
Karlık dağlarından Kaçkar dağlarına!
Karadeniz Gezisi
anıları
Makale: Alişan HAYIRLI
· Trabzon sevgisi
Benim Karadeniz sevgim, Trabzonspor sevgisiyle başladı aslında…
Ta küçük yaşlarda herkes F.Bahçe, G.Saray ve Beşiktaş’ı tutarken
ben nedendir bilinmez, tarif edemediğim bir duyguyla
Trabzonspor’u tutuyordum. Trabzonspor’un efsanevi dönemi
(Cemil’li, Ali Kemal’li, Şenol’lu, Turgay’lı, Necati’li ) ilk
gençlik yıllarımın başlangıcına rastlıyordu. O dönemde Karadeniz
fırtınası esiyordu. Demek ki beni de önüne kattı, sürükledi.
Ama öyle olsaydı, ben neden hala Trabzonsporluydum o zaman?
Neden?
Yıllar, yıllar önceydi… TRT 3’te Gezelim Görelim programı vardı.
Bir gün akşam o programda Trabzon’u izledim. Dedim ki anneme,
ben yarın Trabzon’a gideceğim. Ertesi günü bileti aldım,
Trabzon’a gittim. 2 gün önce TV ekranlarında seyrettiğim
Uzungöl’ü, Ayasofya’yı, Sümela Manastırı’nı yerinde gördüm.
İşte böyledir benim Trabzon aşkım.
Tabiatım, karakterim, Karadeniz’in hırçın dalgalarına çok
benziyordu. Belki de onun için çekiyordu buralar beni…
Yeşil’e ve doğaya olan düşkünlüğüm melankolik, hastalık
derecesindeydi.
Hepsi bir araya gelince Karadeniz ve Trabzon sevgisi bir anlam
kazanıyordu.
İstanbul’dan sonra en çok ziyaret ettiğim şehrimdi benim
Trabzon.
İşin garip tarafı sevgilim de yoktu benim Trabzon’da…
Trabzonlu bir kız da sevmedim.
Ahmet Hamdi Tanpınar’ın Huzur romanındaki Mümtaz ile bir ilgimin
olmadığına yemin edebilirdim.
Biraz daraldığımda, bunaldığımda hep Trabzon’a kaçmak gelirdi
aklıma… Her fırsatta Trabzon’un kapısını çalardım. Bir günlük
Trabzon gezisi bana ilaç gibi gelirdi.
***********
· Yeni bir Karadeniz seferi
İşte yine bir fırsat doğdu bana…
Bir Karadeniz, bir Trabzon ziyafeti daha göründü ufukta… Ruhumu
ve kalbimi hazırladım.
***********
Metin abi, “Haydi atla gel! Rize’de, Verçenik yaylasına gidelim
seninle. Turumuz var. Kamp kuracağız. Seni de götürelim”
dediğinde Verçenik’in Merçenik’in aslında neresi olduğu, nasıl
bir yer olduğu aklıma bile gelmemişti. Verçenik bahane, Trabzon
şahane!
***********
Giderken, dedim ki kendi kendime, “Ya bu haberi dostlarımla
paylaşmalıyım. Biraz da kıskandırmalıyım!!!”
Bütün dünya aleme duyurup, atladım Trabzon otobüsüne!
(Ağzımda kocaman bir yarayla yola çıktım. Malatya’da, evde, son
dakikada kullandığım bir ilaç, kullanım hatasından dolayı
pahalıya mal oldu bana… Dostlarımı kıskandırmanın bedelini
ödemiştim. Karadeniz gezisi, yayla sefası, çadır keyfi acılı
olacaktı. Bütün bir Rize’yi, yaylaları ağzımdaki yarayla gezdim.
Bir daha kimseye haber vermeyeceğim, geziye gideceğim yerleri!)
************************

· Trabzon’a ayakbastım.
17 Temmuz sabahı Trabzon’a ayakbastım, havasıyla kucaklaştım.
Gözlerim yeşili seyretmiyor, sanki sağıyor. Havayı burnumla
değil sanki beynimle soluyorum.
Oh be! Ne kadar da özlemişim şehrimi. Otobüs garajında
karşılaşan sevgililerin hissettiği duyguların daha kuvvetlisini
hissediyordum.
Trabel Genel Müdürü, Hemşehrimiz Metin Ağabey’in bürosuna
geldiğimde 12 saat yolculuk yapmış bir kişinin yorgunluğundan
eser yoktu, üzerimde… Rutubeti bile hoşuma gidiyordu şu
memleketin, sanki tenimi okşuyordu!
· Gümüşhane-Trabzon ortak yapımı: Kadırga şenlikleri
Daha koltuğa oturmadan, bir bardak bile çay içmeden, demez mi
ki, mihmandarım Metin ağabey, “Haydi Kadırga şenliklerine!”
Bre bismillah yeni geldim. Hayda! Doğdu geldiğim istikamete!
Gerisin geriye Gümüşhane sınırına. Meşhur Kadırga şenliklerine.
Zigana geçidine!
Trabzon Belediye Başkan Vekilimiz ile birlikte Zigana yollarına
düştük.
Haberlerini seyreder, okurduk Zigana dağlarındaki Kadırga
şenliklerini… O yörenin en ünlü şenlikleriydi. İlk defa
görecektim ve heyecanlıydım.
