|

PONTOS MESELESİNE TARİHSEL BAKIŞ
Mehmet Bilgin
Türk araştırmacılar, Pontos
meselesini genellikle Türkiye ile
Yunanistan
arasındaki
bir sorun olarak algılarlar
ve Yunan megali ideasının, Doğu Karadeniz
sahillerine kadar uzandığını söyleyerek olayları
yorumlarlar. Bu bakış açısını taşıyanlar için
Pontos meselesi, Birinci Dünya Savaşı öncesi ve
sonrasında, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde cereyan
etmiş olaylar zincirinden ve siyasi
faaliyetlerden ibarettir. Şüphesiz meselenin
kökenini Balkan Savaşı’na kadar indirgeyenler de
vardır.[1]
Hatta biraz daha tarihi
derinliği olanlar ya da konu ile ilgili
literatürü tarayanlar
20. yüzyılın
başlangıcına kadar inerler.
Fakat
Pontos meselesi olarak adlandırılan olaylar
zincirini, bu şekilde ele alan
yaklaşımlar gerçeği
bir bütün olarak görmemizi
engeller. Meseleye,
bakmamız istenildiği gibi bakar, önümüze konan
materyali hiç bir ciddi eleştiri ya da
değerlendirmeye tabi tutamadan bir o yana bir bu
yana çekiştirme durumunda kalırız. Nitekim son
yıllarda,
günümüz şartlarında
bile Trabzon bölgesinde,
“Pontos
Kültürü”nden bahsetmeye başlayanların sayısı
artmaya başlamıştır.
Pontos meselesi, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde
yaşamış
Ortodoks -
Hıristiyanları esas alan
siyasi ve askeri
bir projedir.
Osmanlı’nın,
Ortadoğu ve
Balkanlar’da gerçekleştirdiği,
“karşılıklı birbirlerinin
hak ve inançlarına saygı göstererek, bir arada
yaşama kültürü ”
günümüzde bile birçok bölgesel sorunun çözümünde
örnek gösterilirken, geçmişte yaşananları
doğru
değerlendirmek bizim görevimiz olmalıdır. Bunu
yapabilmek ise konuyu tarihsel süreklilik içinde
ve yakın coğrafyada cereyan eden olaylarla
birlikte ele almakla mümkündür.
Meseleye tarihsel
ve coğrafi bütünlük içinde baktığımız zaman, bir
zenginlik olarak algılanması gereken kültürel
farkların, emperyalist güçler tarafından,
askeri, siyasi ve ticari amaçlar doğrultusunda
kullanıldığını görürüz. Kültürel zenginlikler
ise, bir propaganda ve benimsetme süreci
işletilerek, hazırlanmış projenin
uygulanabilmesi için
gerekçe
haline
getirilmektedir.
Pontos projesinin
sahibi,
Doğu Karadeniz
Bölgesi’nde yaşamış Ortodoks - Hıristiyanlar
olmadığı gibi bu
insanların, köklerini Antik Yunan Medeniyetine
bağlayan Yunan Ulusu ile
yakından uzaktan
bir alakaları yoktur.[2]
Bu insanlara Yunanlılık şuurunun aşılanmaya
başlanması, ‘dün’ diyebileceğimiz kadar yakın
bir zamanda olmuştur. Bölgeden Yunanistan’a
İngilizlerin önerdiği bir mübadele[3]
anlaşması ile göçen[4]
Ortodoksların, 1923’den bu yana Yunanistan’da
yaşamasına ve Yunanistan devletini kontrol eden
aşırı milliyetçi akımların, asimilasyon
faaliyetlerine rağmen, tam olarak asimile
edilebildiklerini söyleyemeyiz. Yunanistan’ı
ziyaret edip, mübadele sonucu
Karadeniz
Bölgesi’nden göçmüş insanlarla temas edenler,
onların Yunanlılardan farklı olduklarını,
Yunanistan kökenli olanların, Pontos kökenlileri
bu farklılıklarından dolayı ‘öteki’ saydıklarını[5]
ve bu insanların dördüncü nesilde bile uyum
problemi yaşadıklarını, kendi müziklerini,
horonlarını, kendi aralarında yaptıkları
etkinlikleri tercih edip, bundan daha fazla
mutlu olduklarını görürler.
Tarihi olaylara baktığımız zaman
Pontos projelerini
hazırlayanların, 1923 yılına kadar bölgede
yaşamış olan Ortodoks - Hıristiyanlara dayanarak
bölgeye hakim olma amacı güden emperyalist
devletler olduğunu görürüz. Yunanistan’ın bu
projedeki
rolü,
ya emperyalist
güce sahip olması
ya da emperyalist güce sahip devletler
tarafından korunup, kullanılması çizgisinde
incelenebilir. Çünkü bölgedeki Ortodoks –
Hıristiyanlar, Anadolu[6]
hatta Yunanistan’ın birçok
bölgelerindeki
Ortodoks – Hıristiyanlar gibiydi.[7]
Yani Yunanlı değillerdi[8].
Yunan ulusunu,
siyasi, askeri ve
kültürel olarak inşa
[9]edenlerin
en büyük sorunu da Yunan devletine verilen
topraklarda yaşayan Ortodoks – Hıristiyanları
Yunanlılaştırmak[10]
ve Yunanca konuşturtmak olmuştur.[11]
Yunanistan günümüzde de
bu sorunlarla
uğraşmaya devam etmektedir.
RUSYA
VE ORTODOKSLAR
Pontos Projesi’nin
ortaya çıkışı ve gösterdiği gelişmeleri tarihsel
olarak izlediğimiz zaman projeyi ilk şekliyle
oluşturanın sıcak denizlere inme politikasını
izleyen Çarlık Rusya’sı olduğunu görürüz.
Çarlık Rusya’sı, emperyal bir güç olarak ortaya
çıktıktan sonra ısrarla takip ettiği yayılma
politikalarını, zaman ve şartların
müsaade ettiği
yönlerde
sürdürmüştür.
Özellikle Çar Deli Petro (1689 – 1725)
zamanında, Rusya kuzeyde denize ulaşmayı
başarmış, güneyde ise Karadeniz’e inmek için
önemli adımlar atmıştı.[12]
Fakat Ruslar, Karadeniz sahillerinde tutunma
imkanını II. Katerina (1762 – 1796) zamanında
elde ettiler.[13]
Olayların
gelişimine bakarak Petro’nun başlattığı işi
Katerina’nin sonuçlandırdığını
söyleyebiliriz.
Prut
yenilgisine rağmen, Petro’nun izlediği siyasette
başarısız olduğunu söyleyemeyiz.[14]
Özellikle diğer batılı devletler gibi
İstanbul’da daimi bir elçi bulundurma hakkı elde
etmesini Petro’nun en önemli başarısı olarak
yazabiliriz. 1700
yılında elde edilen bu hak 1711’de kesintiye
uğramasına rağmen 1720’den sonra tekrar
kazanılmış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bu
dönemde İstanbul’daki Rus elçileri,
Osmanlı siyasetinde
zaman zaman güç odağı olmuştur.
1701’de İstanbul’a gönderilen ilk Rus elçisi
Petr Andreyeviç
Tolstoy (1645 – 1729) idi. İstanbul’a geldikten
sonra ilk işi bir istihbarat servisi kurmak
olmuştur. O günlerde Osmanlı’ya yönelik Rus
siyasetinin görünen gerekçesi Ortodoks -
Hıristiyanlık üzerine inşa edilmiş olduğu için
çalışmalar da bu yönde olmuştur. İstanbul’daki
Rus istihbaratının ilk ve en önemli ayağı Kudüs
Patriği Dositheus idi.[15]
Rus istihbaratı hiç şüphesiz sadece Rum
papazlara dayanmıyordu.[16]
Osmanlı bürokrasisinde önemli görevler almış
olan Fenerli Rumlardan[17]
da önemli ajanları vardı. Baştercüman Aleksander
Mavrokordato
[18]da
bunlardan biriydi.[19]
Tolstoy’un
faaliyetleri arasında, Adriyatik kıyılarından
gelen Slav, İtalyan ve Rum kaptanları, Rus
donanmasına kaydetmesini de
sayabiliriz. Önce
Rusya’nın Karadeniz filosunda görev yapan bu
denizciler, Petro’nun Karadeniz’de
başarısızlığından ve Rus filosunu Osmanlılara
satmaya mecbur kalmasından sonra, İsveç Harbi
için Baltık Denizi’ne nakledilmişlerdir.
Rusya’nın, Hıristiyan - Ortodoks unsurları
kullanarak Osmanlı’ya müdahale politikası
günümüzde çok iyi bilinmektedir.[20]
Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan
Hıristiyanlar
üzerinde, Hıristiyanlığı esas alan
siyasi projeleri
vardı.Rusya’nın Osmanlı hakimiyetindeki
Ortodoks- Hıristiyanlar,[21]
bazı Kafkas kabileleri, Gürcüler ve Ermenilerle
ilgili olanlar bunlardan belli başlılarıdır.
Rusya’nın yayılmak için geliştirdiği bu
projelere, Slav
ırkı esas alınarak geliştirilen
projeleri[22]
de
ilave edebiliriz.
Rusya’nın, tüm
Balkanlardaki Ortodoksları, Osmanlı’ya karşı
kullanmayı amaçlayan çalışmalarını biliyoruz.
Tezimizi açıklamak için bunları sıralayabilir,
benzer bir şekilde Ermenileri kullanma
faaliyetlerini de bunlara ilave edebiliriz.
Fakat bu yazımızın
amacını aşan bir
çalışma olur. Bu nedenle burada sadece konumuzla
bağlantılı olanlara değinecek, maksadımızı
açıklamaya yeterli olan kadarı ile yetineceğiz.
Mora isyanları, Yunanistan devletinin kuruluşu
ve benzer konularda, günümüzde de geçerli olan
uygulamaları açıklayabilmek bakımından çok
önemli olan bu çalışmaları, 20. yüzyılın ilk
çeyreğinde Karadeniz’deki
gelişmeleri
açıklarken hatırlarsak bu iki konunun birbirinin
devamı olduğunu görürüz.
1750’lerde keşiş Theoklitos
Poliklidis, Agathangelos adlı risalesinde,
Hıristiyanların sarışın bir halk tarafından
kurtarılacağı kehanetinde bulunmuştu. Rusya’nın
güneye doğru inme siyasetini uygulamaya ve
1768-1774 Osmanlı Rus savaşından sonra, Osmanlı
tebaası olan Ortodoks - Hıristiyanların hamisi
olduğunu iddia etmeye başlamasının hemen
öncesinde yapılan bu kehanet, konumuzun
başlangıcına yerleşecek kadar dikkat çekicidir.
Zaman
ve şartları değerlendirip yayılma politikasını
geliştiren
Rusya’nın, Kuzey Denizi ve Karadeniz’e
ulaştıktan sonra boğazları ele geçirme ve sıcak
denize açılma siyasetinin ısrarlı
takipçisi olduğu
bilinmektedir. Rusya bu siyasetini öncelikle
askeri gücüne dayanarak sürdürmüştür. Ayrıca
Rusya’nın
güçlü bir donanma
ve ticari filoya sahip olmaya her zaman dikkat
ettiğini biliyoruz. Fakat
bunların güçlü bir
imparatorluk için gerekli ama yeterli olmadığı
da bir gerçektir. Bunun farkında olan Rusya
gerekli olan ideolojik zeminleri
oluşturmuş ve
bunlara dayalı siyasi projeler geliştirmiştir.
Moskova’nın Roma’nın devamı olduğu iddiası
bunların belli başlılarındandır.[23]
Kendini Bizans’ın devamı olarak gören Rusya,
Roma ve İstanbul’dan sonra Moskova’yı III. Roma
olarak görmüş ve bunu siyasi bir proje olarak
geliştirmiştir.[24]
Bu projenin esası Müslüman boyunduruğu altındaki
Ortodoksları kurtarmak, Osmanlı
İmparatorluğu’nun yerine Rusya’nın kontrolünde
bir Bizans devleti kurmaktı. İstanbul’daki
batılı büyükelçilerin, Babıâli’yi sık sık
Rusya’nın Ortodoksları Rus ordularına destek
olacak ayaklanmalar için kışkırttığı şeklinde
uyarmaları[25]
bu projenin uygulamaya konmuş olması nedeni
iledir.
Rus politikasının bir diğer
ayağı ise, Patrikhaneye düzenli olarak mali
yardım yapmak, Rum papazlara sadakalar vermek,
Rumlar için kutsal olan yerlere mali destek
sağlamaktır. Bu çerçevede Maçka’daki Soumela –
Meryemana manastırı keşişlerinin Rusya’da
dolaşarak manastırları için yardım
topladıklarını biliyoruz.
Rus
devlet erkânı, I. Petro
zamanından bu yana,
Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü kaybetmeye
başladığını biliyorlardı. Rus politikaları, bu
zaaf dikkate alınarak geliştirilmiş, ilk hamle
Karadeniz’e ulaşıp, Kırım’ı ele geçirme şeklinde
olmuştu. Uzak hedef ise Boğazları ele geçirip
sıcak denizlere inmekti. Bunun kalıcı olabilmesi
için Ege adalarının Rus hakimiyeti altına
alınması gerekiyordu. Bunun için bir Yunan
devleti kurulmalı ve Osmanlı hakimiyeti sona
erdirilmeliydi.
Katerina II’nin
“Doğu Sisteminin Büyük Planı” olarak anılan ve
Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmayı amaçlayan
planının bir
bölümünü “Grek projesi” oluşturmaktaydı. Bu
projeye göre
Osmanlı
İmparatorluğu yıkılacak, Avrupa’daki toprakları
Avusturya ile Rusya arasında paylaştırılacaktı.[26]
Rusya payına düşen kısımda Bizans / Grek
Devleti’ni canlandırmayı planlıyordu. Bir Rus
prensinin idaresinde kurulması tasarlanan “Grek
Devleti” için bir çok hazırlık yapılmıştı.
Katerina II’nin, Nisan 1779’da doğan
ikinci torununa,
Kostantin adı verildi. Sarayda özel olarak Rum
dadılar tarafından
yetiştirildi. Bir askeri mektep açılarak
buraya sadece Rum
gençleri alındı ve kurulacak Grek devleti için
subaylar
yetiştirilmeye başlandı. Bu proje kapsamında,
İstanbul’un Ruslar tarafından zaptının hatırası
olmak üzere
madalya bile
bastırıldı.[27]
Rusya, Balkanlardaki Ortodoksları Osmanlı
aleyhine kullanmaya karar verdikten sonra aslen
Makedonyalı olup maceralı bir hayattan sonra
Petersburg topçu komutanı olan Papazoğlu’nu[28]
Mora Yarımadası’na yollamıştı. Papazoğlu, bir
yandan haç, İncil ve Katerina II.’nin
resimlerini dağıtırken, bir yandan da
birçok Rus askeri
nizamnamesini Yunanca’ya çevirerek, papazlara,
Rum asıllı ayanlara ve ahaliye dağıtmıştı. Kısa
zamanda meydana getirdiği ihtilalci teşkilatın
önemli unsurlarından ikisi, şark dillerinin yanı
sıra Türkçe’yi de iyi bilen Hacı Murat kod adlı
bir Rus casusu ve onun Damara adlı yardımcısıydı[29].
Bunlar, Manya bölgesinde köyleri dolaşarak
ahaliyi isyana teşvik ediyordu. Bu faaliyetlerin
sonucu
Petersburg’a
bir Rus filosu
gönderilirse kısa zamanda 100 bin
Rum’un ayaklanacağı
bildirildi. Katerina, Petersburg’da ticaretle
uğraşan Maroçi adlı Korfu’lu bir Rum’u, şövalye
unvanı ile Venedik Konsolosu tayin ederek
bölgeye gönderdi. Maroçi’nin görevi Akdeniz’e
gelen Rus filosunun masraflarını karşılamaktı ve
bunu sağladı.
1769 Temmuz’unda ilk Rus
filosu Baltık Denizi’nden hareket ederek önce
İngiltere’ye uğradı. Rus filosunu limanlarına
kabul eden İngilizler, gemilerin eksiklerini
giderdi. Tamirlerini yaptı, eksik subay ve
mürettebatını tamamladı. 1770 başında hareket
eden ikinci Rus filosuna da aynı şekilde yardım
edildikten sonra lojistik destek için bazı
gemiler tedarik edildi. Kont Orlof komutasındaki
Rus donanması, Akdeniz’e girip, Mora önlerine
geldiği zaman gemilerde, karaya çıkartılacak
askerlerle birlikte 100 adet Moralı Rum da
bulunuyordu. Bunlar isyan ederek Ruslara
katılacak olan Rumları koordine edecekti.
Rusya
ve İngiltere ile arası açık olan Fransa, Rus
filosunun hareketini Bâbıâli’ye bildirmişti. Bu
dönemde
Osmanlı devletinin
tek destekçisi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı
nedeni ile İngiltere ile arası açık olan
Fransa idi. Fransa
ile dünya çapında koloni rekabetine giren
İngiltere ise aynı zamanda ticari ortağı olan
Rusya’yı desteklemekteydi. Rus filosunun, hiçbir
dayanak noktasının bulunmadığı Akdeniz’e
gelmesinin zor olacağını düşünen Osmanlı
yöneticileri, beklemekten başka bir şey
yapmamışlardı.
Koron’u kuşatan
Ruslar, iki aylık bu kuşatmadan bir netice
alamayınca Navarin’e hücum etmeye karar
verdiler. Ancak, bir fırtına nedeni ile Manya
limanına sığınmak zorunda kalan
Rus filosunu gören
Manyalılar, daha önce hazırlanan
teşkilat aracılığı
ile isyanı başlattılar ve isyan tüm Mora’ya
yayıldı. Köy ve kasabalardaki Müslümanlar
katledilmeye başlandı. Yerel yöneticiler
faaliyetlerden haberdardılar, fakat
önemsemedikleri için hiçbir tedbir alınmamıştı.
Erken başlayan
isyan, aslında Rusların da planını bozmuştu.
Ruslar acele olarak Mora’ya 800
asker çıkarttılar.
Daha önceden hazırlanan 4 bin Rum isyancıya Rus
asker elbisesi giydirerek Koron üzerine
gönderdiler. 400 askerden oluşan Koron
muhafızları halkın da desteği ile direnmeye
devam etti. Bölgedeki Müslümanlar muhasaraları
yararak çevredeki kalelere sığınmaya başlamıştı.
