır.
Trabzon’da, bir zamanlar spor için yapılan spor,
bugün şiddete aracı olmaktadır. Bir
zamanlar kadınların dahi futbol maçı seyretmeye
geldikleri trübinlerden, bugün kötü sloganlar
yükselmekte, maçlar şiddet gösterilerine sahne
olmaktadır. Okulu ve işi olmayan gençler, şiddet
organizasyonları tarafından kolaylıkla militan
olarak kullanılmaktadır. Futbola ve
Trabzonspor’a endeksli kafalarımıza biraz da
bilgi koymak, kültürlü olmak, çağdaş olmak
zorundayız. Bir takımın şampiyon olamaması ile
dünya yıkılmaz. Ama bir çok gencin eğitimsiz ve
işsiz olmasıyla sosyal düzen bozulur. Gençler
şunu unutmasınlar ki , bir zamanlar şampiyon
olan Trabzonspor’un futbolcularının hemen hemen
tümü üniversite ve yüksek okul öğrencisi idiler.
Örnek isterlerse; Şenol Güneş, Necmi
Perekli ortaokul öğretmeni, Atay Aktuğ,
Bülent, Osman vd. mühendis oldular.
Sonradan Atay Aktuğ Trabzon Belediye
başkanlığına seçildi. Trabzonspor’un, Ahmet
Suat, Özkan Sümer gibi antrenörler vardı. Bu
örnekleri arttırmak mümkün.
Anlatılan aksaklıkların çözümü, insan
kalitesinin yükseltilmesiyle, ki bu da okumakla,
eğitimle olur, yeni iş sahalarının
açılmasıyla, işsiz gençlere iş bulunmasıyla
gerçekleşebilir. Yoksa, poşetlerde kömür
vs. dağıtarak, ya da Ramazan ayında iftar
çadırları açıp sadaka kültürünü yaymakla
işsizliğe, fakirliğe ve bunların sonucu olarak
gelişen şiddete karşı çözüm bulunamaz. Gençlere
önce iyi, çağdaş bir eğitim, sonra da iş
sağlamak zorundayız. Yoksa, Türkiye’nin geleceği
olan genç kuşaklar ebediyen kaybedilir.
Özhan Öztürk -
Karadenizli deyince aklınızdan neler geçiyor?
Ortalama bir Karadenizli’nin huyunu suyunu
tanımlayabilir misiniz?
Dr. Mustafa Duman -
Karadenizlilerin, özü, sözü doğru, mert,
vatan tutkuları gelişmiş, zorluklarla
savaşmayı seven, çalışkan ama yeri geldikçe
sabahlara kadar horon oynayan, türkü söyleyen,
şaka yapan insanlar oldukları bilinir. Her
toplumda olduğu gibi onların arasında da,
iyi insanların, iyi vatandaşların yanında
az da olsa kötü insanlar da bulunması doğaldır.
Bu durumun değiştirilmesi ise eğitimle,
kültürle olur. Gördüğüm kadarıyle , Karadeniz
insanı okumayı pek sevmiyor. Okuma alışkanlığını
edinmemiz gerekiyor. Bu alışkanlık ailede ve
okulda verilir. Televizyon seyrederek değil,
ancak kitap okuyarak kültürlü olabileceğimizi
bilmemiz ve bir yerden başlamamız lâzım. Yoksa,
bir araya geldik mi biribirimize hamasi laflar
ederiz, biz şöyleyiz, böyleyiz, deriz. Ama
zamanı gelir, öyle olaylar olur ki, şaşırır
kalırız, “Trabzonlu bu değildir,
Karadenizli bu değildir”, diye bağırmaya
başlarız.
Özhan Öztürk -
Nasreddin Hoca gerçek bir karakter midir?

İ. Zeki Eyuboğlu ve İ. Gündağ Kayaoğlu
ile (1992)
Dr. Mustafa Duman -
Nasreddin Hoca, tarihsel bir kişilik olarak,
Anadolu’da, Sivrihisar ve Akşehir’de, 13.
yüzyılda yaşamıştır. Elimizdeki yazılı
belgelerle bugün bunu kanıtlayabiliyoruz.
Kendisine yüzlerce fıkra bağlanan Nasreddin Hoca
tipi, daha doğrusu, fıkra kahramanı olan
Nasreddin Hoca ise, Türk zekâsının ve espri
gücünün Anadolu ve Ortaasya’daki temsilcisidir.