Klasik Karadeniz çalgıları ve müziği eşliğinde Zigana dağlarının
zirvesinde buldum kendimi…Protokol konuğu muamelesi gördüğüm
için halkın arasına karışamadım. Başkan Vekili ve Metin
Ağabeyinin yanında beni de büyük adam sandılar! Kalabalık
arasında kaybolurum diye gruptan ayrılmama müsaade etmediler.
(Çünkü cep telefonları çekmiyordu.)
Trabzon-Gümüşhane sınırında, Zigana geçidinin zirvelerinde,
yaklaşık 20 bin kişinin katıldığı muhteşem bir şölen. Yöresel
kıyafetli kızlar, yöresel yemeklerin ve ürünlerin sergilendiği
Pazar yerleri, kıl çadırları, yöresel müzikler, doğal
güzellikler, sis ve bulutların içinde mahşer gününü andıran
kalabalık…100 yıldan beri yapılıyordu bu şenlik.
İlk defa bu çapta büyük bir yayla şenliğine şahit oluyordum.
Herkes hayatından memnun, güzler gülüyor, tam bir bayram havası…
Şenliklerin şen insanları… Hele hele Anadolu kültürünün
renklerini ve zevklerini yansıtan o güzelim yöresel kıyafetler
yok mu? Adeta bayıldım. Şenliklere katılmamız ile ayrılmamız bir
oldu. (Halbuki buradan ne malzemeler ve fotoğraflar çıkartırdım.
Neyse inşallah seneye…)
· El oğlu böyle çalışıyor
Dönüştü yolda profesyonel bir fotoğraf ekibi ile karşılaştık.
Dağlarımızdaki, Allah vergisi, adı sanı bilinmeyen
çiçeklerimizin fotoğraflarını çekiyorlardı. Aralarında bir de
İngiliz vardı. Elin adamı gelmiş, çiçeklerimizi belgeliyordu.
Adamların biri ışık tutuyor, biri pano tutuyor, diğeri çekim
yapıyor. Ünlü fotoğraf sanatçısı Faruk Akbaş adeta isyan
ediyordu:
“Sayın Başkanım bu işi ciddiye alın. Yörenizi tanıtın. Doğal
mirasınızı koruyun”
· Hakkınızı helal edin
Birkaç kilometre sonra yağmur şiddetini artırdı. Arkamızdan da
Gümüşhane Valisinin konvoyu geliyordu. Bir an için sele
kapılacağımızı zannettim. İçime bir korku girdi. TV haberlerinde
gördüğümüz sel felaketinin kahramanlarından biri mi olacaktım?
Kendi haberimi kendim yapmaya başladım:
“Trabzon ve Rize gezilerine katılmak üzere Karedeniz’e giden
Alişan Hayırlı sele kapılıp hayatını kaybetti!!!”
Yolda Zehir Hüseyin tesislerine sığınmak zorunda kaldık. Hemen
evi aradım. Anneme haber verdim: “Hakkını helal et anne!”
******************

· 18 Temmuz: Rize yolculuğu başlıyor
Çok yorgundum. Misafirhanede odama ayak bastığımı zor
hatırlıyorum. Ertesi günü sabah erkenden uyandığımda, kafamda
hala Kadırga şenliklerinin sesleri çınlıyordu. Kendimi dinç ve
sağlıklı hissediyordum. Aralıksız 12 saat uyumuşum. Yeni bir
maceraya hazır hissediyordum kendimi…
Saat 08.00’de misafirhaneden, kamp arkadaşlarımızın bulunduğu
dağ malzemelerinin satışının yapıldığı işyerine hareket ettim.
Kamp arkadaşlarımızla tanıştım.
Metin abinin 4x4 Land Rover marka cipinin ön koltuğuna
oturduğumda kendimi sahici dağcı gibi hissettim.
Rize’ye doğru yol alırken, teypte çalan şarkı da çok manidardı:
Oy gidi Karadeniz!
Sardi dört yanımızi..
Ander kalsun sevdaluk oy,
Alacak canımızi..
Ha bu ander sevdaluk oy,
Alacak canımızi...
· Samsun-Sarp otoyolu
Müzik eşliğinde Rize’ye doğru yol almaya başladık. 2
araç 11 kişiyiz. Metin abi de bir yandan, üzerinde gittiğim yol
hakkında bilgi veriyor, “Yaz Alişan Bey, Karadenizlilerin çilesi
bu yolla bitti, yaz!” diyordu.
700 kilometrelik muhteşem bir otoyol. Tüneller, viyadükler ve
köprülerle süslenmiş, Karadeniz ormanları ve denizinin arasında
bir yılan gibi kıvrılıyor. Özal döneminde başlayan bu projenin
16 yılda yüzde 35 ‘i tamamlanırken, son hükümet döneminde 4
yılda yüzde 65’i tamamlanarak hizmete girmiş. Bu yolun yapımında
emeği geçen herkese teşekkür etmek lazım.

· Ve Fırtına Vadisi…
Sicim gibi yağmur yağıyordu. Rize-Sarp otoyolunun 55.