Manyalıların saldırdığı Mezistre kalesi ahalisi,
diğer kaleler gibi direnecekleri yerde bir
anlaşma ile teslim oldular. Fakat isyancılar
teslim olanları vahşice öldürürken, direnen 50
kadar asker Tiriepoliçe’ye çekilmeye muvaffak
oldu. Mora’nın merkezi olan Triepoliçe daha
sonra 600 Rus askeri ve topçusu ile beraber
20.000 kadar isyancı tarafından kuşatıldı. Ama
Çatalcalı Ali Ağa ve
bölükbaşıları,
Triepoliçe’nin imdadına yetişti. Türkler
içerden, yardıma gelen Türk ve Arnavutlar
dışarıdan Tirepoliçe’yi kuşatanlara saldırdı ve
hezimete uğrattılar. Rusların tamamı ve 2500
kadar isyancı öldürülmüştü. Tüm Mora’da benzer
sahneler yaşanıyordu. Uzun süren mücadele sonucu
Ruslar, kara savaşlarında büyük kayıplara
uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldılar.
İsyancılar, Rusların kendilerini yüz üstü
bırakıp gitmelerini uzun yıllar unutmadılar.
Mora’da hezimete uğrayan Orlof, eski planına
geri döndü. Türk donanmasını bertaraf ederek,
Ege Denizi’ne ve adalara hakim olmaya teşebbüs
etti. Bu sırada İstanbul’dan hareket eden Türk
donanması da Ege’ye açılmıştı. Menekşe, Anapoli
ve Hidra’da Türk gemileri ile Rus gemileri
arasında çatışmalar oldu.[30]
7 Temmuz 1770 günü İzmir - Çeşme’de Osmanlı
donanmasını gafil avlayıp yakan Ruslar, bazı
adalara asker çıkardılarsa da, Çanakkale’yi
zorlamaya cesaret edemediler. Rumları,
Karadağlıları ve Mısır’da Osmanlıya karşı isyan
etmiş bulunan Ali Bey’i kışkırtarak Osmanlıların
başına yeni gaileler açmaya çalıştılar. Fakat
başarılı olamadılar. Bir müddet daha Ege
denizinde bulunan Rus donanması daha sonra
geri döndü.
II.
Katerina’nın kaydedilmesi gereken
bir projesi daha
vardır. Bu projeye göre, Kırım’ı ekonomik olarak
çökertmek için Kırımdaki Hıristiyan nüfus
değişik vaadlerle Kırım’dan ayrılmaya teşvik
edilmiştir. Bir çoğu Türk asıllı olan ve
Türkçe’den başka dil bilmeyen, onbinlerce Rum ve
Ermeni’nin katıldığı bu kampanyaya rağmen
bölgede kalanlar oldu ama istenilen sonuc elde
edilmişti.
1769-1774 Osmanlı-Rus Harbi’nin sonunda
10 / 21 Temmuz 1774
tarihinde imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması,
Osmanlı
devleti için önemli
kırılma noktalarından biridir. Bu anlaşmanın
muğlak ifadelerle yazılan maddeleri, Rusların
Ortodoks kilisesine
mensup reaya üzerinde koruyucu gibi davranmasına
ve Rum reaya arasında Rus nüfuzunun yerleşmeye
başlamasına neden olmuştur. Bu gelişmeler sonucu
Osmanlı imparatorluğundaki Ortodoks reaya
arasında, Rus çarları kurtarıcı olarak görülmeye
başlanmıştı.[31]
Bu
döneme kadar Rusya’nın bu tür faaliyetlerini
destekleyen İngiltere, iyice kuvvetlenen
Rusya’nın Osmanlı karşısında üstünlük kurduğunu,
Karadeniz’e ve Akdeniz’e çıkarak İngiltere’nin
Hindistan yolu üzerinde tehdit oluşturabilecek
duruma geldiğini fark etmekte gecikmedi.
İngiltere’nin düşüncesi 1770’lerden sonra
değişmeye başlamıştı. İngiliz Başbakanı William
Pitt,
29 Mart 1791
tarihinde parlamentoda yaptığı konuşmada, Rus
tehlikesinin durdurulmasını istedi. Fakat
İngiltere’de bu konuda farklı düşünenler
vardı ve Türklerin
Avrupa’dan kovulmasını isteyenler, Rusya’nın
ilerlemesi ile İngiltere’nin de kazanacağını
ileri sürerek Rusya’ya müdahaleye yanaşmadılar.[32]
Bundan sonra
İngilizler için, Rusların Akdeniz’e inerek
Hindistan yolunu tehdit ihtimali ve bu ihtimali
önleme politikaları her zaman gündemde
kalmıştır. Bu
çerçevede
İngilizler, 1791 yılından itibaren
gittikçe belirgin
bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun
bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruma
politikası izlemeye başladılar.
Rusya’dan başka Fransızların da Rumlar üzerinde
kışkırtma politikaları vardı. Fransa, 1797
yılında Yedi Adalara[33]
yerleşmiş, Mısır seferi hazırlıkları esnasında
adalarda ve Mora’daki Rumları kışkırtarak
ayaklandırmak istemişti. İngiltere, Rusya,
Avusturya ve Osmanlı’nın Napoli Krallığı ile
birlikte Napolyon Fransa’sına karşı kurdukları
ittifak nedeniyle Rus –Osmanlı ortak donanması,
Fransızları İon adalarından atar. Yunan
İhtilalinin hazırlayıcılarının en önde kişisi
olan Velestinli Regas,[34]
Fransa’nın
desteği ile ihtilal
yapma çalışmaları nedeniyle Avusturya’da
tutuklanır. Daha sonra Osmanlı yönetimine teslim
edilir ve idam edilir.
21
Mart 1800’de
başına Rus yanlısı
bir Yunanlı getirilerek Yedi Adalar Cumhuriyeti
kurulmuştu. 1805’de
Fransa ile Osmanlı
Rusya’ya karşı ittifak yapınca durum değişti.
Fransa’nın 1807-1814 arasında yedi adalardaki
hakimiyetinden sonra, 1815 yılında İngiltere
garantörlüğünde Yedi Ada tekrar bağımsız bir
Cumhuriyet haline gelmişti. İngiltere bu
bağımsız devleti kendi himayesine almış,
Rusya’ya karşı bir ileri karakol yapmıştı. Ion
Adaları, İsyanlara karışan Mora Rumları için bir
bağımsızlık örneği ve ikmal üssü oluşturmuştu.[35]
YUNANİSTAN’IN KURULUŞU
Yunanistan’ın kurulmasına yol açan Mora
isyanlarında, daima Rusya’nın parmağı olmuştur.
Rusya, Rumlar arasından seçtiği adamları ve
isyanın liderlerini bu doğrultuda eğitip
desteklediği gibi, rahipleri de isyan fikrinin
ateşleyicileri ve
önderleri olarak harekete geçirtebilmiştir.
Balkanlardaki Sırp, Bulgar, Karadağlı, Ulah ve
Ortodoks - Arnavutların bu isyanlarda dayanışma
içinde olması, Ortodoksluk duygusu iledir.
Rusya’nın ana hedefi kendi kontrolünde bir Yunan
devleti idi. Rumlar arasında uyandırdığı
bağımsızlık fikrini hayata geçirmek için, 1814
yılında kurulan ve Rus Çarı’nın yaveri
Aleksander İpsilanti’nin[36]
başında bulunduğu Filiki Eterya Cemiyeti’nin[37]
Odesa’da kurulması bu çerçevede bir anlam
kazanır.
Mora
isyanlarında, Osmanlı kuvvetleri ile Yunan[38]
çetecileri arasında çatışmalar söz konusu olsa
da,
başından beri Mora,
neredeyse özerk bir şekilde yönetiliyordu.
Osmanlı idaresindeki Hıristiyanlar arasında en
iyi durumda olanlar Rumlar[39]
idi. 1687’den beri Venediklilerin yönetiminde
olan Mora, 1714’de tekrar Osmanlı idaresine
geçmeyi memnuniyetle karşılamıştı. Yunan
köylüsünün durumu
Avrupa köylülerine
nazaran çok iyi idi. Yunan adalarının yönetimi
ise pratikte kendi işlerini kendileri görme
şeklinde idi. Yerel önderler yaşadığı bölgenin
çıkarları için değil kendi çıkarları için
diğerleri ile mücadele ediyorlardı.
1804’te Balkanlar’da
Sırp İsyanı
başlamıştı.[40]
Rusya’nın desteklediği bu isyanın ardından Yunan
isyanı çıkmış ve daha sonra bunları diğerleri
izlemişti. 1820’de Tepedelenli Ali Paşa’nın
isyanı[41]
olayın rengini değiştirdi. Daha önce Rumlar
üzerinde sıkı bir idare kuran ve Yanya’yı
kendine merkez olarak seçen Ali Paşa birçok Rum
ve Arnavut’u hizmetine almıştı. Kiliseler inşa
ederek, okullar açarak Yunan dili ile eğitimi
geliştirerek, Yunan milliyetçiliğinin
gelişmesine de katkıda bulunmuştu. Kendi
yazışmalarında Yunancayı kullanıyor,
piskoposlardan bazılarını elde etmiş, gelişmeler
konusunda kendine bilgi akışı sağlıyordu. Mora
isyanında Rumların önemli askeri liderleri, daha
önce Ali Paşa’nın
hizmetinde
eğitilmiş olan Rumlardı. İhtilali hazırlayan
Filiki Eterya[42]
yöneticilerinin yazışmalarından isyan
planlarının her safhasında Ali Paşa faktörünün
göz önüne alınarak hareket edildiği
anlaşılmaktadır. Çünkü Ali Paşa’nın oluşturduğu
güçlü idare, isyanı kısa sürede bastırabilecek
durumdaydı. Ali Paşa’nın Osmanlı idaresi ile
arasının bozulması isyancılar için
çok önemli bir
fırsattı. Beklenen oldu ve Ali Paşa ile
Osmanlılar arasında köprüler atıldı.
Babıâli’ye bağlı, Arnavutlara dayalı,
özerk bir devlet
kurmak için çalışan Ali Paşa, yabancı
devletlerin, Rus konsoloslarının, Yunan ve
Hıristiyan Arnavutların desteğini almak için
onlarla bağlantıya geçmişti. Yunan isyancıları
ile bütünleşen, Ali Paşa her şeye rağmen bir
Osmanlı paşasıydı ve Osmanlı kuvvetlerine karşı
ciddi bir harekete geçmek için tereddüt etmişti.
Kuşatıldığı Yanya’da bir yıl kadar direndikten
sonra affedilmek dileği ile teslim olmayı seçti.
Fakat rakipleri[43]
1822’de idam edilmesini sağladı. Bu isyan ve Ali
Paşa’nın tasfiyesi Balkanları savunmasız
bırakmıştı. Mora’da isyan
başladıktan sonra
üzerlerine gönderilen kuvvetler ise isyanı
bastırmada yetersiz kalmıştı.
Aleksandre İpsilanti,
isyanı Mora ve Ege
adalarında başlatmayı istiyordu. Fakat
Romanya’da temas ettiği Filiki Eterya üyeleri,
Rusların yardımını elde etmek için ilk
hareketin, Eflak ve Boğdan’dan başlamasını
istiyordu. Derneğe göre, Eflak ve Boğdan da
Yunanistan’dan sayılmaktaydı. Üstelik bölge son
derece zengin ve savunmasızdı. İpsilanti uzun
süre Rusya’da yaşadığı için Rumları hiç
tanımıyor ve verilen abartılı bilgilere göre
hareket ediyordu.[44]
Bu sırada Rus Çarı I.Aleksandre, Avrupa
Birliği’nin, İspanya ve İtalya’daki devrimci
hareketlerinin tartışıldığı Laibach
Konferansında idi. Bu konferansta birliğin
selameti için bu tür ihtilallerin
desteklenmemesi öngörülüyordu. Avusturya
başbakanı Prens Metternich, kutsal ittifak ruhu
ile isyanı reddetmiş, Osmanlı ordusunun isyanı
bastırmak için harekete geçmesini engelleyecek
bir girişimde bulunmamıştı. İngiliz
Aristokrasisi
gibi Avusturya
başbakanı da, Avrupa’da güç dengesine dayanan
statükonun korunmasından yana idi. Bu nedenle
bağımsızlık peşine düşen ulusculuk hareketlerini
hoş karşılamıyorlardı. Çar I. Aleksandre da
Metternich’in etkisi ile
isyana destek
vermemiş, Osmanlı ile savaşmak niyetinde
olmadığı için, Aleksandre İpsilanti’nin ordudan
tart edildiğini açıklamıştı. Romenler,
İpsilantiye destek vermedi. Osmanlı kuvvetleri
ile baş edemeyen İpsilanti, kısa sürede hezimete
uğradı, Avusturya’ya sığındı ve burada
tutuklandı. 1828 yılında, 36 yaşında iken
Avusturya
cezaevlerinde öldü.
Aynı tarihlerde Mora’da
isyan başlamıştı.
Çar’ın bu yaklaşımına rağmen Osmanlı devleti,
isyanın Rusya tarafından desteklendiğine
inanıyordu. Nitekim Çar daha sonra Osmanlı’nın
aldığı tedbirleri beğenmediğini, Avusturya
aracılığı ile Osmanlı’ya iletilmesini istemişti.
Başlangıçta
şiddet hareketi
şeklinde başlayan olaylar isyana dönüşmüş,
silahsız Müslümanlara saldıran isyancılar, bir
ayda 15 bin kişiyi katlederek mallarını
yağmalamıştı. İsyan sonunda Mora’da hiç Müslüman
kalmamıştı. Olayı bir ihanet olarak niteleyen
Osmanlı yönetimi, Filiki Eterya üyesi
olmasına rağmen,
olayların sebebi olarak Rusya’yı gösterip
isyancıları aforoz etmek zorunda kalan Fener
Patriği V.Grigorios’u suçladılar.[45]
Patriğin Rusları
suçlu gösteren
afaroznamesi, Mora isyanında etkisiz kalmıştı.
Patrikle birlikte,[46]
isyancılarla ilgisi tesbit edilen bazı
metropolitler, Babiali baştercümanı Kostantin
Moruzi ve Yorgi Mavrokordato’nun da aralarında
bulunduğu bir grup Rum’u asmıştı. Bu olaydan
sonra ihanetle suçlanan Fenerli Rumların
imtiyazlarına son verilmiş, devlet görevi ve
ticaretten tasfiye edilmelerine çalışılmıştır.[47]
Alksandre İpsilanti’nin
kardeşi Dimitri İpsilanti, Haziran 1821’de
Mora’ya giderek isyanın başına geçti.[48]
İsyancılar 1922 de Epidor’da 59 kişilik bir
meclis toplayarak Epidor ve Epire bölgesinde
bağımsızlıklarını ilan ettiler. Beş kişiden
oluşan hükümetin başına Avrupa’da eğitim görmüş
Aleksadre Mavrokordato’yu getirmişti. Dimitri
İpsilantı ise
59 kişiden oluşan
senatonun başındaydı. Bu anayasalcı gelişme
Rusya’nın hoşuna gitmemiş ve anayasacılar ile
çeteciler arasında çatışmalar başlamıştı.[49]
Kurulacak olan Yunanistan devletini Rus nüfuzuna
bırakmak istemeyen İngiltere, 1822’de
politikasını
değiştirerek Yunan davasını desteklemeye
başladı. Yunan asilerini savaşçı olarak kabul
edip, Kountoriotes yönetimine 2.4 milyon
tutarında para verdi.[50]
Harekete geçmemesi durumunda Rusya’nın tek
başına karar vermesinden korktuğu
ve alınan
kararlarda
söz hakkı olmak
istediği için ittifaka dahil oldu. Bu politika
değişikliği, günümüze kadar İngiltere’nin
Yunanistan ve Rumlar arasındaki güç ve arka
plandaki organizatör olarak sahne almasına yol
açacaktı.
Rusya
ise gelişmelerden hiç hoşnut
kalmadı. İstediği
kendi himayesinde bir Yunan devleti idi. İsyanla
beklediği fırsat doğmuştu. Avrupa devletlerine,
Osmanlı devleti ile bir savaşa girdiği taktirde
tavırlarının ne olacağını sordu. Avrupa
devletleri
tarafsızlıklarını
korumaya devam ediyorlardı. Müdahelenin
doğru olmayacağını
bildirdiler. Rusya da tek başına müdahaleye
cesaret edemedi. İsyan Osmanlı’nın bir iç
meselesi olarak gelişmeye devam etti.
Avrupa devletleri,
isyan karşısında
tarafsız gibi görünseler de kamuoyları
Yunanlıları destekliyordu. Ülkelerinde
kurdukları birçok dernekle isyancıları
destekliyor, her türlü yardımı yaparak
gönüllüler gönderiyorlardı. İsyanı bastırmakta
yetersiz kalan Osmanlılar, Mısır valisi Kavalalı
Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Avrupa
tarzında düzenli bir ordusu olan Ali Paşa, oğlu
İbrahim Paşa’ya
Girit ve Mora valiliklerinin verilmesini
isteyerek
1824’de
kuvvetlerini gönderdi ve isyanı kontrol altına
aldı. M. Ali Paşanın müdahalesi İngiltere ve
Rusya’yı huzursuz etmişti. Çünkü her ikisi de
Doğu Akdeniz’de güçlü bir Mehmet Ali Paşa
istememekteydi. Karşılıklı çıkar ilişkileri,
İngiltere ve Rusya’yı birbirine yaklaştırdı.
İsyan, ikinci evresinde uluslararası bir nitelik
kazanmıştı. Fransa, Avusturya, İngiltere
ve Rusya
Petersburg’da iki
ay kadar süren görüşmeler sonunda, Osmanlı
devletine bir nota göndererek, Mora
yarımadasındaki tüm Müslümanların bölgeden
çıkarılmasını, Yunanlılara bazı ayrıcalıklar
verilmesini ve Mısır birliklerinin
durdurulmasını istemeyi kararlaştırdılar. Daha
sonra Rusya bu kararı değiştirerek, Yunan
sorununa doğrudan müdahale etmeye karar verdi.
Bunun üzerine İngiltere
Osmanlı devletine,
Mısır birliklerinin durdurulmasını
aksi taktirde
müdahale edeceğini bildirdi. Bu sırada
Avrupa’da, Mora’daki tüm Hıristiyanların
katledileceği, yerlerine Mısır ve Sudan’dan
gelecek Müslümanların yerleştirileceği
propagandası yayılmaktaydı.