Bu fıkra kahramanına, Türk toplumu içerisinde,
kendisinden önceki zamanlarda ve kendisinden
sonraki zamanlarda teşekkül eden fıkralar
da bağlanmıştır. Hatta bazı yerlerde, yerel
fıkra kahramanlarına bağlı olarak anlatılan
fıkralar, sonradan Nasreddin Hoca’ya bağlı
olarak anlatılmış ve zamanla onun fıkraları
külliyatına dahil olmuştur.
Görülüyor ki, halk kültürüne konu olacak bir
olaydan söz ediyoruz. Kısaca söylemek gerekirse,
tarihsel kişilik olarak tanıdığımız Nasreddin
Hoca’nın başından şüphesiz bazı güldürücü ve
düşündürücü olaylar geçmiştir. Temel’in
başından geçtiği gibi. Ama günümüzdeki
Nasreddin Hoca fıkraları koleksiyonu, bu ilk
fıkraların onlarca katına ulaşmıştır. Halk
fıkralarının teşekkülü açısından bu normal bir
durumdur. Yüzlerce fıkra Anadolu’nun dışında,
Ortaasya’da, Kafkaslar’da, Ortadoğu’da ve
Balkanlar’da Nasreddin Hoca tipine bağlı olarak
anlatılmaktadır. Bazı yerlerde Nasreddin
Hoca’nın adı da o topluma uyduruluyor. Örneğin,
Anadolu’daki Nasreddin Hoca adı, İran ve
Azerbaycan’da Molla Nasreddin, Ortaasya’da
Ependi ve Apanti, Uygurlarda Afanti,
Balkanlar’da Nasradin, Anastradin
olmuştur. Bulgarlar ve Makedonlar ise Nasreddin
Hoca fıkralarını almakla beraber, milli
kimliklerini geliştirmek için, Nasreddin Hoca’ya
karşı Kurnaz Peter ya da Kurnaz Peyo adlı fıkra
kahramanlarını, “anti-kahraman” olarak
çıkarmışlardır. Onların fıkralarında
Kurnaz Peter Nasreddin Hoca’ya üstünlük sağlar.
Ama çoğu kez birlikte gezerler. Bu durum, 19
yüzyılın ortalarından itibaren, Bulgarların
milli duyguları ve ulus bilincini yükseltmek
için bulduğu bir yoldur. Çok özel bir
durum olarak incelenmeye değer.
Özhan Öztürk -
Nasreddin Hoca fıkralarında İslam öncesi
(Şamanizm, hristiyanlık vs.) inanç ve
kültürlerin ya da eski unutulmuş kahramanların
(Bir çeşit trickster gibi) izlerine
rastlanabilir mi?
Dr. Mustafa Duman - Az
önce de belirttiğim gibi, Nasreddin Hoca
fıkralarının kökeni 13. yüzyıldan da öncesine
gitmektedir. Ayrıca Ortaasya’da teşekkül eden
fıkralarda ve Anadolu’ya gelen ve bir zamanlar
Ortaasyada şamanlığı kabul etmiş olan Türk
boyları arasında teşekkül eden fıkralarda bu
inanış ve geleneklerin izlerine rastlamak
mümkündür. Bazı Nasreddin Hoca fıkralarının ise
Bektaşi fıkralarına yaklaştığını biliyoruz.
Anadolu’da bulunan hristiyanların da yer yer
Nasreddin Hoca fıkralarına konu edildiğini
görürüz.. Örneğin, Nasreddin Hoca bazı
fıkralarında papazlarla karşılaşır, yarışır.
Papazların bazı düşüncelerini eleştirir.
Nasreddin Hoca fıkralarının bu açılardan
incelenmesi aslında doktora tezi
olabilecek bir çalışma çerçevesinde ele alınması
iyi olur diyorum.
İlkel toplumların mitolojik, folklorik
“Trickster” tipi ile Nasreddin Hoca
arasında bulunabilecek benzerlikler konusunda
Prof. Dr. Seyfi Karabaş’ın makaleleri vardır. Bu
konuyu incelemiş ve bazı benzerlikler bulmuştur.
Bazı bilim adamları da karşı düşünceyi
savunmuşlardır.
Özhan Öztürk -
Tıp doktorusunuz şiir ve denemeleriniz
de var ama bizlere olağanüstü güzellikle eserler
bıraktığınız esas alanınız folklora ne zaman
ilgi duymaya başladınız?