Kilometresinde, Çamlıhemşin yoluna saptık. Ve muhteşem görüntüsü
ve gözalıcı doğal güzelliğiyle Fırtına Vadisi bize hoş geldin
diyordu adeta… 65 kilometre uzunluğundaki Fırtına Vadisi’ne
giriş yaptığımızda kalbim duracak gibiydi. Metin abi ve
ekibinin, içimdeki fırtına vadisinden akan duygu deresi ve
selinden tabiî ki haberleri olamazdı…
Vadi üzerindeki kimisi taş, kimisi asma köprüler, yol
kenarındaki şekerli sular, vadi yamaçlarında dünyanın en
kaliteli çaylarını toplayan uşaklar… Havası, yağmuru, sisi,
fırtınası, yeşili, deresi, çalgıları, müzikleri, yöresel
giysileri…
Burayı, bu insanları anlatmak bana mı kaldı? Benim cılız
kalemim, sınırlı muhayyilem, fakir dimağım, estetik ve sanat
gücünden mahrum üslubum buraları anlatmaya kifayet edemezdi.
Benim tecessüs sınırlarımın çok ötesindeydi.
Fırtına vadisini anlatmak bana düşmezdi. Haksızlık olurdu. Bu
vadiyi, bu yaylaları, bu köyleri anlatmaya benim gücüm yetmezdi.
Bir Dostoyevski, bir Tolstoy, bir Balzac, bir Halit Ziya, bir
Abasıkyanık, bir Peyami Safa olmalıydı. Burada doğanın kitabı
yazılıyordu. Yağmuru bir başka, yeşili bir başka, havası bir
başka idi. Anlatılmaz yaşanır, tekerlemesi tam buraya göreydi.
Anlatmak buranın değerini düşürürdü.
Doğaları ezgilerini, ezgileri doğayı besliyordu. Doğallık
insanlarının içlerine de işlemişti. Doğayı anlatırken
insanlarını, insanlarını anlatırken aslında doğayı anlatıyordun.
Fazladan bir güzellik, fazladan bir oksijen buradaki insanların
bazen akıllarını başlarından alabiliyordu.
Çamlıhemşin yolunda, Fırtına Vadisi boyunca zirvelere doğru yol
alırken karlılaştığımız birkaç garip olay bunun göstergesiydi.
“Osmanlı Mahalli Yemekleri” adlı işyerini geçtikten bir süre
sonra bir tabela:
“Osmanlı Mahalli Yemekleri
100 metre GERİDE” !!!
Doğallığın bu kadarı da fazlaydı. Buralarda hayat bazen 100
metre geriden başlıyordu. 100 metrenin rekoru burada böyle
kırılıyordu.

· Rafting şenlikleri
Yaylara doğru göç yolunda söyleyen yayla havası müzik ile
Fırtına Vadisi’ni katediyoruz. Teypte yine güzel bir yöre
türküsü:
Oy benum sevduceğumOlur mi böyle kederOf-Sürmene yaylasıOnbeş
doktora bedelTrabzon'un feneri oyİki defa döneyiGeldi ordi
vapuriİstanbul'a gideyiArakli'denyomra'danGel gidelum pazar'aBen
pazar'da duramamBeni rize'de araİstanbul'larda araTrabzon boyük
şeherDoyamadum tadınaUzaktan sevmak olmazGel yakına yakına
Fırtına Vadisi deresinde Türkiye’nin en güzel alabalıkları
yetişiyor. Kırmızı benekli balık avlamak, burada herkesin bir
hayali, rüyası…
Fırtına vadisinde her yıl yapılan Uluslar arası Rafting
Şenliklerinin 2. gününe rastladık. Adrenali yüksek sporcuların
yarıştığı festivali sadece araç içinden görmekle yetindik. Hoş
doğrusu ben zaten rafting yapıyordum. İçimdeki Fırtına vadisinde
tek kişilik bir rafting şenliği vardı.
· Zilkale
Rize-Çamlıhemşin yolunun 12. kilometresinde karşılaştığımız bir
abide görülmeye değerdi. Dere kenarının sağ tarafındaki yamaca
kurulmuş, uzaklardan bakıldığı zaman yeşil dokunun üzerinde bir
nokta gibi duruyordu. Yapım tarihi ve kimler tarafından
yapıldığı bilinmeyen bu esrarengiz eserin adı: Zilkale… Çam
ağaçlarının arasında tek aykırı renkti. Ve fakat bu
“aykırılıkta” bile bir simetrik ve güzellik vardı.
· Çat-Cancık pansiyon…
Çamlıhemşin’e 37 kilometre uzaklıkta Fırtına Vadisi üzerinde
öyle güzel ve şirin pir pansiyona rastladık ki, planlarımı
değiştirmek zorunda kaldım. Çay içmek için mola verdiğimiz mekân
tam anlamıyla beni büyüledi. Rüyalarımı süsleyen bir mekândı.
Ayrılırken, “Bekle beni Cancik, dönüşte görüşeceğiz seninle,
inşallah” dedim içimden…
· Yaylaya yaklaşıyoruz…
Verçenik yaylasına doğru hareket ederken, bizlere sis ve yağmur
eşlik ediyordu. Sis ve duman vadiye ayrı bir güzellik katmakla
birlikte, vadinin yamaçlarını görmek mümkün olmuyordu. Öyle bir
vadiydi ki Fırtına Vadisi, aracımızı her kilometrede bir
durdurup, inip fotoğraf çekiyorduk. Yeşile olan hasret, ormana
olan açlık bende vadinin her bir metrekaresini fotoğraf
makinemin içine sığdırma çılgınlığı olarak nüksediyordu. Bazen,
2 araçlık, 11 kişilik grubun gezi kuralları, aşırı fotoğraf
çekme dürtüsüne kurban gidiyordu. Misafir pozisyonunda olduğum
için bana katlandıklarının farkındaydım. Karadeniz ve Trabzon
aşığı amatör bir gezginci olduğum için fazla seslerini
çıkarmıyorlardı. Beni aralarında idare ediyorlardı.