Rus
Çarı I. Aleksandre 1 Aralık 1825’de öldü.Yerine
1. Nikola
geçti. Nikola,
Aleksandre’den farklı bir
siyaset izleyerek
tek başına hareket etme kararındaydı. İngiltere,
Rusya’nın Yunan sorununa tek başına müdahale
etmesini uygun
görmediği için 4 Nisan 1826 da, Petrograd’da,
St. Petersburg
Protokolü’nü imzaladılar. Bu Yunan devleti için
ilk adımdı. Avusturya ve Prusya bu protokolü
reddettiler. Fakat Fransa bu ittifaka katıldı ve
6 Temmuz 1827’de Londra’da, Londra Muahedesi
imzalandı.[51]
İngiltere küçük, Rusya büyük bir Yunanistan’dan
yana idi. Böylece İngiltere’nin
Doğu Akdeniz
donanması Girit’te üslenemeyecekti. Fransa ise
Mora ve Atina’yı içine alacak olan bir
Yunanistan’a razı idi.
Buradaki
görüşmelerde özerk bir Yunanistan
fikri üzerinde
anlaşmaya varılmıştı. Mısır birliklerinin
bölgeden çekilmesini sağlamak amacıyla
kıyıları abluka
altına
alıp, Peloponnes’e
Fransız çıkartma birliği göndermeye karar
verildi. Hudutları belirtilen özerk Yunanistan
fikri, Osmanlı devletine bildirilmiş fakat
Osmanlı tarafından reddedilmişti.
1826’da Yunan isyanı, Osmanlı tarafından
bastırılmış, fakat Avrupalı devletlerin
müdahalesi Yunan
bağımsızlığına
giden yolu açmıştı. Osmanlılar, bağımsız bir
Yunan devletinin kurulması teklifini iç işlerine
karışmak olarak niteleyince, diplomatik
baskılarla yetinmeyen müttefikler, 20 Ekim
1827’de bir baskınla Navarin’de bulunan Türk ve
Mısır donanmasını
yaktılar. Osmanlı
ordusu
savaş için hazır
değildi. Rusya ise Rus - İran savaşı ile
meşguldu. Türkmençayı Anlaşması ile Eçmiyadzin
ve Erivan’ı ele geçiren Ruslar, bu tarihten
sonra
Ermenilerin başı
durumundaki Eçmiyadzin Kilisesi üzerinde
kontrolü ele geçirmiş ve Ermeniler üzerinde
nüfuz sahibi olmuşlardı.1827 ‘de Yunan Milli
Konseyi Troezen şehrinde toplanarak Çarlık
Rusya’sı eski dışişleri bakanı Yunan asıllı John
Kapodisrias’ı başkan seçmişti.
1828’de Rusya, Osmanlı’ya
savaş ilan etti. Savaş hem Tuna cephesinde, hem
de Kafkas Cephesinde başladı. Doğuda Ahiska,
Kars, Erzurum, Bayburt ve Gümüşhane’ye ilerleyen
Ruslar, Batıda Edirne’ye kadar gelmişlerdi. Bu
sırada Fransızlar’da Mora’ya asker çıkardılar.
1828
- 29 Osmanlı Rus savaşında, Rus ordusu Edirne’ye
girdi. 14 Eylül 1829 da imzalanan Edirne
Antlaşması ile Osmanlı devleti, Yunanistan’ın
özerkliğini kabul etmek zorunda kaldı. 3 Şubat
1830’da imzalanan Londra Protokolü ile önerilen
Yunanistan’ın özerkliği ve
sınırları resmi
olarak onaylandı. Edirne antlaşması ile
Rusya’nın Balkanlardaki etkisi artmış, Balkan
halkları arasında Yunanistan’ın özerkliğini Rus
ordusuna borçlu olduğu görüşü yaygınlaşmıştı.
Fakat bu durum İngiltere’nin işine gelmiyordu.
Çünkü Rusya ön plana çıkmıştı. Fransa ile
anlaşarak Yunanistan’ın tam bağımsız olmasını
istedi. Rusya bunu kabul etti ve Londra’da
tekrar görüşmeler başladı. 3 Şubat 1830’de
imzalanan Londra Protokolü ile özerk
Yunanistan’ın sınırları biraz daraltılarak, Mora
yarımadasının hemen kuzeyinden geçen sınırı ile
Bağımsız Yunanistan
devleti
kuruldu.[52]
Yunan
ihtilalinin üç büyük önderinden, cumhuriyetçi
fikirleri ile tanınan Adamontios Koraes Fransız,
Kolokotrones Rus yanlısı, Aleksander
Mavrokordato ise İngiliz yanlısı idi.
Bağımsız
Yunanistan, 1827 den sonra bir müddet eski Rus
dışişleri bakanı Kapodistrias’ın (Capo D’Istria)[53]
yönetiminde kaldı. İlk başta Cumhuriyetçi bir
grup ve ideoloji tarafından başlatılan bağımsız
Yunanistan fikri bu sürecin sonunda Avrupa’nın
kontrol ve denetiminde bağımsız bir ülke oldu.
Bağımsızlık ertesinde, Yeni Yunanistan’da bazı
hâkim gruplar önceden varolan cumhuriyet fikrini
önledi.[54]
Rusya’ya meyleden Kapodistrias bir suikastle
ortadan kaldırıldı.[55]
Üç
devletin Akdeniz’deki
nüfuz mücadelesi
sonucu
kurulan Yunanistan
Devleti’nin üç garantörü Rusya, İngiltere ve
Fransa idi. Avusturya ve Prusya
İmparatorluklarının
Yunan isyanında tarafsız kaldıkları, hatta zaman
zaman Osmanlı’ya yarayacak yolları tercih
ettikleri görülecektir. Bunun Mora isyanına
yansıması ise Katolik Yunanlıların isyana destek
vermemesi olarak gerçekleşecekti. Bu da
etnik mesele diye
ortaya konan sorunun ardında yatan gerçeği,
emperyal güçlerin aralarında bir çekişme ve
yayılma nedeni olarak etnik meseleleri
kullanması olarak
açıklamamızın
nedenlerinden birisidir. Bunu eleştirenler
çıkabilir. Fakat
bu Yunanistan’ın
bağımsızlığının İngiliz ve Fransız desteği ve
Rus ordularına dayanarak sağlandığı gerçeğini
değiştirmez.
Emperyal güçlerin etnik meselelerdeki rolünün
üzeri hep örtülmek istenmiştir. Bu genellikle
bir takım yerel öğeler öne çıkartılarak
yapılırken, bazen de bu konuya dikkati çekmek
isteyen şu ya da bu şekilde suçlanır. Konumuz
her iki durum için de elverişli. Yine de bu
yazımızın çerçevesi içinde bazı ilginç durumlara
dikkat çekmeden geçemeyeceğiz. Çünkü kuruluş
aşamasından bu yana bitmez tükenmez iddialarla
sürekli olarak
topraklarını
genişletmiş
ve hala
bu politikanın
ısrarlı takipçisi olan Yunanistan’ın durumunu
açıklayabilmemiz için bunun gerekliliğine
inanıyoruz.
Çünkü
Yunanistan devlet olduktan sonra zaman zaman iç
savaş seviyesine çıkan
çatışmalar
yaşamıştır. Çoğu kez siyasi istikrarsızlıklar
içinde çalkalanmış, ekonomik sorunlarını
aşamayıp kalkınmasını gerçekleştirememişti.[56]
Sürekli dış borç batağına saplanmasına ve
kuruluşundan bu yana hiçbir dönem yolsuzlukların
önünü alamamış olmasına rağmen topraklarını
büyütme imkanını ve kudretini nasıl elde ettiği
sorusu her zaman ortadadır.[57]
Yunanistan’ı fakir bir devlet olarak yaşamaya
mahküm edip, Osmanlıdan Yunanistan’a yaşamak
için göçenlerin bir müddet sonra geri dönmesine,
Yunanistan toprağında yaşayanların başta Osmanlı
toprakları olmak üzere geçimini sağlamak üzere
ülke dışına göçmesine mani olamamışlardır. Bu
duruma karşı üretebildikleri tek çözüm, fakirlik
ve sorunların çözümünün büyük Yunanistan’ın
kurulması ile mümkün olacağına, yani Megalo –
İdea’ya halkı inandırmak olmuştur. Bu gün,
sokaktaki Yunanlı gençlerin antik Yunan
uygarlığından kalan heykellerdeki yüz
hatlarıyla, kendi yüzlerindeki hatların
benzerliği ile teselli bulduğu, megalomanyak
bir milliyetçilik
anlayışının temeli de bu gerçeğe dayanır.
Yunanistan’da ilk kurulan partiler, Rus, İngiliz
ve Fransız partileri idi.[58]
Bu partiler, sınıfsal ya da sosyal tabanı olan
ideolojik partiler değil, kişilerin etrafına
toplanmış kalabalıklardan oluşan partilerdi.[59]
Olayların Fransız ihtilalinden kaynaklanan
modern fikirlerle geliştiğini savunanlar nedense
kurulan Yunan Devleti’nin, cumhuriyet değil de,
Yunanistan’ın kurulmasında öncülük eden büyük
devletlerin rejimleri gibi monarşi (krallık)
olduğunu pek irdelemezler. Üstelik Yunanistan’ı
yöneten krallar, Yunanlı ve hatta Ortodoks bile
değildi.[60]
Düşünülmesi gereken bir diğer nokta da
demokrasiyi icat ettiklerini söyleyen
Yunanlıların, neden uzun yıllar monarşi ve
diktatörlükle idare edildiği ve sürekli
ihtilaller yaşayıp bir türlü demokrasiye
kavuşamadıklarıdır.
Emperyal devletler, maddi olarak çökmüş ve
politik olarak bölünmüş
bir halktan yeni
bir devlet ve ulus yarattılar. Kendi ulus
anlayışlarını ve yönetim biçimlerini hakim
kıldılar. Yunanistan’daki iç çekişmeler bu üç
gücün arasındaki çekişmelere paralel olarak
gelişti.[61]
Üç büyük güç, partiler ve elçileri vasıtası ile
Yunanistan’ın işlerine karışmaktan geri
durmadılar. Elçiler, hükümetler kurup hükümetler
yıktılar.[62]
Yunanistan’ın yayılmacı gücünü, 2. Dünya
Savaşı’na kadar İngiltere ve müttefiklerinden
aldığını, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da ABD
emperyalizminin ülkeye el koyduğunu söyleyersek,
Yunanistan’ın kuruluşundan sonra megali idea
denilen yayılmacı iddianın, arkasındaki gerçek
gücü de açıklamış oluruz. Zira kuruluşundan beri
iç sorunlarını çözememiş,[63]
kilisenin de
desteklediği
aşırı milliyetçi
duyguları her kesimde etkili kılarak bu
sorunların üstünü örtüp. ayakta ve bir arada
durmaya çalışmıştır.
Yunanistan bir ulus devlet olarak ortaya çıkmış,
fakat bir ulus olmanın sivil temelleri henüz
oluşmadığı için bu ulusun
kültürel inşası
yukarıdan aşağıya doğru olmuştu. Bunun hikayesi
aslında Rum kimliğinin Hellen kimliğine
dönüştürülmesi ve Rum - Hellen kimliklerinin
çatışması hikayesidir.[64]
J.P.Fallmerayer,
1840’larda
Yunanlıların, Hellenlerin devamı olamayacağını
savunurken,
karşıtları da
modern Yunanlıların, antik Yunanlıların
torunları olduğunu iddia ediyorlardı. Yunan
ulusunun inşasında en büyük güçlük, ortak bir
kimlik yaratılmasında yaşanmış[65]
ve 1833 yılında kurulan bağımsız Yunan milli
kilisesi[66]
ile 1837 yılında kurulan Atina Üniversitesi,[67]
Yunan ulusunun
inşasında
ve Yunan
milliyetçiliğinin gelişip yayılmasında önemli
roller oynamıştır. Fakat Yunan ulusu anlayışına,
1850’den sonra dinsel ögenin belirleyici olduğu
Bizans varisliği iddiası hakim olmuştur.
RUSYA
VE DOĞU KARADENİZ BÖLGESİ’NDEKİ
ORTODOKSLAR
Rusya, Karadeniz’de güçlü bir donanma
bulundurmaya önem göstermiştir. Osmanlılarla
anlaşıp ya da fırsatları kullanıp bu donanmayı
boğazlardan Akdeniz’e indirme çabaları
daima sürmüştür.
Karadeniz’deki Rus donanması, Türk - Rus
savaşları sırasında sık sık Karadeniz’in güney
sahillerine inerek limanları bombalamış,
rastladığı Türk gemilerini
batırmıştır.
1806’daki Trabzon limanı bombalanması ve iki
geminin batırılması bu tür faaliyetlerden sadece
biridir. 27 Ekim 1810’daki Trabzon’u ele geçirme
teşebbüsü ise Rusya’nın bölgede bulunan Ortodoks
- Hıristiyanlara dayanarak bölgeyi ele geçirme
teşebbüslerinin ilkidir.[68]
Bu çıkartmanın hazırlık safhası hakkında pek
bilgimiz yok ama uygulanma şekli bize konumuz
açısından çok şey anlatmaktadır.
Amiral Sarıcef’in[69]
kumandasındaki Rus
filosu, General Galifebolof’un komutasında 5
tabur piyade, 200 Kazak, 30 Rum ve yarım hafif
topçu bataryasından oluşan bir çıkartma kuvveti
ve 6 ay yetecek erzak ve cephanesiyle birlikte
26 Ekim 1810’da
Trabzon önlerine
gelmiş fakat çıkan fırtına nedeniyle burada
duramayıp Büyükliman / Vakfıkebir önlerine
sığınmıştır.[70]
27
Ekim sabahı Akçabat’ın batı yanındaki Sargana
burnuna çıkartma yapan Rus kuvvetlerinin
arasında, bölge halkından olan ve eğitilmiş
30 Rum bulunuyordu.
Bunların görevi Rus kuvvetlerine rehberlik
etmek, bölgedeki Rumlarla irtibatı sağlamak ve
Rum köylüleri silahlandırarak Rus kuvvetlerine
katılmalarını temin etmekti. Hazırlanan plana
göre, Rus kuvvetlerine katılacak Rumlar için
2000 tüfek ve cephane de gemilere yüklenmişti.
Nitekim çıkartma için sahile ilk yanaşan
sandalların birinde bu iş için eğitilmiş
Rumlardan 20’si bulunuyordu ve bunlar süratle
görev bölgelerine dağılmışlardı.
Ruslar, Türk - Rus savaşlarının tamamında Doğu
Karadeniz Bölgesi’ndeki Hıristiyan - Ortodoks
cemaat
arasında benzer
örgütlenmeler yapmış ve yayılmacı
politikalarında Ermeni ve Rumları kullanmıştır.
Merzifon Amerikan Koleji’nde 1886 – 1921 yılları
arasında misyoner olarak çalışan George Edward
White (1861- 1946)
hatıralarında
bu konuda:
” Rusya ise , kendisini
bölgedeki Hıristiyanların koruyucusu ve Bizans
İmparatorluğu’nun varisi olarak görüyor ve
müdahale edebilmek için karışıklıkların
artmasını tercih
ediyordu.”[71]
tesbitini yaptıktan
sonra “ 1890’da
Karadeniz kıyılarındaki ilk seyahatimizden beri,
Çarlık Rusyası’nın bu kıyılar boyunca elle
tutulamayan, soğuk ama güçlü varlığını
hissettik.”[72]
diye yazmaktadır.
Ruslar 1916 yılında bölgeyi işgal ettikleri
zaman da Rumlardan rehberlik, istihbarat ve
cephe gerisindeki yıkıcı faaliyetlerde bulunma
konularında yararlanmıştır. Bu
konuda çok iyi
örgütlenmiş olan Rus casusluk teşkilatı, yıkıcı
faaliyetlerde bulunmak üzere Rus işgalinden
kaçan muhacir aileler arasına Rum ailelerinin
karışmasını sağlamış ve bunlar,
görevlerini başarı
ile sonuçlandırmışlardır. Terme’den geri dönmek
için Rus
donanması
korumasında sahile yanaşan gemilere binenler bu
faaliyetler sonucu ikna edilenlerdir.
Cephe
gerisinde yıkıcı faaliyetlerin en dikkati çeken
örneklerden biri de, Vasil Usta kod adlı Pontos
çetecisidir.[73]
Vasil Usta 1916
Haziran’ında yanındaki on kadar adamıyla Türk
hatlarını
geçerek işgal
altındaki Trabzon’a gelir ve burada
Rus karşı casusluk
örgütünün şefi
Albay Artatov’la
buluşur. Türk hatlarının gerisinde
silahlı çeteler
oluşturarak, Türk kuvvetlerini yıpratacak
faaliyetlerde bulunmak üzere bir program
yaparlar. 3 Temmuz’da bir
Rus torpido
gemisiyle Samsun yakınlarındaki Devrent Limanına
çıkartılan Vasil Usta, bölgede
faaliyete geçer ve
Rum köylülerinden 35 kişilik bir kuvvet
oluşturur. Bu kuvvetin
siyasi
danışmanlığını
Samsun eşrafından
Dimitrios
Haralambidis yapmakta ve finansmanını
sağlamaktadır. İrtibat için gidip gelen Rus
torpidosu
bir defasında Türk
kuvvetleri tarafından
fark edilir ve ateş
açılır.[74]
Faaliyetleri açığa çıkartıldığı için örgüt,
yeraltına iner ve Rus Ordusu Komutanı Yudeniç’e
Rumların
katledilmelerini önlemek üzere Samsun’u işgale
davet eden mektuplar gönderilmesini sağlar.
Ruslar, bu bölgede örgütledikleri ayaklanmaya
katılacak olan
Rumlar için 2000
tüfek gönderirken, bölgeyi kısa sürede işgal
edeceklerini bildirirler. Bu işbirliğinin
farkına varan Türk kuvvetleri, kıyıya insan ve
malzeme indiren Rus torpidosu ile müsademeye
girmişti.
Sivas’a kadar giden Vasil Usta, Niksar, Tokat,
Reşadiye ve havalisinde genel bir ayaklanma
başlatmak için çalışır. Haralambidis de kurduğu
çeteler için silah temin etmek amacıyla damadını
Trabzon’a gönderir.[75]
Batı Pontos
gerillalarının şefi olarak ilan edilen Vasil
Usta’nın,
Yunan Konsolosluğu
ile de bağlantısı olduğunu biliyoruz. Türk
köylerine saldırırken amacı, Türkleri karşı
şiddet eyleminde bulunmaları için kışkırtmak ve
Rusları müdahaleye zorlamaktır.[76]
Devamlı hareket halinde olan ve bölgede dolaşıp,
yolu üzerindeki Türk köylerin basıp yakan Vasil
Usta, Türk kuvvetleri tarafından izleniyordu.