Dr. Mustafa Duman -
Trabzon-Maçka Ortaokulu’nda, İ.Zeki Eyuboğlu,
1956-1957 ders yılında, Türkçe öğretmenliği
yapmıştı. Ben, o zamanlar daha ilkokul’da
idim. Ağabeyim ortaokulda idi. Bir gün Türkçe
öğretmeni olan İ.Zeki Eyuboğlu onlardan, ev
ödevi olarak ,türküler derlemelerini ve yazıp
getirmelerini istemişti. Ağabeyim, yaşlılardan
türküleri derleyip yazarken, ben de bu durumu
izledim. İ. Zeki Eyuboğlu, Maçka’da, “Deli İsmet
“ lakabıyla anılırdı ve çok kültürlü bir
kişi olduğu, yedi lisan bildiği söylenirdi.
“Deli” lakabı sözünü esirgemeyen tavrından
gelirdi. Çok değerli bir insan olduğu konusunda
herkes hemfikirdi. İ. Zeki Eyuboğlu,
türküleri topladığına göre bu türküler değerli
şeylerdir, mantığıyla, daha ortaokul yıllarında
türküler derleyip cep takvimlerine yazardım.
Sonradan İ. Zeki Eyuboğlu ile tanıştım ve
kendisinden çok şey öğrendim. Örneğin, bir
konuşmamızda, Türkiye’deki Eyuboğulları’nın ilk
yerleşme yerinin Maçka-Galyan olduğunu, oradan
bütün Türkiye’ye dağıldıklarını söylemişti. İ.
Zeki Eyuboğlu’nun telif ve çeviri 140 kitabı
yayınlanmıştır. Kaç Trabzonlu kendisini tanır ve
eserlerinden birini okumuştur acaba?
1982 yılında,
Almanya’da sürdürdüğüm iç hastalıları uzmanlık
çalışmamı bitirdim ve Türkiye’ye döndüm. O
yıllarda, halk kültürü çalışmalarına başladım.
İki kolda çalışıyorum. Doğu Karadeniz halk
kültürü ve Nasreddin Hoca. Çalışmalarımın
sonucunda, bugüne kadar on kitap ve yüz altmış
makale yayınladım. Ulusal ve uluslararası
folklor kongrelerine katılıp bildiriler sundum.
Diğer ödüllerin yanında, folklor alanında önemli
bir ödül olan Folklor Araştırmaları Kurumu (FAK)
“Türk Halk Kültürüne Hizmet Ödülü”nü, 2002
yılında aldım.
Özhan Öztürk -
Türkiye’de folklor araştırmacısı olmanın
zorlukları neler? Halkbilim çalışması yapmak
isteyen gençlere tavsiye ve önerileriniz var mı?
Dr. Mustafa Duman - Sözlü ve
maddi folklor ürünleri ancak derlenerek gelecek
kuşaklara aktarılabilir. Çünkü gelişen teknoloji
ve iletişim araçları hızla folklor ürünlerini
yok etmektedir. Derlenmezse kaybolur gider.
Folklorcu ,öncelikle derleyici olmalıdır. Çünkü
bu konuda zamanımız kalmadı artık. Batı
toplumları, masallarını, türkülerini,
atasözlerini yüz yıl önce derleyip arşivlere
yerleştirmiştir. Biz de bu çalışmalar zaten çok
geç başlamış ve başlangıçta yabancı
araştırmacılar tarafından yürütülmüştür. Örneğin
Martti Räsänen, daha 1920’li yılların başında,
Trabzon’a gelmiş ve türküler derlemiştir. Ondan
gören Hamamizade İhsan ve Bilal Aziz Yanıkoğlu
da derlemeler yapmışlardır. Diyeceğim, derlenen
malzemenin değerlendirilmesi her zaman
yapılabilir. Fakat bugün derlenemeyen bir türkü,
sözlü kültür olduğu için, kaybolur gider.
Özhan Öztürk -
Ayrıca eklemek istediğiniz bir şey var mı?
Dr. Mustafa Duman – Size ve bu
sitede emeği geçenlere, Karadeniz yöresi
kültürüne ve Türk halk kültürüne yaptığınız
hizmetlerden dolayı teşekkür ediyorum. Başarılar
diliyorum.
Ayrıca Okuyun
Mustafa
Duman kimdir?
Geleneksel Yorgancılık sanatı
Çay kitabı
Kemençe kitabı
|