· Ve Verçenik Yaylası…
12 saatlik otobüs yolculuğu, sonrasında Trabzon-Rize arasındaki
uzun vadi maratonu… Hepsi, hepsi Verçenik içindi. Muradıma
ermiştim. İşte Verçenik yaylasındaydım. Türkiye’nin en yüksek
yaylasındaydım. Karadeniz yöresinin en yüksek tepesi olan
Kaçkarların en yakınındaydım. Şu anda Türkiye’nin en mutlu ve en
sevinçli insanı bendim. Koca Malatya’da, 800 bin kişinin
arasında bu yaylayı kaç kişi görmüştü. Bırakın görmeyi Verçenik
yaylasının adını kaç kişi duymuştu.
Üstüm başım, ayaklarım su içinde kalmış, batmıştım. Üzerimde ne
bir yağmurluk, başımda ne bir koruyucu, ayağımda ne bir su
geçirmez ayakkabı… Hiçbir şeyim yoktu. Ne önemi vardı. Ben
Verçenik’de miydim? Evet Verçenik’deyim. O zaman ne önemi vardı
bunların… Benim diyen dağcıların bile zor ulaştığı bu doğa
harikası yaylaya gelmiş miydim, gelmiştim… Yağmurluksuz,
ayakkabısız ilk gelen dağcı(!) ben oldum!!!
Karadeniz ve Trabzon sevdası insanı işte böyle delice yollara
düşürür, yaylalara sürükler… 200 kilometrelik bir mesafeyi,
yaklaşık 8 saatlik bir araba yolculuğundan sonra kat edip buraya
ulaşmıştık.
· İlk çadır, ilk uyku tulumu, ilk rüya
Verçenik yaylası… İki derenin birleştiği nokta…15 civarında
yayla evi…Yüzlerce hayvanın olduğu çok sayıda sürü… Çoban
köpekleri ve soluk benizli yayla insanları… Biraz ürkütücü…
İnsanlara yaklaşıp konuşmak zor… Halini-hatırını sorduğum yaşlı
bir kadının hışmından zor kurtuldum.
Yaylaya vardığımızda yoğun sis ve feci bir yağmur vardı. Yağmur
şiddetini artırmadan çadırlarımızı kurmamız lazımdı. Ne var ki
gök gürlemesi ile birlikte şiddetli bir yağmur başladı. Göz gözü
görmüyordu. Nereye geldiğimizi ve etrafımızda nelerin olduğunu
güçlükle seçebiliyorduk. Köpek ve keçi sesleri çoban seslerine
karışıyordu.
Araçlardan malzemelerimizi ve çantalarımızı yüklenip, yağmur
altında çadırlarımızı kuracağımız yere geldik. İki dere arasında
düzgün bir zemin tespit ettik. Islana ıslana çadırlarımızı
kurduk. Benim de çadırımı kurdular, hani misafirim ya…
Teşekkürler.
Artık çadırım hazırdı. İçine girip yatmak için tören
gerekmiyordu. Çadırıma, Kaçkar seferi sırasında Verçenik
yaylasında ordusu ile birlikte mola veren Padişah Alişan Sultan
Hayırlı edasıyla girdim!!!
İlk çadır sefası, ilk uyku tulumu rüyası yorgun ve bitkin ama
sevinçli ve mutlu bir şekilde başladı. Temmuz sonunda, Kaçkar
dağlarında çadır bezine çarpan yağmur damlacıklarının çıkardığı
sesler bana ninni gibi geliyordu.
· Çoban köpekleri
1-2 saatlik uykudan sonra yemek için beni kaldırdıklarında,
çadır etrafında sürpriz iki konukla karşılaştım. Çoban köpekleri
görev yerlerini terk etmişler, bizi ziyarete gelmişlerdi.
Kampımızın davetsiz misafirleriyle fotoğraf çektirme seansı
başladı. Ne kadar cesur ve korkusuz olduğumu belgeleme fırsatını
kaçırır mıydım? Objektifler ve deklanşörler benim için çalıştı.
Görüldüğü gibi iki vahşi çoban köpeğinin arasında korkusuzca
durabiliyorum!
Yağmur, fırtına, sis, duman, gök gürültüsü, soğuk ve köpek
sesleri arasında hayatımın ilk çadır gecesini tamamladım.
· Ayıların baskını
Sabah saat 05.00’te uyandık. Sabah aldığımız bir haberle,
aslında gece yarısı ne kadar büyük bir tehlike atlattığımızın
farkına vardık. Yayla evlerine ve ahırlara bir ayı saldırmış,
keçinin birini alıp kaçmıştı. Bu sırada çoban köpekleri yanlış
yerde yanlış kişileri bekliyordu. Koyun ve inek sürülerini
beklemekle görevli köpekler, ne yazık ki, bizi bekliyorlardı. Bu
durum çobanları çılgına çevirdi. Ayı, keçi yerine bizden birini
yiyebilirdi! Muhtemelen o da ben olurdum!