Sonunda Ordu yakınlarında kıstırıldı. Fakat
büyük bir çatışmanın ardından 9 adamı ile
beraber 18 Ekim 1916 da Rus işgali altındaki
Trabzon’a dönmeyi başardı.
9
Kasım 1916 tarihinde Fatsa’nın doğusuna 20 kadar
eşkıya çıkartan Rus torpidosu, Türk sahil
muhafızları tarafından fark edilmiş ve çıkan
çatışmada bu eşkıyalar öldürülmüştü. 15 Kasım
1916’da 200 kadar Rum ve Ermeni eşkıyası Terme
kasabasını basarak yaktı ve destek için gelen
Rus muhripleri eşkıyayı ( ve geri dönmek için
daha önce Rus ajanları tarafından ikna edilen
muhacirleri ) Terme çayının ağzından alarak
Trabzon yönüne hareket etti.[77]
Bölgede faaliyet gösteren Türk çetelerinin en
ünlüsü Topal Osman[78]
çetesidir. Yunan kaynaklarının tanıklıklarına
göre Topal Osman’ın, Tirebolu ve
Giresun yöresindeki
Rum köylerine yaptığı ilk saldırıların, 1916
Kasım’ında gerçekleştiğine bakılırsa bunların
Vasil Usta’nın eylemlerinden sonra olduğu
görülür.[79]
Fakat mevcut belge ve bilgiler önemsenmediği
gibi bu gerçek de yok farz edilmektedir.
İNGİLTERE – YUNANİSTAN YA DA
BÜYÜK OYUNUN BASİT KURALLARI
Emperyal güçler, rakiplerine karşı mevzi elde
edebilmek için zaman zaman Osmanlı
İmparatorluğu’nun yanında olmuştur. Kavalalı
Mehmet Ali Paşa’nın isyanında Rus donanmasının
İstanbul
önlerine gelmesini
buna örnek olarak gösterebiliriz. Mehmet Ali
Paşa’nın oğlu, İbrahim Paşa’nın
yönettiği ordu
Kütahya’ya
gelene kadar sessiz
kalan ve Osmanlı’nın yardım isteğini reddeden
İngiltere ve Fransa, Osmanlı’nın Rusya’dan
yardım alması üzerine duruma müdahale etmeye
karar verdiler. Araya girerek Mısır güçlerinin
Anadolu’yu boşaltmasını sağladılar. Çünkü
Rusya’nın Osmanlı üzerinde etkinlik kurmasından
çekiniyorlardı.
İngiliz politikası
bu tarihten sonra Osmanlı devletinin toprak
bütünlüğünü korumayı ilke olarak benimsedi. Bu
sırada yeni bir güç olarak ortaya çıkan Amerika
da
bölgedeki
gelişmeleri dikkatle izleyerek 1830’larda
Osmanlı devleti ile diplomatik ilişki kurdu,
kapitülasyonlar elde etti ve ticaretini
geliştirdi.[80]
Osmanlı, Rusya için
daima ortadan
kaldırılması gereken bir devletti. Bu nedenle
Rus çarları uluslararası konferanslarda “Hasta
Adam” nitelemesi ile sık sık Osmanlı
İmparatorluğu’nu masaya yatırmak istemiştir.
Rusya’nın sıcak denizlere inme hayali hiç
şüphesiz o günlerde emperyal güç olan Avrupa
devletlerini de rahatsız ediyor
ve
bunu engelleyip,
Rusya’yı kontrol edilebilir bir güç halinde
tutmak için değişik politikalar uyguluyorlardı.
Rusya’nın Osmanlı üzerindeki baskılarının
şiddetlendiği dönemlerde ise bizzat müdahale
ederek baskıları önlemeye çalışıyorlardı. Bu
rolü
bazen
İngiltere’nin, bazen Fransa’nın üstlendiğini
biliyoruz. Nitekim İngiliz ve Fransızların
Osmanlı ile birlikte katıldıkları 1855 Kırım
Harbi
bu politikanın bir
sonucudur.[81]
Bu savaş sonrasında toplanan Paris
Konferansı’nda Karadeniz’in silahsızlandırılmış
ve tarafsız bir deniz olması kabul edilmişti.
Bunun anlamı Rusya’nın Karadeniz’de donanma
bulunduramayacağı idi. Bu da Osmanlı’nın
boğazlar üzerindeki hakimiyetini pekiştirmesi
demekti. Kırım Savaşı’nın bir diğer önemli
sonucu
Rus yayılmasına
karşı durabilecek tek gücün Osmanlı olduğunun
görülmesiydi.[82]
Çarlık Rusya’sı,
Kırım’ı ele geçirip
Karadeniz sahillerine indiği zaman , bu
sahilleri elinde tutabilmek için askeri
başarılarını,
nüfus ve ekonomik
faaliyetlerle de desteklemek gerektiğini
biliyordu. Çalışmalarını bu yönde geliştirmeye
başladı ve işgal ettiği Karadeniz sahillerini
kolonileştirmeye çalıştı. Öncelikle bir Türk
gölü olan Karadeniz’de Türklerin hakim olduğu
ticari yapıyı
tahrip etti. Hiç
şüphesiz bu tahribatta Kırım halkının göçe
zorlanması ve Rusların Osmanlı kuvvetleri ile
yaptığı savaşların önemli bir rolü vardır.
200
yıldır
Türk gölü olan
Karadeniz sahillerinde,
sadece askeri güce
dayanarak tutunabilmenin mümkün olmayacağını
bilen Rusya, bölgeden göçmek zorunda kalan
ve 2/3’ü salgın
hastalık, açlıktan ve Karadeniz’de boğularak
ölen Kırımlıların yerine, Ruslar ve Ruslarla
işbirliği içinde olan halkları yerleştirdiler.
Karadeniz’in kuzey sahillerinde ticari merkez
durumunda olan liman şehirlerini ekonomik cazibe
merkezi haline getirecek tedbirler aldılar ve bu
ticaret merkezlerinde değişik mezheplere mensup
Hıristiyan nüfusun toplanmasını temin ettiler.[83]
Hiç şüphesiz bu nüfus içinde Ortodoks -
Hıristiyanların ayrı bir yeri vardı. Çünkü
Moskova Patrikliği, kendini, Bizans’ın
yıkılmasından sonra
Rum - Ortodoks
cemaatinin de dini lideri gören bir ideolojiye
sahipti ve bu anlamda İstanbul’daki
patrikhanenin rakibi durumunda idi.[84]
İngiltere ise öncelikle Yunanistan’daki Rus
etkisini kırmak ve kontrolü eline geçirmek
istiyordu. Bu konudaki en büyük kozu
Akdeniz’deki İngiliz donanması idi. Yunan
politikasını etkilemek için sık sık Pire’ye
demir atan ve Yunan
limanlarına
abluka uygulayan
İngiltere,
Yunanistan’daki Rus partisinin nüfuzunu yerle
bir etmişti. Birinci Kral Otto’dan sonra tahta
geçirdikleri ikinci Kral Georgios’a güç
kazandırmak için 1863’de İyonya adalarını
Yunanistan’a vererek bu konudaki en önemli
atağını yaptı ve
Yunanistan’da kesin
bir hakimiyet sağladı.[85]
İngiltere ve batılı güçler,
Osmanlı’nın Rusya’ya karşı bir tampon görevi
görmesinden yanaydılar. 1878’de Rusların
İstanbul’a kadar ilerlemesi, İngiltere’nin karşı
koyması ile Rusların geri çekilmek zorunda
kalması, bu politikaların yansımasıdır. Bu güç
çekişmesi Osmanlı devletini, güçlere veya güç
dengelerine dayanacak politikalar izlemeye sevk
etmiştir. İngilizler ise Osmanlı hakimiyetindeki
Ortodoksların Rus kontrolüne girmesini önlemek
için bir yandan Osmanlı yönetimini reformlar
yapması yönünde etkiliyor, bir yandan da
Yunanistan üzerinden, Rumları kendi kontrolü
altında tutabilecek uygulamaları hayata
geçirmeye çalışıyordu. Osmanlı topraklarına
yayılan İngiliz konsoloslarının en önemli
görevlerinden biri de buydu.
Rus
siyasetinde, Ortodoks - Hıristiyanlığın
liderliği iddiası XVIII. yy da öne çıkmıştı. Bu
panortodoks politika, bir dönem için Çarlık
Rusya’sı politikasının en önemli argümanlarından
biri olmuştur. Bu politika doğrultusunda Mora
isyanında ve Yunanistan devletinin kuruluşunda
olduğu gibi Karadeniz’in güney sahillerindeki
Rumlar arasında da benzer çalışmalar ve
örgütlenmeler yapılmıştı. Rusya’nın etkinlik
alanı olarak gördüğü bölgelerdeki gruplar
üzerinde ısrarlı çalışmalar yapması, diğer
emperyalist devletleri, Rusları durdurmak üzere
harekete geçirmesi gerektirdi. Nitekim
İngilizler izledikleri politikalarda başarılı
olarak, Yunanistan ve Rum Patrikhanesi üzerinde
hakimiyetlerini tesis ettiler.[86]
Yayılmacı bir politika
izleyen Rusya’nın ideolojik silahı
panortodoksluktu. Bu politikanın zuhur
Yunan-Bizans’ı kurmak şeklinde olacaktı.
İngiltere ve Fransa’nın faaliyetleri ile bu
panortodoks politika en azından Balkanlarda,
Slav ve Romen ortodokslarını tedirgin ediyordu.
Rusya
ise
gelişmeler üzerine
panortodoks politikayı kısmen terk ederek,
Balkanlarda panislavizm politikasını
geliştirdi ve
yürürlüğe koydu. Bu politikanın ilk uygulama
sahası ise Bulgaristan’dır.[87]
Rusya’nın din
esaslı yaklaşımına karşılık, İngiltere ve onun
kontrolündeki Yunanistan, Doğu Karadeniz
Bölgesi’ndeki Ortodoks - Hıristiyanlar arasında
bir Yunanlılık şuuru uyandırmaya çalıştılar ve
ideolojik mücadelelerini bu
temelde yaptılar.[88]
Bu arada Osmanlı topraklarında serbestçe
faaliyet gösteren misyonerlerin, Ortodoks
Rumları protestan yapma çalışmalarını da
zikretmeden gerçeği tam olarak görme şansına
sahip olmadığımızı belirtmek isterim.[89]
Protestanlığı yaymak isteyen misyonerler,
Müslümanlar ve Ortodokslar arasında şansları
olmadığını çabuk anlamışlar ve yoğun bir şekilde
Ermeni cemaatine yönelerek bu cemaatten önemli
miktarda taraftar derlemişlerdir.[90]
Bu süreç[91]
devam ederken Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki
manastırların keşişleri ve papazları, Rusya
topraklarında dolaşıp, yeni inşa edilen manastır
ve kiliseler için para toplamaya[92]
devam ettiler.
Osmanlı yönetimi, Tanzimatı takip eden yıllarda[93]
diğer reformları da uygulamaya koymaya devam
ediyor ve bunları batılı devletlerin etki ve
telkinleri ile yapıyordu. Bu idari
düzenlemelerin büyük bir bölümü batılı
devletlerin temsilcilerinin tavsiyelerine göre,
elçi veya konsoloslarının nezaretleri altında
yapılıyordu. Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bu idari
reformların uygulaması daha çok İngiliz
konsoloslarının nezaretinde yapılmıştır.
Rusların Karadeniz’in kuzey sahillerinde
oluşturduğu ekonomik çekim alanlarına karşı,
batı sanayi ürünü mallarının ticaretini, bölgede
Rumlar vasıtası ile organize ederek yeni bir Rum
banker, toptancı tüccar ve esnaf sınıfı
yarattılar.
Rumlar arasında
modern
maden işleme ve
döküm tekniklerini ve yeni meslekler öğreten
kurslar açarak, bu sanatların Rumlar arasında
yayılmasını[94],
meslek sahibi Rum topluluklarının ekonomik
yönden kalkınmasını sağladılar.
Bu
arada dikkatten kaçan ve
araştırmacılar
tarafından hiç üzerinde durulmayan bir konu da
Türk köyleri içinde mahalleler ya da dağınık
haneler halinde yaşayan Rumların, Osmanlı’nın
geleneksel iskan siyasetinin aksine
birbiri ile coğrafi
bütünlük teşkil edecek şekilde yeniden
oluşturulan Rum
köylerinde bir
arada toplanmasıdır. Bu arada her kazadaki Rum
köylerinin toplandığı coğrafi bölgelerin içinde
ve Rum köyleri arasında kalan Türk mahalle veya
köyleri bölge dışında kalan Rum köy veya
mahalleleri ile yer değiştirdiler. Bu
mahallelerde daha önce oturan
Müslümanlar diğer
mahallelere taşındı ve bazı köyler İslamî ve
Rumi olarak
kesin şekilde ikiye
ayrıldı.İkiye ayrılan köylerde, her iki grup
kendi cami ve kiliseleri etrafında organize
edilerek iki ayrı muhtarlık teşkil edildi. Köyün
ortak sorunları Cuma günleri Cuma namazı
çıkışından sonra cami önüne gelen ve aralarında
kilise papazının da
bulunduğu, Rum
mahallesi idare heyeti ile görüşülerek karara
bağlandı.[95]
Türk
köylerinden ayrılan
ve daha önce batılı
devletler tarafından hazırlanan bir programla
sanat kurslarında mesleki beceriler kazandırılan
Rumlar, bu mesleklerini çevre Türk köylerinde,
yakın bölgelerde veya ekonomik serbestlik
ortamından yararlanıp Rus çarlığı topraklarında
icra ederek, ekonomik yönden kalkınmaya
başlamıştı. Bazı Rumlar bölge ile ticarete
başlayan
ve İran transit
ticareti için bölgeyi kullanan batılı
devletlerin yerli acenta ya da toptancıları
olarak
gittikçe
zenginleşmiş ve hatırı sayılır servetler
biriktirmişlerdi. Rum toplumu, batılıların
desteği ile zenginleşir ve gelişirken, Türk
toplumu
savaşlar nedeniyle
fakirleşmiş, güçsüzleşmişti.[96]
Doğu
Karadeniz sahillerindeki Ortodoks topluluğun bu
şekilde kalkınması ekonomik olarak güçlenmesi
hiç şüphesiz bu toplumda bazı kültürel
gelişmelere de yol açacaktı. Ekonomik gücün,
siyasi istekleri de harekete geçirdiği
tartışılmaz. Bu gerçeği
bilen emperyalist
güçlerin bölge halkını nasıl yönlendirip nasıl
kontrol altında tuttuklarının hikayesi ise
Pontos meselesinin son sahnesinin oynandığı
yıllardaki
gelişmelerde çok açık olarak izlenir.
Ekonomik olarak gelişen Rum toplumu, yeniden
organize edildikleri köylerinde yeni ve büyük
kiliseler inşa etmeye başladı. Daha sonra bu
kiliselerin yanında ilk okullar açılacak ve bu
okullarda modern tedrisat kurallarına göre
eğitim verilmeye başlanacaktı. Daha sonra bu
okullardan mezun olan çocukların eğitimi için
her kazadaki Rum köylerinin toplandıkları dar
coğrafi bölgenin merkezindeki köyde lise
seviyesinde bir okul açılmıştır. Bu okulların
öğretmenleri bölgeden seçilerek, Atina
Üniversitesi’nde eğitilen öğretmenler veya Yunan
asıllı eğitimcilerden oluşmaktaydı. Atina
Üniversitesi’nden mezun
öğretmenler tüm
Anadolu’daki Rumlar arasında Yunanlılık
bilincini aşılama ve Yunanca’yı yaygınlaştırma
gibi iki ana görev üstlenmişlerdi. Bu okulların
eğitim programları ve ders kitapları
Yunanistan’dan gelmekteydi. Ders kitaplarında,
Yunanlılık şuuru uyandıracak ve Osmanlı
düşmanlığı
körükleyecek
şiirler, ifadeler ve tarihi bilgiler
bulunuyordu.
Bütün
bunların arkasındaki gerçek gücü görebilmemiz
için,
tarihsel süreci
izlememiz yeterli. Ama biz burada sadece
Yunanistan’ın Birinci Dünya Savaşı’na girmesine
değinerek bir fikir sahibi olmanızı sağlamaya
çalışacağız. Çünkü bu süreçte Yunanistan ile
ilgili yazdığımız ve bunlara dayanarak ileri
sürdüğümüz konularla ilgili her şeyi
hatırlatacak bir nokta
vardır.
PONTOSCULUK KAZANI
KAYNATILIYOR
Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Balkan
devletleri içinde savaşa en geç giren devlet
Yunanistan’dı. Diğer devletler savaşa
girecekleri tarafı seçmiş, savaş sonrası elde
edecekleri ile ilgili pazarlıklarını tamamlayıp
anlaşmalarını imzalamışlardı. Yunanistan’ın
gecikmesinin
nedeni, Yunan
devletinin kuruluşuna dayanan özelliklerinden
kaynaklanıyordu. Savaşın başlangıcında
Yunanistan tahtında I. Kostantinos
oturuyordu. 1913’de
tahta oturan
I. Kostantinos,
Alman imparatoru
II. Wilhelm’in
kayınbiraderiydi ve Alman yanlısı bir politika
izleme eğilimindeydi. O’nun Alman yanlısı
politikasını destekleyenler ittifak
devletlerinin kazanacağına inanıyorlardı. Fakat
İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz’deki deniz
gücüne karşı koyacak durumda olmadıkları için
Almanya’ya açıktan destek verilemiyordu.
Başbakan Venizelos ise İngiliz taraftarı idi.
Osmanlı devletinin Almanya safında savaşa
girmesi Venizelos’a
hareket alanı
sağlamıştı.Yine de
kral ve genelkurmay
başkanı, İngilizlerin safında savaşa girmeye
karşı idi. Bulgarlar savaşa girince İngilizler,
Sırbistan’a yardım etmesi için Yunanistan’ı
sıkıştırdı. Sonuç alamayınca daha önce
imzalanmış anlaşmalardaki haklarını kullanarak
Sırbıstan’ı desteklemek üzere Selanik’e 250.000
asker çıkardı.[97]
İsteğini elde edemeyen Venizelos da tırmanan
gerginlik sonunda başbakanlıktan istifa ederek
Selanik’e geldi. Burada itilaf devletleri
tarafından desteklenen bir hükümet kurdu.
İngiltere, bu hükümeti meşru hükümet olarak
tanıdı. Geçmişte çok sık olduğu gibi Pire’de bir
İngiliz ve Fransız donanması toplandı ve Haziran
1917’de I. Kostantinos, tahtını ikinci oğlu
Aleksandros’a bırakmak zorunda kaldı.Venizolos
İngilizlerin sağladığı bir zaferle Atina’ya
döndü ve Yunanistan birkaç gün sonra savaşa
girdi. Diğer devletlerin aksine Yunan hükümeti
savaş sonrası kazançları dair hiçbir teminat
almadan savaşa girmişti.[98]
Savaş sonrasında ise Yunanistan galip gelen
kuvvetlerin yanında olmasına rağmen savaşta
kazandığından çok şeyi kaybedecekti.
Batının empoze ettiği reformlarla ayakta
duracağına inanan Osmanlı yönetimi, hayata
geçirilen eşitlik kavramı uyarınca Müslüman ve
Hıristiyanlar arasındaki bir çok ayrımı
kaldırmıştı. Bu uygulamaya göre Hıristiyanlar da
askerlik görevi yapacaktı. İşte bu karar Osmanlı
için yeni bir iç huzursuzluğun kaynağı olmuştur.
Özellikle Balkan Harbi (1912) ve Birinci Dünya
Savaşı (1914) seferberlik uygulamalarında,
askere alınan Rum ve Hıristiyanların çoğu ya
askere alınmamak için ya da askerden silahları
ile birlikte firar ederek köylerinin
çevresindeki dağlara çıkmışlardı. Metropolikler
ve papazlar vasıtası ile örgütlenen bu çeteler,
savaş halindeki
devlet için baş
edilemeyen bir sorun, halk için huzursuzluk
kaynağı olmuştur. Böylece Balkan harbinden
itibaren Karadeniz bölgesinde, Pontos
meselesinin alt yapısını oluşturan çetecilik
dönemi başlamıştı.
Bu
dönemde başlayan, Pontos meselesinin
organizasyonunu, perde arkasını ve altyapısını
anlamak için dört isim seçtik ve bu isimler
çevresinde gelişen
olaylardan hareket
etmeyi tercih ettik.
[99]
Bunlar Amasya Metropoliti Germanos Karavangelis,
Trabzon Metropoliti Hırisantos Filippidis,
Marsilya’da yerleşmiş bulunan tüccar Costantin
Costantinides ve Yunan ordusu subaylarından
albay D.Kateniotis’dir.
Amasya Metropoliti Germanos
Karavengelis
Amasya metropoliti olan Germanos Karavangelis
(Yermanos), 1900 ile 1907 yılları arasında
Makedonya’da, Kastoria metropoliti idi. Osmanlı
hakimiyetindeki
topraklarda
Rumlarla Bulgarların birbirine karşı verdikleri
gizli savaşta, Rumları örgütleyip kışkırtanların
başında olan Germanos’un faaliyetleri sonucu,
bölgede Yunan etkisinin artmasından çekinen Rus
elçisi, Osmanlı hükümetine baskı yaptı. Merkeze
alınması için harekete geçilen Germanos, daha
sonra
1908’in Ocak ayında
Amasya Metropoliti olarak atandı. Bu sırada 1908
devrimi gerçekleşmiş, meşrutiyet ilan edilmişti.
Ortada bir savunma örgütü kurmayı gerektirecek
huzursuzluk yokken, Samsun’un varoşu olan
Kadıköy gençlerinden ilk silahlı milis örgütünü
kurdu. Yunanlı Destunis şirketinin bir gemisiyle
getirilen ve Kadıköy’de Mercanis’in kahvesinde
depolanan elli kadar Manliçer marka tüfekle bu
gençleri silahlandırdı. Ayrıca 1912’de patlayan
Balkan savaşında, Yunan ordusunda savaşmak
üzere bölge gençlerini Yunanistan’a gönderdi.[100]
Bundan sonraki tüm faaliyetleri
bölgesinde çeteler
örgütlemek, bunlar vasıtası ile özellikle dağlık
bölgelerde kurtarılmış bölgeler oluşturmak,
buralarda yuvalanan çeteleri beslemek için
zenginleri organize etmek ve çetelerin siyasi
yönden yapılanmalarını temin etmek gibi, bir
ayaklanma için gerekli tüm organizasyonları
hayata geçirmek şeklinde sıralanabilir.
Mustafa Kemal, 1919 yazında Samsun bölgesinden
gönderdiği raporlarda 33’ü Samsun’da olmak üzere
bölgede 40 kadar iyi bilinen Rum çetesi olduğunu
kaydeder ve Germanos’un yönettiği
bu çetelerin siyasi
bir hedef için çalıştığını belirtir.[101]
Mustafa Kemal’e göre İngilizler bu durumdan
haberdardır ve bölgede bir oldu bitti yapma
hazırlığı içindedirler. Bu çerçevede baktığımız
zaman Germanos’un 1908’den
1922’ye kadar
Samsun, Amasya, Merzifon, Ordu ve Giresun
bölgelerindeki tüm
çetecilik olayları ile şu ya da bu şekilde
ilişkisinin
bulunduğunu görürüz.[102]
Çete liderlerini kilisede toplayıp aralarındaki
koordinasyon bozukluklarını giderdiğini, onlara
yeni vazifeler verdiğini ya da bu çetelere
güvenip Türk yetkilileri tehdit ettiğini
biliyoruz. Çetelerin daha çok Türk muhacirlere
saldırmak, Türk köylerini baskı ile yıldırıp
kendilerine düzenli olarak yiyecek verilmesini
temin etmek, Cephe gerisinde ordunun ikmal
kollarına baskın verip bozgunculuk yapmak,
Kurtuluş Savaşı’nda,
Samsun üzerinden
Ankara’ya silah ve yiyecek
sevkıyatını
engellemek gibi işler yaptığına dikkat edersek
bunların
güdümlü bir
tedhiş
organizasyonu olduğunu görürüz.
Osmanlı coğrafyasında dağınık olarak yaşayan
bütün Rumları içine alacak bir Yunanistan hayali
için çalışan Germanos’un faaliyetlerinin ne
kadarının Samsun’daki Yunan konsolosluğu
tarafından desteklendiğini bilme imkanımız yok.[103]
Yine de geçmişi ve bölgedeki
faaliyetleri, din
adamından daha çok Yunanistan hesabına çalışan
bir terör organizatörü kimliğini ortaya
çıkartmaktadır. Nitekim İstanbul’da ve 1921
yılında gittiği Atina’da bir çok faaliyete
katılmış, teşebbüslerde bulunmuş, “Pontos
Fecayii” adını verdiği bir raporu, Atina’daki
İngiliz ve Amerikan elçiliklerine sunmuştu.
Trabzon Metropoliti
Hırisantos Filippidis
İkinci isim Hırisantos Filippidis’dir[104].
Gümülcine’de doğan Hırisantos, İstanbul
Heybeliada Ruhban Okulu’nu bitirdikten sonra
felsefe eğitimini Leipzig ve Lozan’da
tamamlamıştır. 1913 yılında, 32 yaşında iken
Trabzon kilisesinin başına getirilmişti.[105]
Germanos’un tam tersi bir yapıdaydı ve Ortodoks
kilisesinin “Bizansçı” çizgisindendi. Tarihe mal
olmuş bir dizi olayın yaşanmasından sonra en son
ulaştığı görüş, Rum toplumunun Türk toplumu ile
işbirliği yapması idi.[106]
Bu işbirliğinin Rumların üstünlüğü ile
sonuçlanacağı ve bunun da doğal bir sonuç
olacağını düşünüyordu.[107]
Zaman
ve zemine göre hareket etmede büyük ustalık
gösteren Hırisantos,[108]
açıkça bu çizgiye aykırı bir davranışı olmadığı
için, Rus işgali öncesinde Türkler Trabzon’u
boşaltırken vali Cemal Azmi Bey, şehri
Hırisantos’a emanet etmişti. Ruslar çekilirken
bıraktıkları silahları Rumlara dağıtıp
silahlandıran Hırisantos, Gümüşhane boğazında
15. Kolordu’ya bağlı bir tümenin varlığını
bildiği için maceraya atılmamıştı. ‘Deli Halit
Paşa’ olarak Türk Milletinin gönlüne taht kuran
Halit Bey’in de görev yaptığı bu tümen,
dağlık bölgede,
dağınık olarak
bulunan 7 bini silahlı, 20 bine yakın Rum’u
etkisiz hale
getirmek için Tortum bölgesinden nakledilmişti.
Bu tümene bağlı kuvvetler, Müslüman halkın
desteği ile
Santa yaylasını üs
olarak seçen Rum çetecilerini kuşatmış, etkisiz
hale getirmiştir. Santa çetelerinin büyük bir
çoğunluğu teslim olunca, başka yerlerden gelip
Meryemana Manastırı ve civarındaki dağlarda
toplanan çeteler de dağılmıştı.
Kafkasya’da bir Yunan askeri gücü oluşturmak
için, Trabzon’dan gönüllü gençler isteğini, bu
tür maceraların sonuç vermeyeceğini bildiği için
oyalayarak nazikçe reddeden Hırisantos, mütareke
döneminde,
savaş sonrası
paylaşım görüşmelerinin yapıldığı ve 18 Ocak
1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’na[109]
katılmak için[110]
28 Mart 1919’da Trabzon’dan ayrıldı.
İstanbul’da, konferansa
giden
Patrikhane[111]
heyetine katılan Hırisantos, bu heyete Pontos
Devleti uğruna diplomatik mücadele
vermek üzere
katılmıştı. İzlediği İstanbul, Marsilya, Paris
yolunda, Pontos dernekleri yönetici ve
temsilcileri ile görüşmeler yapıp,
istatistiki bilgi,
görüş ve temsil yetkisi
almaya çalışmıştı.
Paris
Barış Konferansı’nda temaslarda bulunmuş, 2
Mayıs 1919’da konferansa Pontos konusunda bir
muhtıra sunmuş, gazetelere röportajlar vermişti.
Paris’te, başta Venizelos ve İngiliz yetkileri
olmak üzere itilaf devletlerinden, Trabzon’un
Ermenistan’a verilmesi[112]
için çalışma
yapma emri
aldı.[113]
Pek hoşnut olmadığı bu karardan sonra önce
İngiliz, sonra
Amerikalılarla
görüşmeler yaptı.
Her ikisine de
bölgeye asker
göndermelerini, İngiliz veya Amerikan yönetimi
altında yerli gençlerden jandarma birlikleri
kurularak kendilerini destekleyeceğini belirten
teklifler sundu. Ekim 1919’da Batum’da Pontos
Cumhuriyetinin kurulduğu açıklanmıştı.
9
Kasım 1919’da Trabzon’a dönerken aynı gemide
bulunan Trabzon valisi Haydar Bey’e Türk ve Rum
halkının bir arada yaşaması gerektiği şeklinde
beyanlarda bulunan Hırisantos, Trabzon’daki bazı
Türklere görüşüp, askeri yapısı Türklerin,
ticari yapısı Rumların elinde olacak şekilde
kurulacak
bir Pontus
federasyon devleti için tekliflerde bulundu.[114]
Hırisantos, genellikle tedhişle ilgisi olmayan,
sorunu politik yolla çözmeye çalışan bir lider
olarak sunulur. Biz onun bu politik kişiliğine
katkıda bulunmak için, bazı
görüşme ve
diplomatik çabalarına işaret etmek istiyoruz.
Bunlarda birisi, Birinci Dünya Savaşı
başlangıcında silah altına alınan Rum gençleri
için Türk yöneticileri ile görüşüp, Rum
askerlerin sivil işlerde çalışmasını
sağlamasıdır. Bir diğeri bölgeyi işgal eden
Ruslarla
yaptığı görüşmeler
ve çalışmalardır.
Metropolitlikte ele geçen belgelerden
anlaşılacağı gibi[115]
Ruslar lehine casusuluk yapan Rumlarla ilişkisi
olan Hırisantos,
Rusların Osmanlı
askerlerine hitaben yayınladığı bildirilerin
dağıtılmasında da katkıda bulunmuştur. Bölgenin
yönetimi ile ilgili Rus yetkililerle
görüşmeler yapıp
bölgedeki Rumlarla ilgili bir protokol
imzalamış. Ruslar çekilirken elde ettiği
silahlarla Rum köylerini silahlandırmıştır. Bir
yandan bağımsız bir Pontos devleti için
İstanbul’da, Venizelos’un talimatı ile Pontus
güçlerini organize etmek üzere görevlendirilmiş
Albay Kateniotis, işgal İstanbul’undaki Yunan
Yüksek Komiseri Kanellopulos ve Metropolit
Germanos’la çalışırken, bir yandan da
Türkiye’nin
Amerikan mandasına alınması tartışmalarına
katılmaktaydı. Diğer yandan, Anadolu’da Sivas
Kongresini tamamlamış olan Mustafa Kemal
hareketi ile İstanbul hükümeti
arasındaki
bağlantıyı sağlayan İzzet Paşa ile
görüşüp Trabzon
yöresindeki Rumlarla ilgili 10 maddelik bir
protokol imzalamıştı.[116]
Paris’ten döndükten sonra 1920 başında Türk
yetkililerine seyahati konusunda yanıltıcı bilgi
verip, Batum, Tiflis ve Erivan’a bir gezi yapan
Hırisantos, Batum’da bir Rum Pontos Meclisi ve
Hükümeti kuruluşuna katıldı. Erivan’a giderek,
Ermeni hükümetiyle Rum - Ermeni Konfederasyonu
konusunda bir anlaşma imzaladı.[117]
Hırisantos bir ara çeşitli vesilelerle,
Türklerle adem-i merkeziyetçi bir yönetim
kurulmasından yana olduğunu
açıklamaya
başlamıştı.[118]
Türklerin doğuda Ermenileri
bozguna uğratmasından sonra, tarih Venizelos’un
önüne yeni bir fırsat çıkarmıştı. Artık Trabzon,
Ermenilere verilemeyecek kadar Ermenistan’dan
uzaktı. İstanbul’un işgali ve Pontos Devleti
kurulması için İngilizleri işbirliğine
çağırıyordu.
Gelişmeler üzerine Paris’teki konferansta, (27
Şubat 1920) Trabzon, ileride kurulacak Ermeni
Devleti’nin
sınırları dışında bırakıldı. Hırisantos, 1920’de
aynı maksatla tekrar Paris, Londra ve San
Remo’ya gider. Londra[119]
ve San Remo[120]
konferansları, Sevr Anlaşması’nın hazırlık
görüşmeleri için toplanmıştı. Bu sırada, 10
Ağustos 1920’de imzalanan Sevr antlaşmasının
Osmanlı’ya dayatılması gündeme gelmişti. İtalya
devre dışı bırakılırken, Fransa da durumdan hiç
memnun değildi. Daha önce kendisinin zannettiği
pastadan, umduğundan küçük bir pay almıştı.[121]
Mustafa Kemal’in organize ettiği Anadolu
hareketi Sevr’i kabul etmemişti. İngiltere’nin
beklentilerinin gerçekleşmesi Sevr’in
uygulanabilmesine bağlı idi. İngiltere,
Yunanistan’a Sevr’i
askeri yoldan dayatma görevi verdi.[122]
Bunun anlamı
İtalyanlar işgal
etmesin diye Yunan ordusunun çıkmasına izin
verdikleri Batı Anadolu’dan Ankara’ya doğru
ileri hareketin başlaması idi. Konunun
Pontos meselesi ile
ilişkisi ise İngiltere’nin
Pontos
hevesi ile
Yunanistan’ı Karadeniz’e çıkartarak Ankara’yı
kıskaca almayı düşünmesiydi. Cemaatini
emperyalist güçlere
sunup, yeni bir efendi bulmak için çırpınan
Hırisantos, dönüş yolunda Atina’dan İstanbul’a
doğru hareket ettikten sonra, Yunanlıların ileri
harekete başlayıp, Anadolu içlerinde ilerlediği
haberini alınca geri döndü ve Pontos meselesini
ortaya atmak için Atina’da toplanan “Pontos
Kongresi” ne katıldı.
TBMM
Hükümeti, doğuda Ermenilere karşı başlattığı
hareketi, Gümrü Antlaşması
ile
sonuçlandırmıştı. Sovyetlerle imzaladığı Moskova
Anlaşması ile Batı Anadolu’da yapacağı harekat
için silah yardımı aldı. Teslim alınan silah ve
cephane derme çatma gemilerle, takalarla
sevkedilmeye başlandı. Bu işbirliği ve sevkiyat,
İngiltere ve Yunanistan açısından Karadeniz
bölgesine ayrı bir önem kazandırmıştı. Daha önce
bölgeye
sızdırılan Yunan
subayları, silahlar ve çeteci sayısında önemli
artışlar oldu. Bölgede faaliyet gösteren silahlı
çeteci sayısı 25.000’e ulaştı.
İngiliz ve Yunan
donanmasının Karadeniz’deki bombardımanları,
örgüt ve sayı açısından çoğalmış, çetecilerin
azgınlıkları, Batı Anadolu’daki Yunan ilerlemesi
ile ilişkili olarak, artarak yayılmaya
başlamıştı.
Samsun bölgesindeki yetersiz Türk kuvvetleri
saldırıları önleyemiyor, alan hakimiyeti yer yer
kaybediliyor, asayiş sağlanamıyordu. Bu
gelişmeler[123]
TBMM Hükümetini tedbir almaya mecbur etti[124].
Çeteleri etkisiz hale getirmek için Merkez
Ordusu kurularak komutanlığına
Nurettin Paşa
atandı.[125]
Mevcudu başlangıçta 10 bin kişi olan Merkez
Ordusu, ilk günlerde çetecileri sökememişti.
Çünkü çetecilerin sayısı 25.000’e ulaşmaktaydı.
Fakat batı cephesinde elde edilen başarılardan
sonra Merkez ordusu takviye edildi,
[126]
sayısı 20.000’e ulaştı. Alınan askeri ve idari
tedbirlerle[127]
Pontos
isyanı bastırıldı.
17 Ağustos 1921’de çalışmalarına başlayan Amasya
İstiklal Mahkemesi, Hıyanet-i Vataniyye kanunu
gereği, olaylarla ilgili 10 Ekim 1921’e kadar,
3’ü Müslüman 174’ü Rum olmak üzere toplam 177
kişiye idam cezası vermişti. 74 kişi gıyaben
idama,10 kişi kürek cezasına çaptırıldı, iki
kişi de hapseddildi. 34 kişi şüpheli görülerek
Milli Mücadelenin sonuna kadar sürgün oldular ve
bir kişi de beraat etti.[128]
Trabzon Metropoliti Hırisantos, Giresun
Metropoliti Lavrentios ve Costantinides
gıyabında idam kararı verilenler arasında idi.