· Krater göllerine ve Kaçkarlara yürüyüş
Şimdi bizi zorlu ve zevkli bir yürüyüş parkuru bekliyordu.
Kaçkar dağlarının zirvelerine, krater göllerine doğru bir
tırmanma gerçekleştirecektik. Ekip içinde müthiş bir uyum vardı!
Herkes aynı saatte kalkmış, herkes aynı dakikada yola
koyulmuştu! Tırmanma sırasında herhangi bir bölünme yoktu! Uyum
ve beraberlik ekipte zirve yapmıştı!
Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra ihtiyaçlarımızı alıp yola
koyulduk. Gündüzbey Beydağları yürüyüşünden dolayı aslında
antrenmanlıydım ve kendime öz güvenim vardı. Profesyoneller
arasında geride kalmayacak kadar yeterli nefese sahiptim.
Teçhizat yoktu ama nefes vardı.
10 profesyonel dağcı arasında en garibanı bendim. Yaşım da bir
hayli ilerlemişti. 11 kişi arasında en yaşlı ikinci kişiydim.
Ancak Gündüzbeyli olmanın ve Beydağlarını birkaç kere
tırmanmanın avantajını kullandım. Bazen kurallara aykırı olsa da
ekibin en önünde gidiyordum.
3 saatlik yorucu ve zor tırmanışın sonunda krater göllere
ulaştık. Artık en zirveye bir adım kalmıştı. Rakım 3000 ler
seviyesinde…Göllerin görünümü tek kelimeyle muhteşem. Benim
diyen dağcılar bile buraya zor çıkıyorlardı. Öyle ise ben büyük
adamdım!!! Hafta sonu olmasına ve Karadeniz bölgesinden bir çok
gurup Verçenik’e program yapmasına rağmen etrafta ayıcıklardan
başka kimseleri göremiyorduk.
Bir tepe daha aşsaydık, Erzurum’un İspir İlçesi’nin köylerine
ulaşabilirdik.
Sevinçle, mutlulukla, heyecanla ve biraz da zafer edasıyla
tırmanıyordum. Kaçkar dağlarının fatihi gibi… Eminim ekibin
içinden birkaç kişi, “Yahu şu adama bak. Malatya’nın Kürdü
gelmiş buralarda tırmanıyor, bizi de geçiyor!!!” diye içinden
geçirmiştir.
· Kaçkarlardan iniyoruz
Nihayet ekibimizin lideri, muhterem kardeşim İmdat usta dönüş
emrini verdi. Çadırları kurduğumuz yerden 4 saatlik bir mesafe
kadar uzaklaşmıştık. Çadırlarımızın olduğu yerden biraz daha
geride, çok uzaklardan sis ve duman izleri görünüyordu.
Karadeniz’de güneşli havaya güven olmazdı. 4 mevsimin yaşandığı
bir bölgeydi ve her an her şey olabilirdi.
Çok acele dönüş yapmamız lazımdı. Sis ve yağmur bastırırsa dönüş
yolumuzu kaybedebilir, nereye gittiğimizi bilmeden gözümüzü
Erzurum İspir’de açabilirdik (O da sağ salim gidebilirsek)
· Yine dönüş, yine kâbus (İniş sendromu)
Her dönüş, her iniş benim için bir sendromdu. Her çıkışın bir
inişi vardı ve şimdi iniyorduk.
Gündüzbey tırmanışlarından biliyordunuz. Her inişte kaza
geçirmiştim. Yine kaza geçireceğim, yine inişte bir problem
yaşayacağım diye ödüm patlıyordu.
Çıkışta, lider havasıyla önde giden Alişan’dan eser yoktu.
Tırmanmada gösterdiğim başarıyı inişte gösteremedim. Ekibin en
sonunda güçlükle ve ağır bir şekilde iniyordum. Yaşın ve
kondisyonun gücü ortaya çıktı. Nefesim ancak tırmanmaya
yetmişti.
Bir kaza geçirmemek için bütün dikkatimi topladım. Ekip müthiş
ilerliyordu. Kayaları bir tazı gibi geçiyorlar, dereleri keçi
gibi atlıyorlardı. Malatyalı Kürdün prestiji Verçenik yaylasının
çimenleri arasında sürünüyordu.
Eyvah! Bu da ne?! Sağ ayak baldırımda müthiş bir acı, sancı… Diz
kapağım ile ayak bileğimin ortasında bir acı. Her atlayışta
sanki çivi batıyor.
Hadi oğlum Alişan, dayan!
Yok, olmayacak galiba… Daha fazla dayanamayacağım. Ekipten
birkaç kişi benim aksadığımı gördü. Ayağımda yaşadığım problem
neydi? Lif kopması mıydı, sinir ezilmesi miydi, bilemiyordum.
Yürüyüş ritmimizin benim yüzümden bozulmasını istemezdim. Bu hiç
hoşuma gitmedi.
Ekip ruhu ve dayanışması bu dakikadan itibaren devreye girdi.
Allah’tan grup içinde fizik tedavi uzmanı bir arkadaş vardı.