Bazı
gelişmeler Mustafa Kemal’in başarıya
ulaşabilmesi için çok önemli fırsatlar
doğurmuştur. 1920 başlarında Rusya’da
Kızılordu’nun, Beyazlara galip gelmesi ve
Kafkaslarda ilerlemesi ile Türk ordusunun bütün
karşı saldırılarını püskürtüp Ermenileri yenmesi
bunların en önemlisi idi. Bu gelişmelerden sonra
İtilaf devletleri Kafkasları terk etmek zorunda
kalmıştı.[129]
Bir maymunun ısırdığı Yunan Kralı
Aleksandros’un 25
Ekim 1920’de ölmesi ve Yunanistan bir hanedanlık
bunalımı yaşarken, Venizolos’un seçimlerde
hezimete uğraması süpriz sayılan
gelişmelerdendi. Gelişmeler üzerine Venizelos
istifa etti ve ülkeden ayrıldı. Bu olaydan sonra
daha önce tahtan uzaklaştırılan
Kral Kostantin
Atina’ya döndü ve itilaf devletlerine rağmen
tahta oturdu.
Yeni
Yunan hükümetinin Anadolu’dan askerlerini geri
çekmesi gündeme gelmişti. İngilizler
gelişmelerden
endişe duyarken,
Yunanistan’ın İngilizler yanında savaşa
girmemesi için tarafsızlık politikası izlemiş
olan kral, savaşa devam etmekten başka bir yol
bulamadı. Bu tereddüt ve bekleme dönemi, Türk
kuvvetlerine toparlanmak için çok önemli zaman
kazandırmıştı. Bütün bu gelişmeler Atina
komitesi ile ortak çalışmalar yaparak, Yunan
kuvvetleri ile Giresun’a gizli bir baskın
planlayan Germanos’un planlarının da havada
kalmasını sağlamıştı.
Costantin Costantinidies
Üçüncü isim, Marsilya’da tüccarlık yapan
Costantin Costantinidies (Kosti Kostantinidis
)’dir. Giresun eski belediye başkanlarından
Kaptan Yorgi’nin oğlu olan Costantinides,
Avrupa’da Pontosculuk hareketlerinin öncülüğünü
yapmakta ve Pontos davasını Avrupa kamuoyuna
anlatmak için maddi destek sağlamaktaydı.
4 Şubat 1918’de
Marsilya’da topladığı
“Hariçteki
Pontoslular
Kongresi” ile Avrupa ve Amerika’daki
Pontosluları[130]
bir araya getirmişti. Kongrede yaptığı
konuşmada, Osmanlı düşmanlığından hareketle
bölgedeki Rum nüfus konusunda çok abartılı
rakamlar dile getirdi. Costantinidies’in
kongrede dile getirdiği kışkırtıcı ifadeler ve
abartıcı sözler büyük bir coşkuyla karşılandı.
İtilaf devletlerine ve Bolşevik Ruslara müracaat
edilerek, Pontos Cumhuriyetinin kurulabilmesi
için gerekli yardım ve desteğin istenmesine
karar verildi. İngilizlere, Rus Hariciye
Komiseri Troçki’ye, Batum’daki Rum gönüllüler
komutanı olan Miralay Anonias’a[131]
ve Batum yolu ile Trabzon Metropoliti
Hırisantos’a
telgraflar çekildi.
Costantinidies, Kasım 1918’de Marsilya’da ikinci
bir kongre daha toplamış ve 15 Kasım 1919’da
Paris Barış Konferansı’na Pontos konusunda bir
muhtıra sunmuştu. Bu muhtıra da abartılı rakam
ve iddialarla dolu idi.[132]
Barış konferansına katılan
itilaf devletleri
bu iddiaların abartılı olduğunu bildiklerinden,
Ermeni istekleri doğrultusunda,
Trabzon’un
Ermenistan’a bırakılmasına karar verdiler.[133]
Bunun üzerine Costantinidies Paris’te Bogos
Nubar Paşa ile görüştü. Fakat bir sonuç elde
edemedi. Sırtını emperyalist güçlere yaslayan ve
bunun yeterli olacağını düşünen Bogos Nubar Paşa
burnundan kıl aldırmıyordu. Aynı güçlerin
işbirlikçisi olan Venizelos da,
Batı Anadolu’yu
elde edebilmek için
Bogos Nubar Paşa
ile aynı kararı destekliyordu. 16 Ocak’ta
Parisli Ermeniler
tarafından şerefine verilen bir ziyafette
kadehini, Doğu’da Rumlar ve Ermeniler arasındaki
derin işbirliği ve dayanışma için kaldırdı.
Barış Kongresi’nin 3-4 Şubat tarihli
oturumlarında yaptığı konuşmada Trabzon’un
Ermenilere verilmesi gerektiğini savundu.[134]
Venizelos’u en çok rahatsız eden Pontus’taki
Rumların,
Ermenistan’ın boyunduruğuna girmeyi asla kabul
etmemesi, hatta Türklerle birlikte yaşamayı buna
tercih etmesiydi.
Nitekim Batum’da kurulan Pontos Rumları Derneği,
İstanbul’da bulunan Yunan Yüksek
Komiserliği’nden, Patrikhane’den ve
Costantinides’ten, Ermenistan’ın egemenliğine
girmeden özgürlüğe kavuşabilmeleri amacıyla
izlenmesi gereken politikalarla ilgili
direktiflerini sordu.
Costantinidies, Paris Konferansı’na
“Pontos Yerlileri
Kongresi Reisi” sıfatıyla
ve ”Paris’te
İttihad-i Milli Reisi” sıfatını taşıyan Socrat
Oeconomis ile birlikte ortak bir muhtıra
sunarak iddialarını
tekrarladı. Ermenilerin
Doğu Anadolu’da
yenilmesinden sonra,
Rumların önünün
açıldığını düşünen Hırisantos da tekrar Paris
yollarına düştü. Anadolu’yu
Ermeniye, Rum’a
verip parselleyen ve Türkleri buna razı
edeceklerine inanan emperyal güçler, Türkleri
ikna etmek için bir çok yerli işbirlikçiyi de
harekete geçirmişti. İşledikleri ana fikir,
zavallı Türklerin düvel-i muazzama karşısında
teslim olmaktan
başka
şansı olmadığıdır.
Zaten Türklük diye bir şey de yoktu.
Müslümanların lideri halife ise işgal
kuvvetlerine karşı çıkılmamasını istiyordu.
Ortalık İngiliz muhiblerine, manda seçicilerine
kalmıştı. Fakat Mustafa Kemal’in Anadolu’da
başlattığı direniş oyunu bozdu. Mustafa Kemal’in
direnme konusundaki iradesi, Anadolu’nun iradesi
haline gelmişti.
Emperyal güçlerin, Anadolu’nun yarısını teslim
etmeye hazır oldukları Ermeniler, ancak
Kafkasya’da tutunabilmişti. Bilinen
gelişmeleri
izlediğimiz zaman Anadolu’yu yutmaya çalışan
İngiliz
işbirlikçilerinden, bağımsız Pontos
Devleti hayaline
saplananlar, gelişmelere göre
hayallerine gem
vurmak zorunda kalmışlardı. San Remo
Konferansını izleyen Hırisantos ve
Costantinidies, 30 Nisan tarihli
memorandumlarında artık sadece yeni kurulacak
olan Türk devleti bünyesinde Pontus’u içine alan
bir idari birim kurulmasını ve bu birimin başına
Milletler Cemiyeti tarafından bir vali
atanmasını taleb edebiyorlardı.[135]
Albay D. Kateniotis
Pontos Meselesi’ni açıklamak için önemli
gördüğümüz üçüncü isim Yunan ordusu
subaylarından albay D. Kateniotis’dir.
Kateniotis’in bu olayda tarihe yansıyan
vazifesi, Pontos Davası adına harekete geçirilen
yerel güçlerin, bölgede İtilaf
Devletleri ve
Venizelos’un isteklerine uygun faaliyetlerde
bulunmasını temin etmekti. Bölgede yaşayan
insanlara çok büyük bedeller ödetecek olan
gelişmeler için
İngilizler hiç bir
zaman suçlanamayacaktı. Çünkü arada Yunanistan
perdesi vardı. Yunanistan ve bölgede yaşayan
Ortodokslar, gelişmelerde gönüllü rol almaları
için gerekli ideolojik alt yapı ile donatılmıştı
Kateniotis’in faaliyetlerini, Yunanistan’ın,
askeri açıdan Pontos meselesine ilgisini ve
rolünü göstermek bakımından önemli görüyoruz.
Ama Yunanistan’ın bu olaylardaki rolünü
açıklamak için bir kaç isimden daha bahsetmek
zorundayız. Bunlardan biri Yunanistan’ın
İstanbul Başkonsolosu Koharis idi. Koharis’in
konumuzla ilgili faaliyetleri arasında
Patrikhanenin müracaatı ile jandarma işlerini
yürütmek üzere Trabzon’a üç Yunan subayı
göndermeyi sayabiliriz. Ama bu onun rolünü
anlamamız için yetmez. İstanbul ve bölgedeki
bütün Rum derneklerinin açılma, teşkilatlanma ve
propaganda faaliyetleri, Yunanistan adına
Koharis’in kontrolündeydi. Mart 1918’de,
İstanbul’da 5 kişiden oluşan bir mahkeme kurmuş
ve Rumların davalarını Osmanlı mahkemelerinden
çekerek, bu mahkemede görülmesini sağlamıştı.
Rumların Osmanlıya vergi vermesini yasaklamış,
Rumlara Yunan pasaportu dağıtarak Yunanistan’ın
etkisini yaymaya çalışmıştır. Venizelos’un
iktidardan düşürülmesinin ardından
o da görevinden
ayrılmış ve yerine Salakis atanmıştı.
İkinci isim, Yunanistan’ın
diğer işgalcı
devletlerin yaptığı gibi yaparak, İstanbul’a
Yüksek Komiser
olarak atadığı Kanellopulos dur. Kanellopulos,
işgal kuvvetlerinin yüksek komiserleri ile
görüşüyor, Rumlar dışındaki azınlıklarla temas
ve görüşmeler yapıyor, Rumlarla bunlar arasında
siyasi işbirliği kurmaya çalışıyordu. Bu
çerçevede İstanbul’daki Yahudi cemaati ile Rum
cemaatini siyasi olarak birleştirme
teşebbüslerini,[136]
Ermeni Patriği Zaven Efendi ile, Paris’te
verilen kararlar ve Venizelos’un verdiği
talimatlar doğrultusunda müşterek faaliyetlerini
sayabiliriz.
Yunanistan’ın İstanbul’u
işgalcı devletlerden devralma taleplerinin
takipçisi olan Kanellopulos, görevden ayrıldığı
22 Ocak 1921 e kadar Venizelos’un verdiği
talimatla İstanbul Rumluğunu, Patrikhane, Rum
basını ve diğer Rum teşkilatlarını kullanarak
İstanbul ve Anadoludaki Rum toplumunda,
Yunanistanla birleşmek isteğini öne çıkartmaya
çalışmış, koordinasyon yapmıştır.
Üçüncü isim ise, Patrik
vekili Doroteos idi. 1919 yılında Fener Rum
Patriği ve Karamanlı
Rum
olan
V.Germanos görevden
uzaklaştırıldı. Yerine, İngiliz belgelerinde
zeki, gözüpek ve azimli bir papaz olarak
tanımlanan Bursa Metropoliti Doroteos Mamelis,
patrik vekili sıfatı ile
oturtuldu.
Venizelos’un talimatıyla gerçekleşen bu
operasyonda, İngiliz desteği de vardı. Osmanlı
yönetiminin, Patrikhane nizamnamesine göre, yeni
patrik seçilmesi gerektiği şeklindeki ikazlarını
dikkate almadan, makamı vekil olarak işgal eden
Doroteos, bu opearsyondan sonra, “Sen Sinod”
meclisini nizamnamesini de bir kenara bırakarak,
Venizelos’un temsilcisi olarak, Yunan
Büyükelçisi, Yüksek Komiseri ve Albay Katetionis
ile birlikte çalışmaya başlamıştı.O’nun bundan
sonraki faaliyetlerinden bir kaçını sıralarsak
sanırım neyi kastettiğimiz daha iyi anlaşılmış
olur.
Venizelos’un İstanbul’daki üçüncü önemli adamı
olan Patrik vekili, Venizelos’un fikir ve
talimatlarıyla hareket ederek,
Patrikhane’yi
Yunanistan’ın emrine vermiş, adım adım Osmanlı
yönetimi ile bağlarını kesmeye başlamıştı. 9
Mart 1919’da yayınladığı bir beyanname ile
cemaatinin, Osmanlı
Devletine
olan vergi,
vatandaşlık vd. yükümlülüklerinden af edildiğini
bildirmişti. Cemaatinden daha önce Osmanlı’nın
uyguladığı seçim usulunden farklı olarak, kendi
muhtar ve idare heyetlerini seçmelerini istedi.
Temmuz 1919’da çift başlı kartaldan oluşan
Bizans bayrağını Patrikhanenin kapısına astırdı.
Rum okullarındaki Türk bayraklarını, Türkçe
levhaları kaldırttı. Türkçe eğitimi yasakladı.
Rum nümayiş ve mitinglerini organize etti.
Hapisteki Rumların serbest bırakılmasını
sağladı. Askerlik şubesi kurarak İzmir’e çıkan
Yunan ordusu için Rum gençlerini askere almaya
başladı.
Rum
okul ve kiliseleri silah deposu ve çete
karargahı haline getirilmişti. İzmir’i işgal
eden Yunan ordusunun kutsal bir görev yaptığını
ve iyi karşılanıp, desteklenmesi gerektiğini
açıklayan bir kaç beyanname de yayınladı.[137]
Paris Barış Konferansına da katılan patrik
vekili Doroteos, seyahatlerinin bir bölümünde
Yunan savaş gemilerini kullanmış, katıldığı
konferansta İstanbul ve Anadolu’nun Yunanlılara
verilmesi için çalışan Venizelos’u destekleyen
faaliyetlerde bulunmuş, Ermeni Patriği ile
birlikte İtilaf devletlerini Anadolu’yu işgale
davet etmişti.
Katenionisle birlikte bu üç ismin özelliği
Venizelos tarafından atanmış ve Venizelos’un
talimatları
doğrultusunda
hareket etmiş, Venizelos’a karşı sorumlu
olmalarıdır. Bu özellik, Venizelos’un
İngilizler’in desteği ile Yunanistan’da
başbakanlığı ele geçirdiği gerçeği ile birlikte
düşünülürse bir anlam kazanır. Resmi tezi
işleyen kaynaklarda Venizelos’un Büyük
Yunanistan’ı kurmak için, Lloyd
George üzerindeki
nufuzunu kullandığı yazılsa da, bu şekilde
yazılmasına göz yumulması, İngiliz
alçakgönüllüğünden(!) başka bir şey değildir.
Amerika – İngiliz – Fransız gizli
görüşmelerinde, İngilizler’in
teklifi ile
İtalyanlar’ın İzmir’e çıkmasını önlemek için
Yunanlıların İzmir’e çıkması kararlaştırılmıştı.
Fakir, iç sorunlarını çözememiş, dış borç
batağındaki Yunanistan bu iş için biçilmiş
kaftandı. İtilaf devletlerinin askerleri ve
halkı artık savaşmak istemiyordu ama,
Yunanistan’ın savaşmayı çıkış olarak gören işsiz
gençleri vardı. Yunan harekatının finansmanını,
Yunanistan’ın yenilgisi ile batacak olan bir
İngiliz bankası yapacaktı. İngiliz başbakanı
Lloyd George,
Venizelos’u arayarak İzmir’e çıkmalarını öngören
kararı ona bildirmiş ve İngiliz Genelkurmay
Başkanı ile temasa geçmesini istemişti.
Venizelos, Pontos için de adım atma zamanı
geldiğini düşünerek Hırisantos’u müttefiklere
takdim etmeye karar vermiş,[138]
Atina’ya da
Albay Kateniotis’in
Pontos işleri ile görevlendirilmesini
bildirmişti.
Daha
önce Girit[139]
isyanında yetişmiş olan Katenionis’i
faaliyetlerinden
birkaç önek sunarak tanımaya
çalışalım.Patrikhanenin güvenliğini sağlamak
için Yunanistan’dan bir jandarma birliği
getirtti. Bu birlik mensupları aslında subaydı
ve taşradaki Rum çetelerini yönetmek için
taşraya dağıldılar. Türk ve Bulgar ordularında
görev yapmış Rum subaylardan bir cemiyet kurup
bu cemiyeti istihbarat faaliyetleri için
kullandı. Katenionis’in organize ettiği
kuruluşlar arasında, 1919 yılında İngiliz
İstihbaratı ve Venizelos’un adamlarının birlikte
kurdukları, patrik vekili
Doroteos’un
başkanlığını yaptığı, Mavri Mira Cemiyeti de
vardır. Daha çok çete faaliyetleri ve
gösterileri organize eden bu örgüt,
Venizelos’tan direk talimat almaktaydı.
Pontos güçlerini örgütleme görevi alan
Katenionis, Yunan Kızılhaçına ait bir gemi ile
Samsun’dan Batum’a kadar uzanır. Samsun’dan
Germanos’un da bindiği gemi ile Batum’a gelen
Katetionis, Batumlu Rumların daha ılımlı olan
Hırisantos’un etkisinde olduğunu görür.
Pontos Rumları
Komitesi ile görüşmek üzere İstanbul’a hareket
eder. Paris’e gönderdiği raporda, Pontos
Rumlarının dağınıklılığını ve iki ana eğilime
sahip olduklarını. Samsun bölgesinde Germanos’un
örgütlediği Rumların tersine, Trabzon ve Batum
bölgesinde Hırisantos’un liderliğinde hareket
eden Rumların daha ılımlı
olduğunu.
Hırisantos’un tüm Pontosluları temsil etmediğini
ve her iki grubun tedirginliğini dile getirdiği
raporunda Müslümanlara göre nüfus azlığı vb.
gibi konularda tespitlerini Venizelos’a
bildirir. Bu raporla, abartıcı rakamlarla Paris
Konferansını etkilemeye çalışan Hırisantos ve
Costantinidies’in
maskesi düşmüş,
palavracı durumuna düşmek istemeyen Venizelos[140],
onlara karşı mesafeli davranmaya başlamıştı.[141]
Nitekim Paris Barış Konferansı Pontos sorununu
görüşmeyi
gereksiz buldu.