Müdahale gerekiyordu. Yayla ortasında, beni baş aşağı yere
yatırdılar. Ayağımın altına taş koydular. Fizyoterapist Elif
Hanım ağrının olduğu yere masaj uyguladı. 15 dakikalık bir
tedavinin ardından tekrar yolu koyulduk. Bir arkadaş ne olur ne
olmaz diyerek, başındaki kaskını bana verdi. Kendimi biraz iyi
hissetmekle birlikte, ayağımdaki acıya aldırmadan yürümeye
başladım.
Bu arada Elif hanım tempoyu artırdı ve yaklaşık 1 kilometre
arayı açtı. Bir rüzgar gibi uçup gitti. Kondisyonu iyiydi ve
yürüyüşün bir bütün olduğunu gösterdi. Tırmanış kadar iniş de
önemliydi.
Demek ki benden dağcı, kampçı olamazdı. Yarım adamdım. Sadece
bir tırmanışlık adamdım.
Çadırların kurulu olduğu Verçenik yaylasına tam zamanında
ulaştık. Önce sis, sonra gök gürültüsü, sonra şimşek, daha sonra
klasik Karadeniz yağmuru… Öğlen vakti yüzümüzü yakan güneşli bir
havadan tir tir titreten soğuk bir havaya geçişi aynı anda
yaşadık.
Yemek yememiz, çadırları toplamamız ve araçlara gelmemiz uyum
içindeydi! Hiç kimse kimseyi beklemek zorunda kalmıyordu!
Senkronize ve uyum son haddindeydi!
Bu arada yağmur şiddetini artırmıştı ve yağmur dinmeden yola
koyulmak istemiyorduk. Bilinmeyen bir sebepten dolayı 1-2
saatlik bir bekleme süresi yaşadık.
· Cengiz’i keşfettik
Bu bekleme süresi ekibin çok işine yaradı. Esrarengiz görünümlü
bir kişi yaylada elinde sopayla dolaşıp duruyordu. Ev
sahiplerine bu kişinin kim olduğunu sordum. “Çoban” dediler, adı
“Cengiz’dir”. Görünümü ürkütücü idi. Kısa boylu, yakışıklı,
sevecen, saçı-başı dağınık bu kişiyle sohbet etmek için can
atıyordum. Bir süre sonra bizim yanımızdan geçerken ürkek ürkek
yanına yaklaştım. Köylülerin de yardımı ile bir köprü kurdum.
Victor Hugo’nun Notre Dome’ın Kamburu adlı romanı aklıma geldi.
Kilisenin zangocu kambur Quasimodo’nun Çingene Esmeralda’sı
vardı ama bizim Verçenik yaylasının çobanı Cengiz’in
Esmeralda’sı yoktu.
Hugo, roman kahramanları Kambur Quasimodo ile Çingene
Esmeralda'yı yoksulluğa boğan toplumu lanetlemişti.
Cengiz, 40 yaşındaydı ve bekardı. Yıllardır bu yaylanın
çobanlığını yapıyordu. Çoban Cengiz’i bu sefalete duçar kılan
toplumu lanetlemek lazımdı.
Ürkütücü görünümün arka planında aslında ne kadar sevecen ve
tatlı bir kişiliğinin yattığını kısa bir sohbetten sonra anlamak
mümkündü.
Bugün biz Verçenik yaylasına veda ederken aslında Cengiz’e de
veda edecektik.
· Ayrılık vakti
Verçenik’ten ayrılık vakti gelmişti. Rize-Sarp otobanının
Ardeşen ilçesinden hemen Çamlıhemşin’e giden yola sapıldığında
ta Verçenik yaylasına kadar giden 60 kilometrelik muhteşem
vadiyi bu sefer tersten, dere akışı yönünde kat edecektik.
Fırtına Vadisi’ni bu defa sis olmadan inmeye başladık. Vadi
çevresi muhteşem görünüyordu. Demek ki biz bu kadar güzel bir
vadiden yukarı çıkmıştık. İnişte bu sefer şansımız yaver gitti.
Güneşli bir havada, yavaş yavaş çam ağaçlarının kapladığı
dağların arasından, vadinin içinden Çamlıhemşin’e doğru yol
almaya başladık.
· Yine Çat köyü…
Yukarı çıkarken Çat köyünde kurulan Cancik pansiyon dikkatimizi
çekmişti. Şimdi tekrar ekip burada mola verdi. Çaylar içildi.
Yorgunluklar atıldı. Bu mola aynı zamanda bir ayrılık molasıydı.
Ekip, dağcıya ve kampçıya benzemeyen adamı burada bırakacaktı.
Ben burada bir gece konaklamaya karar vermiştim. Çünkü çok
sevmiştim bu küçük ve şirin yeri. Kısa bir vedalaşma töreninden
sonra Fırtına Vadisi’nde tek kaldım. Artık duygularımla,
hayallerimle, doğayla baş başa kalmıştım.
Çamlıhemşin'den Şenyuva ve Zilkale yönünde Fırtına Deresi
boyunca 2 saat dağ yolundan ilerledikten sonra Çat'da Cancık
Otel ile karşılaşırsınız. Elevit Yaylasına ayrılan kavşakta
bulunmaktadır.