Atina’ya dönen Kateniotis, gönüllülerden bir
Pontos birliği kurmak için çalışmaya başladı. Bu
sırada Paris’te bulunan Yunan delegasyonu,
Hırisantos’un da aralarında bulunduğu Patrikhane
delegasyonuna İstanbul’a dönmesi için baskı
uygulamaktaydı. Kateniotis’ten de İstanbul’a
gitmesi istendi. Hırisantos’un İstanbul’a
dönmeyi reddetmesi üzerine Venizelos,
Kateniotis’i Paris’e çağırdı. Paris’te
Venizelos,
Hırisantos ve
Kateniotis arasında
bir dizi gizli toplantı yapıldı ve Pontos
gönüllülerinden oluşacak güçlerin Atina ve
Selanikte örgütlenmesi kararlaştırıldı.
Paris’ten birlikte ayrılan Hırisantos ve
Kateniotis Atina’da Yunan dışişleri bakanını
ziyaret edip İstanbul’a geçtiler. Burada Yunan
Yüksek
Komiseri
Kanellopulos ve Geremanos’la birlikte çalışmalar
yaptılar.
Daha
sonra Trabzon’a dönen Hırisantos, buradan da
Batum, Tiflis ve Erivan’a geçmişti.
Kateniotis’te
bı sırada Batum ve
Tiflis’te, Pontus Rumlarından askeri birlikler
kurmak üzere çalışmalar yapıyordu. 16 Ocak
1920’de
Tiflis’te Albay
Anonias,
Ermenistan’ı temsil
eden General Termenasian arasında Bolşeviklerin
Kafkasya’da yayılmasını önlemek üzere işbirliği
görüşmeleri yaptı.[142]
Gerçek amaç İngiliz
politikaları doğrultusunda Sovyetlerle,
Kemalistler arasında bir tampon oluşturmaktı.
1919’dan itibaren bölgeye silah, para ve gıda
yardımı yapan Amerikalıların ve İngilizlerin
amacı, görüşmeleri süren Sevr’in uygulamasına
hazırlık idi.
Kateniotis’le
Tiflis’te buluşan Hırisantos arasında görüş
ayrılıkları vardı. Kateniotis, Venizelos gibi
Trabzon’un
Ermenistan’a verilmesi ve Rum-Ermeni
konfederasyonu kurulması taraftarı idi. Fakat
Rumlar buna şiddetle karşı çıkıyordu. Bu durum
Batum’daki Rumlara yansıdı ve onlar da ikiye
bölündü. İstanbul’a dönen Kateniotis
daha sonra Paris ve
Londra’ya gitti ve Londra’da Venizelos’la
görüştü ve Rize bölgesini isteyen Gürcü
delegasyonu ile temasa geçti.
Ermeni - Rum
ittifakından çekinen Gürcülere güvenceler
vererek ittifak arayışına girdi. Çünkü bölgede
Ermeni-Azeri / Türk çatışmasından başka yer yer
Gürcü - Ermeni çatışmaları da söz konusu idi.
27
Şubat 1920’deki Barış Konferansının Trabzon’u
ileride kurulacak olan Ermeni devletinin
sınırları dışında bırakması üzerine, Pontos
adına hareket eden Kateniotis, İngiltere’ye
Yunan mandası altında ve Yunan ordusu tarafından
korunacak ve yalnızca Trabzon ve Giresun
bölgelerini içeren küçük bir Pontos devletinin
kurulmasını teklif etmiş[143]
ancak olumlu cevap alamamıştı.
Kateniotis’in faaliyetleri bu seviyede cereyan
ederken birçok Yunan subayı da O’nun
stratejisini uygulamak için faaliyet
gösteriyordu. Bunlardan Alexandros Zimragaki
adlı Yunan albayı, Pontos’u örgütlemek üzere
yanında kalabalık bir subay grubu ile Eifel
isimli torpidoya binip bölgeye gelmişti.[144]
Atina’da kurulan Pontus birliklerinin Doğu
Karadeniz Bölgesi’ne nakledilmesi için
İngiltere’ye müracaat edilmiş, fakat buna
müsaade edilmemişti. Batı Anadolu’da Türk
ordusuna karşı savaşan Pontos birliklerinde
görevli[145]
Karaiskos adlı bir subay
Mart 1920’de
Samsun’a gelerek çeteleri düzenli orduya
çevirmeye çalıştı. Samsun yakınlarında
Karaismail köyünü kendisine karargah olarak
seçen Karaisakos bütün çete reisleri,
metropolitler, muhtarlarla toplantılar yapıp,
hepsini askeri bir disipline bağladı.
İngiliz ve Yunan donanmaları, Türk - Sovyet
yardımlaşmasının yolunu kesmek için. Türk
sahillerini ablukaya almıştı. Karaya
çıkartılabilen silahların Ankara’ya ulaşmasını
engellemek için de Samsun bölgesindeki Rum
çetelerine güveniliyordu. Ablukayı yapan gemiler
aynı zamanda Rum çetecileri organize etmek ve
donatmak için kıyılara
silah ve sivil
giyimli subaylar çıkartıyordu. Yunan Kızılhaç
gemileri de Yunan donanması gibi ilaç sandıkları
içinde silah ve cephane boşaltıyor, göçmen
görüntüsü altında Rum ve Ermeni çetecilerini
sahillere bırakıyorlardı. Bu faaliyetler o kadar
yoğundu ki Samsun’a bir Yunan çıkartması
beklenir olmuştu. Yunanlıların bu faaliyetleri
1921 yılında daha da arttı.
Karadeniz, İstanbul’dan, Sovyetler’den ve
Almanya’dan getirilen malzemelerin Anadolu’ya
ulaştırılması için çok önemli idi. Türk nakliye
araçlarını yakalayamayan Yunanlılar, çareyi
limanları bombalamakta bulmuştu. Kılkış, Averof,
Lini
zırhlıları, Elli
Kruvazörü, 4’ü Panter sınıfı olmak üzere 6
muhrip, destroyerler ve torpido gemileri gibi
Yunan savaş gemileri İnebolu, Trabzon, Samsun,
Sinop gibi limanları ablukaya aldı ve bombaladı.
Bu yetmeyince Terme, Araklı[146]
gibi iskeleleri bombalamaya başladılar.
Karadeniz’de rastladıkları gemi ve kayıkları
batırıyor, mürettebatını esir alıyorlardı.[147]
Karadeniz’deki Yunan ablukası 1922 Ağustos ayına
kadar devam etmiş,
30 Ağustos’taki
büyük zaferden sonra bitmişti. 3 yıl boyunca
Karadeniz’de faaliyet gösteren Yunan donanması,
İzmir’de denize dökülen ordularının
kalıntılarını toplamakla meşgul olduğundan
Pontos göçmenlerini tahliye etmek için bile
Karadeniz’e gelemiyordu.
BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI
SONRASI “BÜYÜK OYUN”
Pontos meselesini açıklamaya çalışanların
dikkatinden kaçan bir husus da, Bolşevik
ihtilalinden sonra, İtilaf devletlerinin
Karadeniz politikası idi. 23 Aralık 1917’de
İngiliz ve
Fransızlar kendi aralarında gizli bir anlaşma
yaparak savaştan çekilen Rusya’yı
paylaşmışlardı. Bu
paylaşımda Fransızlara Ukrayna ve Kırım,
İngilizlere ise Kafkasya düşmüştü. Kukla
hükümetler vasıtasıyla buralara yerleşilecek, bu
bölgedeki Türk ilerlemesini durduracak bir kuşak
oluşturulacaktı. İngilizler bu kuşağı kuzeyden
güneye doğru Karadeniz Rumları, Gürcüler,
Ermeniler ve Urumiye Nasturilerinden oluşturmayı
amaçlıyordu.[148]
Bu kuşakta yer alan Karadeniz Rumları üzerinde
İngiliz hesabını bilmeden Pontos Meselesi’ni
açıklamaya çalışmak
imkansızdır.
Bu
çerçevede 1917 yılı Ekim ayı ortasında Atina’da
“Karadeniz kıyı şehirlerinde yaşayan Rumların”
temsilcilerinin katıldıkları ve Atina’daki Rus
elçisi Demidov’a göre “ tüm dünyada düşüncelerin
bu doğrultuda gelişmesinin ve Rus Sovyetlerinin
desteğinin yarattığı olumlu havadan yararlanarak
Karadeniz kıyısında yaşayan bütün Rumları
bağımsız bir devlet içerisinde birleştirme
“amacını güden” bir konferans topladı.[149]
Bu
Giresun Belediyesi
eski başkanı Kaptan Yorgi’nin Marsilya’da
ticaret yapan oğlu Costantin Costantinidis’in
Marsilya’da topladığı “ Hariçteki Pontoslular”
kongresinde
deklare edilen “bir
Pontos Cumhuriyeti kurma isteğinden önce
dile getirilmiş,
Pontos için ilk bağımsız devlet kurma isteği[150]
ve Pontos meselesinin son sahnesinin
başlangıcıdır.
Rus
işgali öncesinde bölgedeki Türk aileler muhacir
çıkmış ve büyük bir çoğunluğu yollarda, Rus
donanmasının bombardımanı, açlık ve salgın
hastalıklar nedeni ile ölmüştü. Birinci Dünya
Savaşı, Rus esaretini kabul etmeyen Doğu
Karadeniz Türklüğü’nün büyük bir felakete
uğramasına neden olmuştu. Rus işgalini bekleyen
Giresun ve batısındaki topraklarda yaşayan
Rumlar ise çetecilik yaparak Ruslara yardımcı
oluyorlardı. Fakat Bolşevik ihtilali tarihin
seyrini değiştirmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda
Tirebolu’nun doğusundaki Harşit Çayı’na kadar
ilerleyen Rus kuvvetleri geri çekilmeye
başladığı zaman, Ruslardan kaçarak muhacir
çıkanlar nedeniyle sayıları oldukça azalmış olan
Türklere eziyet eden, mallarını ellerinden alan
Rumları bir telaş almıştı. Türkler geri gelince
yapılanları öğrenip
hesabını sorabilirlerdi.
Türklere kötülük edenler, ailelerini alarak
Ruslardan önce Batum tarafına göçtüler. Birçoğu
ortalık sakinleşince dönebileceklerini
düşünüyordu. Türklere zararı dokunmayan Rumlar
ise, tıpkı Sürmene’nin Rus askeri idarecisi
Naçarnik gibi
[151]
Türklerin kendilerine dokunmayacaklarını
biliyorlardı ve yerlerinde kaldılar. Fakat hesap
edemedikleri bir gerçek vardı. O da emperyalist
devletlerin oyunları bitmemişti ve bu oyunlarda
onlara yeni roller biçilmişti. Bunun anlamı
diğer mazlum milletler gibi çekecekleri çileler
vardı.
İngiliz güdümündeki Yunanistan’a
sadece Balkanlar’da
görev verilmemişti. Emperyalizm Yunanistan’a bu
defa
Karadeniz’de görev
vermişti. Mondros mütarekesinden sonra,
Osmanlılar işgal ettikleri Kafkasya’yı boşaltmış
eski hududa çekilmişti. Boğazlardan geçme imkanı
elde eden emperyalist güçler, Çar taraftarı
generallere önemli ölçüde yardım etmişlerdi.
İngiltere ve Fransa zırhlı trenler, tanklar ve
uçaklarla donattıkları
Denikin,
Amiral Kolçak ve
Wrangel’i kontrollerine almıştı. Karadeniz’in
kuzeydoğusunda Kuban bölgesinde Beyaz Ordu’ya
komuta eden Amiral Kolçak’a ve Kafkasya’daki
Beyaz Ordu’ya kumanda eden General Denikin’e
yardım ederek bir yandan Sovyet Rusya’yı en
zayıf yerinden vururken, diğer yandan Türk-
Sovyet işbirliğini engelleyebileceklerini
düşünüyorlardı.
İngilizler Kuzey Karadeniz’de, Kuban bölgesinde,
Çar taraftarı Rus
ordularına silah, cephane ve para yardımı
yapıyor, Fransa ise Odesa’ya asker çıkartarak
Ukrayna milliyetçi hükümetini desteklemeye
çalışıyordu.[152]
İttifak devletleri mütarekeden sonra ordularını
terhis ettikleri için ve ABD
asker göndermeyi
kabul etmediğinden ellerinde yeterli asker
yoktu. Bu nedenle Yunanistan’dan asker istendi.
Yunanistan
Kafkasya’ya doğru
yürüyen Kızıl Ordu’ya karşı savaşmak için
askeri birliklerini
İtilaf devletlerinin emrine verdi. Venizelos
bunu yaparak batı devletlerine daha çok
yaranacağını düşünüyordu.[153]
Kafkas
ve Kırım bölgesine
yerleşmiş Rumların, Çar yanlısı Beyaz Ordu’yu
desteklemesi ve gönüllü olarak Beyaz Ordu’ya
katılması
için
organizasyonlar yaptı. Onlara Yunan pasaportu
dağıtarak vaadlerde bulundu. Karadeniz’in güney
sahillerindeki Rum topluluğu üzerinde oynanan
oyunlar bu defa da Kırım ve Kafkas sahillerinde
sergileniyordu.
Fransa’nın komutasında 20 Ocak 1919’da Odesa’ya
çıkartma yapan
Polonya müfrezesi
ve General Nieder komutasında
üç Yunan tümeni ve
Rum çeteleri Kızıl
Ordu karşısında tutunamayıp denize dökülünce,
Bolşevikler
işbirlikçilere
acımadılar. Beyaz Ordu ve destekçileri gemilerle
İstanbul’a taşındı.[154]
Bir kısmı Avrupa ve Amerika’ya dağıtıldı, bir
kısmı ise Lenin’in Beyaz Ruslara af
çıkarmasından sonra Rusya’ya döndüler. Fransa
artık bu konuda fedakarlıkta bulunmayacağını
açıkladı.[155]
İngilizlerin
desteklediği Denikin’i
yenen[156]
Bolşevikler, emperyalizmin uşaklığını yapanlara
bunun bedelini ağır bir şekilde ödettiler.
Karadeniz’in kuzeyindeki ve Kafkasya’daki Rum
toplumu işbirlikçi damgasını yedi ve daha
sonraki gelişmelerde göreceğimiz gibi, Stalin’in
potansiyel
işbirlikçi halkları sürgüne gönderme
uygulamaları ile perişan oldu.[157]
İtilaf devletleri bu başarısız projeden sonra
ağırlıklarını Kafkaslar ve Anadolu sahillerine
verdi. Fransa ile İngiltere arasında daha büyük
pastayı kapmak için gizli bir rekabet oluşurken,[158]
artık yakındoğuda
askeri denge Yunan ordusuna dayanarak
sağlanabilecekti. Yunanistan İzmir’e çıkma
vizesi aldı. Batı Anadolu’da ilerlemesi
durdurulunca
Karadeniz
sahillerindeki hareketlerini ve şiddetini
artırarak cephe gerisindeki bozgunculuktan medet
umdu.
Bolşeviklerden kaçan işbirlikçi Rumların
acilen Trabzon –
Samsun - Sinop bölgelerine muhaceretini sağlamak
isteyen İngilizlerin bu konudaki faaliyetleri,
Pontos
meselesini
inceleyen Türk tarihçileri tarafından bu
bağlantıya işaret edilmeden “Pontos
sahillerine Rum muhacirleri yerleştirilmek
isteniyordu”.” Muhacirleri taşıyan gemiler
Giresun’a kabul edilmedi”
gibi ifadelerle
geçiştirilir. Oysa olayın arkasında büyük bir
plan vardır. İngiliz ve Yunan gemileri, bir
yandan Bolşeviklerden kaçan Rumları Anadolu
sahillerine yerleştirmek istiyor, diğer yandan
Rum, Ermeni ve bazı Türkler ile İngiliz ve
Fransız casuslarını İstanbul’dan Batum’a
götürerek, onları Bolşeviklerden kaçıyormuş gibi
Anadolu’ya sokmaya çalışıyorlardı.[159]
Biten
savaşı, Kafkasya’da Bolşeviklere karşı sürdürüp
“Bitmeyen Savaş” a çeviren ve yüzüne gözüne
bulaştıran İngilizler, savaşın bitmesine
rağmen başta
Azeriler ve
Rumlar olmak üzere
bölgede on binlerce insanın kanına girmiş,
muhacir durumuna düşürdüğü yaklaşık 200.000
Rum’u bölgenin eski halkı olduğu iddiası ile
Canik sahillerine yerleştirmek istemiş, bu
konuda
adeta
sansür
uygulayıp, bilgi
kirlenmesini sağlamıştır. Başta bölgedeki yerli
Rumların kabul etmediği bu insanların
mahvolmasının sorumluluğu, günümüzde
“Pontus Soykırımı”
iddiaları[160]
ile Türkiye Cumhuriyetine kesilmeye
çalışılmaktadır.
SONUÇ
Konu
tarihsel bütünlük içinde ele alındığında,
arkasında yatan gerçek
görülür. Geçmişte
ya da gelecekte hangi duygulara hitap edilirse
edilsin, hangi masum gerekçeler ileri sürülürse
sürülsün, bu tür faaliyetlerin emperyal güçler
tarafından organize edilip, yerel halklara bazen
bir fikir akımı, bazen dindarlık kılıfında
empoze edildiği, bu oyunu anlayıp tavır
geliştirebilecek gücü olmayan yerel halkların
bölücü ve yıkıcı amaçları olan bu tür
faaliyetlerin kurbanı olarak çok acı çektiği,
hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır.
Bağımsız bir Pontos Devleti kurulması hayali ile
Avrupa’ya giden Trabzon Metropoliti
Hrisantos’un, başta Yunan Başbakanı Venizelos ve
O’nun efendisi İngiltere’nin, baskıları ile
Trabzon bölgesinin Ermenistan’a liman olarak
verilmesini kabul etmesi, bu amaçla çalışmaya
mecbur bırakılması, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde,
Pontos Devleti hayali ile kışkırtılan Rumların
yaşadığı
trajedinin en
çarpıcı sahnelerinden biridir.
Doğu
Karadeniz’de, Samsun
ve çevresinde
yaşayan Rum çeteciler için Rus orduları
karşısında geri çekilen Türk ordusunun ikmal
kollarını vurmak pek de kolay olmamıştır.
Geçmişi 1912’lere kadar inen Pontos çetecileri
için kolay olan, silahsız Türk köylerini
basmaktı. Bunun
Türklerin intikam
saldırıları için gerekçe oluşturacağını
düşünmemek mümkün değildi. Nitekim öyle de oldu.