Müthiş yorgundum. Heyecan ve sevinçten yorgunluğumu fark
edemiyordum. Şirin pansiyonun küçük ve şirin odasına girdiğimde
yorgunluğumu daha fazla hissettim. Kendimi yatağın üzerine
bırakmamla birlikte uyuya kalmışım. Rüya görecek takatim de
kalmamıştı. Nitekim göremedim de…
Sabah saat 05.00’te uyandım. Gürül gürül akan derenin ve
kuşların sesinden başka bir ses yoktu. Çıt yoktu. Tabiat beni
kucağına almak için sesleniyordu. Ben de tabiatın kucağına
gitmek için sabırsızlanıyordum. Dört bir tarafından çam
ağaçlarıyla kaplı yürüyüş yoluna attım kendimi…
· Başka bir aleme yolculuk
Ormanlık arazinin yürüyüş yoluna girdim. 500 metre ileride
şifalı su ve bir taş köprüye rastladım.
Derin sessizlik… derin düşünce…
Sabahın hayrını ve güzelliğini iliklerime kadar hissettim. Ruhum
ve maneviyatım bu derin sessizlikte sükûnete erdi.
Ölümü, hayatı, her şeyi düşündüm. Dünyadan koptum. Ayağım yerden
kesildi. Köprünün hemen yanında, dere kenarında, ormanın tam
ortasında, sessizlik ülkesinde miraç yaşadım. Yerde kalarak
yükseldim.
Başka boyutlara girdim.
Bir buçuk saate yarım asrı sığdırdım. Zaman içinde yolculuk
yaptım.
Düşünce komaya girdi. Ulvi duygular bütün bedenimi sardı. Bir
buçuk saatte bir buçuk asır yaşadım.
Zamanı durduran, mekânı aşan bu ruh hali öyle bir sardı ki beni,
bir ara korktum, aklımı mı kaybediyordum.
Kendimi unuttum. Ben kimdim, neredeydim ve hangi zamana aittim.
Uykudan uyanır gibi, yoğun bakımdan çıkar gibi kendime geldim.
Yüzlerime iki tokat attım. Kendimi dövdüm.
Sonra…
Sonra dünyaya gözlerini yeni açan bir bebek gibi ağladım. İlk
doğum anını ve ilk ağlamayı annem bilir. Ama ikinci doğuşum ve
dünyaya ikinci kez gelirkenki ağlayışımı artık hatırlıyorum.
Çamlıhemşin’de, Çat’ta sanki yeniden dünyaya geldim.
Pansiyona döndüğümde kahvaltı hazırdı. Ben de insandım ve yemek
yemek gerekiyordu!!! Bal, tereyağı, peynir ve sahanda yumurta
dünyalıların yemeğiydi.
· Cennet’ten bir köşe: Elevit yaylası
Gözüm doymamıştı. Maymun iştahlıydım. Gezmedik köy ve yayla
bırakmak istemiyordum. 7 kilometre yukarıda cennet gibi bir
yaylanın daha olduğunu duydum.
Beni Elevit yaylasına götürecek aracı tam 2 saat bekledim,
pansiyon önünde…
Aman Allah’ım! Elevit bir yayla değil, sanki Cennet’ten bir
köşeydi. Çat köyünde daha biraz önce rüyadan uyanmıştım.
Gözümdeki, gönlümdeki parıltılar kaybolmadan yeni bir tablo ile
karşı karşıyaydım. Burayı anlatmaya kelimeler yetersiz kalırdı.
Yüreğim ve beynim bu kadar çok güzellik görmeye alışık değildi.
Kalpten gidebilirdim.
Şakası yoktu.
Yok artık.
Sırada Sal, Pokut, Hazindag, Amlakit, Palovit, Tirovit ve Kavrun
var. Var ama, onları görecek yürek var mı?
Hem bu güzellikleri bir günde, bir haftada bitirmek olur mu? Bu
işin senesi de var.
Artık Elevit’e veda zamanı gelmişti. Çılgınca bir karar aldım.
Çat’a kadar, 7 kilometrelik yolu yürüyerek gidecektim. Bıraktım
kendimi Cennet yoluna… Yürümüyorum, sanki bulutlar üzerinde
yüzüyorum. Hayal dünyasına daldım. Arkadan gelen araç sesi beni
kendime getirdi. Ne kadar yürümüşüm, bilmiyorum.
Tekrar Çat’a geldim. Valizimi hazırladım, Çamlıhemşin’e gitmek
üzere araç beklemeye başladım.
· Ayder… Ayder… Ayder
Artık herkesin sevgilisi, yaylaların kralı, en ünlüsü,
Türkiye’nin gözdesi, adı bal ile anılan Ayder yaylasına çıkma
vakti gelmişti.
Finali Ayder yaylası ile yapacaktım. Bu gezinin sonuna da bu
yakışırdı. Ayder, Ayder dedikleri nasıl bir yerdi acaba? Elevit
gibi bir yayla mıydı? Kafamda bin bir türlü soruyla
Çamlıhemşin’den hareket ettim. 17 kilometre yolu kat edip
Ayder’e varacaktım.
(Fakat bu arada, Ayder’in eski Ayder olmadığını, betonlaşma ve
çirkin yapılaşmanın yaylayı bozduğunu falan öteki yayla
sakinlerinden duymuştum.)
Minibüsün şoförü, aynı zamanda Ayder Mahallesinin muhtarı imiş.
Otel işletiyor, büfe çalıştırıyordu. Minibüste sohbet ederek
yaylaya ulaştık.
Ayder yaylasının aslında bir yayla olmaktan çıktığını, daha
Çamlıhemşin’den kalkan minibüsün Ayder yoluna girmesiyle
anlamıştım. Yolu sanki Fethiye yolu gibiydi. Büyük reklam
tabelaları, trafik akışının yoğunluğu, kaymak gibi asfaltı sahil
bölgesindeki turistik bir mekana gidişi andırıyordu.
Muhtar, minibüsçü, büfeci Muhammed Bey’in 60 yıllık dededen
kalma ahşaptan yapılmış pansiyonuna yerleştim.
Ayder’e girişte ilk şoku yaşamıştım. Bir yaylaya değil, sanki
büyük bir turistik beldeye girmiş gibi hissettim.
Kocaman ve çirkin betonarme binalar Ayder yaylasının itibarını
yerle bir etmişti.
Ayder’in adı var kendisi yoktu. Ayder yaylası artık “Ayder
Turistik Tesisleri’ne” dönmüştü.
Akşam kısa bir tur attıktan sonra, pansiyonun lobisine gittim.
Yağmur yaşmış ve bir hayli üşümüştüm. Malatyalılar şimdi 40
derece sıcakta kavrulurken, ben pansiyon lobisinde, kuzine
sobasının önünde ellerimi ısıtıyordum.
Canım çok sıkılmış, moralim bozulmuştu. Ayder’i katledenlere ve
bunlara izin verenlere lanetler yağdırarak not defterimin başına
geçtim.
Bölgenin en meşhur yaylasını alıcı gözüyle gezmeyi yarın sabaha
bıraktım.
Sabah ola hayrola, dedim.
· Ayder’i katleden teröristler!
Bizim Malatya’da Rize ve Karadeniz denilince akla Ayder yaylası
gelir. En azından ben öyle biliyordum. Kısmen Fırtına vadisi
bilinirdi. Ancak Ayder’in bir yayla olmadığını nereden
bilebilirdik, gezmeden, görmeden… Yaylanın hangileri olduğunu,
nasıl olduğunu gezdik ve gördük.
Sabah saat 05.00’te üzerimi giymiş, Ayder yaylasının taştan
döşenmiş sokaklarına bırakmıştım kendimi… Yaklaşık 2
kilometrelik mesafeden oluşan Ayder yaylasında sabahın bu
saatinde bir köpekler bir de ben vardım. Artık Ayder benim ben
Ayderdim.
Akşam kalemimden kan damlıyordu. Sabah belki Ayder balı damlar
diye ara vermiştim notlarıma…
Ancak heyhat…
Ayder’in çirkin ve betonarme yapılaşmasını, plansız gelişmesini,
alçakça tahribatını, sabah daha iyi ve belirgin bir şekilde
gördüm…
Ayder’i katledenlere karşı kinim ve nefretim daha da arttı.
Ticaret ve para, yöre insanının aklını başından almış.
Altın yumurtlayan tavuk kesildi kesilmek üzere.
Ha gayret! Biraz daha el birliği ile çalışırsanız Ayder’i
batıracaksınız. Bu gidişle Ayder diye bir yayla tamamen tarihten
silinecek.
***************
Ayder yaylası, Çamlıhemşine 17 kilometre uzaklıkta Türkiye’nin
en meşhur yaylası (idi)… Ortasından geçen dere Ayder’i ikiye
bölmüş. Yaylanın yerleşimi derenin sol tarafında. Karşı taraf,
derenin sağ tarafı ise tamamen seyirlik. Hiçbir yapı yok. Ulaşım
da yok. Orada hiçbir sorun yok.
İki adet şelale görülmeye değer. İnsanlar karşı tarafa geçip
orayı tahrip edememişler.
Zaten asıl kıyamet bu tarafta, yerleşimin olduğu tarafta vardı.
Yüzlerce bina, ev, otel, motel, pansiyon… Hepsi de plansız ve
çirkin yapılar. (Yöreye ve tabiata uygun yapılan yapı sayısı 3’ü
geçmez.)
Ayder’i Ayder yapan aslında kaplıcaları… Kaplıcalar değil mi ki
bu güzelim yaylayı tanınmaz hale getirmiş. 1990’lı yıların
ortalarında Mesut Yılmaz tarafından turizm alanı ilan edilince
olan olmuş.
Yüzlerce otel inşa edilmiş. Doğa insafsızca tahrip edilmiş.
Ayder’i son kez en yüksek tepeden buruk, üzgün ve ağlamaklı bir
şekilde seyrederken haykırmak, buna sebep olan herkese bağırmak
istiyordum: Doğa katilleri!
*************
· Teşekkür
Çamlıhemşin üzerinden Rize, Rize’den tekrar Trabzon’a döndüm.
Sevgili dostum Raifçiğum (Raif Şen) beni karşıladı. Sıcağı
sıcağına bu notları sizlerle paylaşma imkanı sağladı. Kendisine
yürekten teşekkür ederim.
Bana bu gezide yardımcı olan, Verçenik yaylasındaki kampa beni
dahil eden ve her türlü gayreti gösteren Sayın Metin Öztürk’e en
kalbi şükranlarımı sunarım. Ayrıca kamp ekibindeki bütün
arkadaşlara sevgi ve selamlarımı iletiyorum.
Alişan HAYIRLI'nın Karadeniz Gezi fotoğrafları Galerisi
(148 fotoğraf):
http://picasaweb.google.com.tr/alisanselimhayirli/KackarDaglar#
|