Bu saldırılar bahane edilerek bölge üzerinde
hakimiyet savaşı veren büyük güçlere, bölgeyi
işgal etmeleri için davetiyeler gönderildi.
Burada dikkat edilmesi gereken husus gerek
kışkırtıcı saldırıları, gerekse işgal
davetini yapanların
halk değil, eğitilmiş ve örgütlenmiş kadroların
olduğudur.[161]
Gerek Batı Anadolu’daki Rumlar arasında,[162]
gerekse Karadeniz Bölgesindeki Rumlar arasında
Osmanlı Teb’ası olarak kalmak isteyen, hatta
Mustafa Kemal’in Anadolu hareketini
destekleyenler ve söyleyenler vardı.[163]
Birinci Dünya Savaşı içinde, Samsun bölgesinde,
kilise ve işbirlikçilerin yardımı ile organize
edilen çeteler ve dışarıdan bölgeye sızdırılan
subaylarla Rus ordusunu desteklemek için yapılan
organizasyonu, bu defa daha geniş bir şekilde
batılı güçler organize ettiler. Genel olarak
Pontos Meselesi diye adlandırılan senaryoyu,
Savaşı kazanan itilaf devletlerinin paravan gücü
olarak, İzmir’e çıkıp, Sevr’i dayatmak için
Polatlı’ya kadar ilerleyen Yunan ordusuna destek
vermek, Batı cephesinde savaşan Türk ordusunun
ikmal yollarını kesmek için kullandılar ama her
ikisinde de muvaffak olamadılar. Birincisi
Bolşevik İhtilali ile çöktü. İkincisini
Mustafa Kemal
çökertti. Mustafa Kemal’in orduları Yunan
ordusunu İzmir’den denize döktükten sonra 11
Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalandı.
Yunanistan ve Patrikhane megali idea fikrinden
vazgeçtiklerini resmen açıkladılar.
Yunanistan’da yenilginin faturası Birinci Dünya
Savaşı’na girmemek için direnmiş olan ve
Yunanistan’ı savaşa
sokan Venizelos’tan sonra kısa bir süre
Kral olan
Kostantin’e çıkarıldı. Sıkıştırılan kral
tahtından feragat etmek zorunda kaldı.Yapılan
seçimleri Liberal Parti kazanınca Venizelos,
Paris’ten gelerek başbakan oldu. Yunanistan’ı
savaşa sokan, Batı Anadolu’yu baştan başa kana
bulayan Yunan Ordusu’nu Anadolu’ya yollayan ve
bu orduya moral vermek için işgal altındaki
İzmir’e gelen[164]
Venizelos
bu defa “Barışcı
Venizelos” olarak tekrar sahneye çıktı. Bazı
devlet adamlarının arkasında, daima bu tür
rüzgarları estiren bir güç vardır. Aslında oyun
devam ediyordu.
Türk
ordularının kesin zaferinden sonra,
İngiltere’nin planlarına uygun olarak yapılan
bir mübadele anlaşması ile
Yunanistan’a göçen
Rumlara burada açlık ve sefalet sunuldu. Birinci
Dünya Savaşı öncesinde,
Yunanistan’da
yaşayan bir Yunanlı’dan çok daha yüksek bir
hayat standardına sahip Doğu Karadeniz Bölgesi
Rumlarını, “Osmanlı
idaresi altında, yaşayan bir ölüden farksızsınız”
diyerek kışkırtanlar, onlara sundukları
bu dramın
faturasını şimdi Türklere çıkartmak
istemektedir.
Doğu
Karadeniz Bölgesinde yaşayan Hıristiyan –
Ortodoks toplumu için başlangıçta iyi
görünen
gelişmeler,
emperyalist güçlerin kamplaşıp, birbiri ile
kapıştığı Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında,
felaket yağmuruna dönüşmüştür. Karadeniz’in Rus
işgali altında kalan kısmındaki Müslüman
ahalinin, savaş, muhacirlik, hastalık ve açlık
nedeniyle 2/3’ü ölürken, bölgede yaşayan
Rumlar, varlık ve
rahatlarından pek bir şey kaybetmemişlerdi.
Fakat Rusya’nın Bolşevik ihtilaliyle çökmesinden
ve bölgeden çekilmesinden sonra durumlar
değişmeye başladı. Çünkü yeni dengelerin
kurulması gerekiyordu.
İngiltere için Hindistan’ın emniyeti kadar iki
acil sorunu vardı. Kafkasya ve Ortadoğu
petrolleri.O gün bunun ne anlama geldiğini çok
az kişi biliyordu. Ama olayları şekillendiren
gerçek bu idi.
İngiltere bunun
için Osmanlıyı, mütareke anlaşması ile Dağıstan
ve Azarbeycan’dan geri çekti. Bolşevik Rusya
ile Anadolu
Hükümetinin arasında bir tampon oluşturmaya
çalıştı. Bu tamponun oluşabilmesi için kendi
gücünün yetmeyeceğini bildiği için Amerika’yı
bölgeye sokmaya çalıştı. Anadolu’nun doğusu
Ermenistan adı altında Amerika’ya verilecekti.
Bölgedeki Rumlar, itilaf devletlerinin kendi
aralarında aldıkları kararlar doğrultusunda
çalışmaya sevk edildiler.
Amerika bölgeye asker göndermeyip maddi yardımla
yetinince Yunanistan devreye sokuldu.
AslındaYunanistan’ın
devreye girmesi
İtalyanlara masadan az pasta vermek içindi.
Sonra Sevr’i Türklere dayatmak için Yunaistan’a
ileri harekat emri verildi. Doğu Karadeniz
Rumları Anadolu’nun
içlerine yürüyen
Yunan ordusuna destek vermek, Türk ordusunun
ikmal yollarını kesmek için cephe gerisinde
bozgunculuk yaptılar. Bunun ideolojik temeli
daha önce hazırlanmıştı. Yaptıklarının
emperyalist güçler tarafından takdir edilip
kendilerine bağımsız bir Pontos Devleti hediye
edilmesi bir hayaldi. Yunanistan’a bağlanmak
çabaları ise çaresiz bir çırpınıştı. Masadan bir
iki kemikle kalkan İtalya’dan sonra kazık yeme
sırası
Fransa’ya gelmişti.
Çünkü Ortadoğu petrolleri daha çok İngiltereye
layikti(!).
Güney-doğu Anadolu’dan Musul’a çekilen İngiltere
boşalttığı bölgeyi Fransızlara
verdi. Fransızlar
bu bölgede tutunamak için Ermenilere sarıldı ama
bu yeterli olmadı.Faturayı Ermeniler ödedi.
İtalya ve Fransa yedikleri kazığın farkında
olarak Mustafa Kemal’in Anadolu’daki
mücadelesine destek verdiler. Bunu gören
İngiltere, Yunanistan’ın başarılı olamayacağını
da anlayınca Türk ve Yunanlılar arasında
tarafsızlığını ilan etti[165].
Fransa’dan intikamını Lozan’da, Musul’daki
haklarımızdan İngiltere lehine vaz geçersek bize
Fransızların elindeki Suriye’yi vaad ederek
almaya çalıştı. Türk tarafı bu oyuna gelmeyince
Musul ve Kerkük’ü oldu bittilerle elinde tuttu.
Türk hükümetinin buralardaki haklarını
alabilecek duruma gelmemesi için doğudaki
isyanları başlattı.
Emperyalizm, işbirlikçileri
vasıtası ile hedef seçilen bölgenin halklarını
kullanır. Bedeli halklara ödetir. Pontos
örneğinde olduğu gibi kullanılmak için can
atanları oyuncak yapar.
Araştırmacı Gotthard Jaeschke. “Kurtuluş Savaşı
ile İlgili İngiliz Belgeleri” adlı eserinde
Pontos meselesine ayırdığı bölümü şu ifade ile
bitirir. “ Kader
rüzgarı gerçekten bütün ağırlığı ile Pontos
Rumları üzerine esti ( 1921 – 22 ). Ancak bu
akıbeti bizzat kendileri
hazırlamışlardı; zira
onlar da pekâlâ Türk Ortodoks Kilisesi’ne
sığınarak patrikhanenin intihar politikasından
kaçınmış olan Karamanlılar gibi akıllıca hareket
edebilirlerdi.”[166]
Yerassimos’un ”İngitere’nin
Orta-Doğu politikasını bedelini, gerek
Yunanistan gerekse Küçük Asya’da yaşayan Rumlar
çok pahalı ödediler”
tespiti[167]
ise bizim bir harf ilave edemeyeceğimiz kadar
gerçekle örtüşüyordu
Mesele
dün olduğu gibi bugün de çok boyutludur ve her
dönem meselenin arkasında bölge üzerinde
emelleri olan emperyalist bir güç ya da güçler
ittifakı
olmuştur.
Bu güçler bazen
ortak bir menfaat etrafında birleşir, bazen de
kendi menfaatleri için çekişirler. Kazanmak için
yeni taktikler geliştirir, yeni kadrolar
oluştururlar. Pontos Meselesinde olduğu gibi
emperyalist güçler, araya fakir ve muhtaç
durumda olan bir devleti paravan olarak koyarak
kendilerini gizler. Hedefe ulaşmak için, ileride
yeni hamleler yapabilme imkanı elde ederler.[168]
Paravan devletin gücü, parası ve silahı, her
zaman emperyalist gücün parası ve silahı
olmuştur. Geçmişte gördüğümüz gibi, hedef
seçilen bölgede mevcut ve folklorik zenginlik
olan kültürel unsurlar, ayrışma ve kavga nedeni
olarak takdim edilir. Her durumda kaybeden,
hedef seçilen bölgenin halkı olur. Emperyalist
güçler bir şekilde kendi çıkarlarının devamını
sağlarken,
hedef ülke ile
paravan ülke arasında düşmanlık baki kalır.
[1]Doğu
Karadeniz Bölgesi’nde Pontos
çeteciliğinin kökleri, Balkan
Savaşı’nda
askere alınması gereken Rum gençlerinin,
askerden kaçarak köylerin etrafında
asker kaçağı - çeteler olarak dolaşmaya
başlamasına kadar iner. Daha önce
bölgede bu tür
anarşiye
izin verilmemiş ve münferid olaylar
rutin uygulamalarla kontrol altına
alınmıştır. Fakat Balkan Savaşı’ndan
sonra İmparatorluk çatırdamaya başladığı
için, son yıllarda ortaya çıkmış zengin
Rumlar,
güç
göstergesi ve güvenlik için bu çeteleri
el altından beslemeye başlamıştır.
Siyasi bir proje olan Pontos meselesinin
yerine, bunun bir uzantısı olan Pontos
çeteciliğini koymak, projeyi bütün
olarak görmek açısından yanlıştır.
[2]
Bu gerçeğe ilk defa biz işaret
etmiyoruz. Aslında bu meseleye objektif
bakabilen
her bilim adamının
fark ettiği
bir gerçektir. Artık tartışma Yunan
olmadığı kesin olan
halkı
orijini konusundadır. Bu konuda bir
tespit ve görüş örneği olarak Stefan
Yerasimos’u
gösterebiliriz.“
O
dönemde
Ortodoksların Yunanlı olduklarını
söylemek güçtü. Çünkü bunların esas
olarak 4. yüzyıldan itibaren Gürcülerin
Hıristiyanlaştırılan iki ana grubu olan
Tzanlar (Canik bölgesinde) ile Lazların
( Lazistan bölgesinde) soylarından
geldikleri, genellikle Rumca konuşmakla
birlikte yerel bir diyalekt
kullandıkları ve kendilerine özgü pek
çok adetleri olduğu bilinmektedir.”
Bu ifade için bkz.
Stefanos Yerasimos.
Milliyetler
ve Sınırlar Balkanlar, Kafkasya ve Orta
– Doğu. 2.bs. Çev. Şirin Tekeli.
İletişim Yayınları
İstanbul
1995. s.352
.
[3]
Mübadele, içindeki Ortodoks olmayan veya
başka etnik
şuura sahip unsurlardan arınıp, saf
Ortodoks
nüfus kazanmak isteyen Yunanistan’ın en
önemli politikalarından biridir.
Yunanistan bu dönemde sadece Türkiye ile
mübadele yapmamış, başta Bulgaristan
olmak üzere diğer komşuları ile de
mübadele anlaşmaları yapmıştır.
Günümüzde mübadelede çekilen acıları
konu alan ve Yunanistan’dan ithal
edebiyat ürünleri kampanya şeklinde Türk
okuyucusuna sunulmaya başladı. İnsani
duygulara hitap eden, Türkleri suçlayıcı
ifadelerle dolu
ve Türk
okuyucusunu suçluluk pisikolojisine iten
bu probaganda malzemeleri aslında
insanlığa çok şeye malolmuş kirli
politikaların sonuçlarını Türkiye’ye
fatura etme çalışmalarından başka bir
şey değildir.
[4]
20 Kasım 1922 de başlayan Lozan
Konferansı görüşmelerinde, “Sınırlar ve
Askerlik
Komisyonu”nun 1 Aralık 1922 tarihindeki
‘savaş esirlerinin değişimi’ gündemli
toplantısında, oturumu açan Lord Curzon,
daha acil olarak nitelendirdiği, ‘Türk
ve Yunan topraklarındaki halkın
değiştirilmesi meselesini’ görüşmeyi,
gündemde olmamasına rağmen
komisyona
önerdi. Venizelos’un, meselenin
hızlandırılması için
bir Türk,
bir Yunan temsilci ve konferansça tayin
edilen bir başkandan oluşan dar
bir alt
komite tarafından ele alınması teklifi,
böyle bir gelişmeyi beklemeyen İnönü
tarafından önce şaşkınlıkla karşılandı,
sonra kabul edildi. İtalyan temsilci
başkanlığında kurulan alt komite,
Yunanistan’daki Müslümanlarla,
Anadolu’daki çoğu Türk asıllı Ortodoks
Hıristiyanların mübadelesini,
İstanbul’daki Rumlarla, Batı Trakya’daki
Türklerin bu değişimin dışında
tutulmasını kararlaştırdı. Bu aslında
kurulduğu günden beri, topraklarına
nüfus
çekmek
isteyen, bu amaçla Osmanlı
topraklarında propaganda yaparak,
Rumları Yunanistan’a göç için teşvik
eden Yunan
devlet adamları açısından bulunmaz bir
fırsattı. Çünkü oluşturulan milli
duyguların etkisi ile, genç Yunanistan’a
göçenler, karşılaştıkları fakirlik,
sefalet ve iç çekişmelerin yarattığı
güvenliksiz ortamını görünce
geri
dönüyordu. Dışa yönelen bu göçe
Yunanistan’ın yerlileri de katılmış ve
Yunanistan elde ettiği toprakları elinde
tutabilecek nüfus için
sıkıntıya
düşmüştü. Arnavut, Makedon ve Bulgar
sorunu Yunanistan’ın varlığını devam
ettirebilmesi için en büyük tehditti.
Bunu en iyi kavrayan ve Yunanistan’ın
arkasındaki güç olan İngiltere idi. Bu
önemli fırsatı çok iyi değerlendirmiş ve
Yunanistan’a eşsiz bir fırsat sunmuştu.
Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenler
yaklaşık 390 bin kişi, Türkiyeden
Yunanistan’a gönderilenler yaklaşık
1.200.000 kişi idi. Bunların 60 bini
batı Trakya’ya 640 bini
Makedonya’ya yerleştirildi. Bu
toprakların şenlendirilmesine ve
kuzeyden gelen tehdide karşı sınırların
güçlendirilmelerine katkıda bulundular.
Bkz.Yerasimos. s. 36.
Fakat bu
mübadele ile göçenler de daha öncekiler
gibi sefil ve perişan oldular. Uzun
yıllar derme çatma barakalarda yaşamak
zorunda kaldılar. Onlara
farklılıklarından dolayı daima şüpheyle
bakıldı. İzlenen, aşırı milliyetçi ve
Türk düşmanı politika, onların öfke ve
kızgınlıklarını Türklere yönlendirdiği
gibi, sorunların da üzerini örtmek için
arac oldu.
[5]
Çoğu zaman onları ‘Türk piçi’ olarak
görüyorlar.
[6]
1923 yılında imzalanan bir mübadele
anlaşması
ile
Yunanistan’daki Müslümanlar ile
Anadolu’daki Ortodoks-Hıristiyanlar yer
değiştirmişlerdi. Anadolu’dan
Yunanistan’a gidenler Yunanlı değildi.
Bu
konuda bkz. Dr. Georgios Nakracas.
Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni 1922
Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu
Felaketi. Çev. İbram Onsunoğlu. Belge
Yayınları. İstanbul
2003.
Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilen
Ortodoks - Hıristiyanların büyük bir
çoğunluğu Karamanlı olarak adlandırılan
Ortodoks Türklerdi. Anadolu’nun sahil
kesimlerinde oturan ve Rumca konuşup
Rumca ibadet edenlerden farklı olarak
Orta Anadolu’da yaşayan,Türkçe konuşan
ve Türkçe ibadet eden ve aile isimleri
Türkçe olan Karamanlılar, diğer Rum
toplulukları tarafından da “Karamanlı
Rum” olarak adlandırılır ve farklı
olarak algılanırlardı.
Bkz. Cami Baykurt. Osmanlı Ülkesinde
Hıristiyan Türkler. Karma Kitaplar.
İstanbul 2007.
Bu konuda ayr.
bkz. Yonca
Anzerlioğlu. Karamanlı Ortodoks Türkler.
Phoenix Yayınevi. Ankara 2003.
Tarihe Pontos İsyanı olarak geçen
olaylarda
Türk
kuvvetlerine karşı en ciddi direnişi
gösteren, Samsun yöresi Rumları da
(Bafralılar) aslında Kuman asıllı
Hıristiyan Türklerdi. Türkçe’den başka
dil bilmezlerdi. Bu dönemde çeteciler,
karargah olan Samsun Metropolithanesi’ne
yazdıkları mektupları bile Yunan
alfabesi ile
Türkçe
olarak
yazmıştır.(
bu mektuplar için bkz.
Pontos Meselesi . Yay. Haz. Dr.Yılmaz
Kurt. TBMM
Kültür,
Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları Ankara
1995
s 68-70.
Mübadele ile Yunanistan’a
göçtükten
sonraki iki nesil Türkçeyi terk
etmedikleri gibi, Yunanca öğrenmemek
için direnmiştir. Günümüzde “Bafralılar”
olarak adlandırılan bu grup, aşırı
milliyetçi görüşlere sahip Yunanlılar
tarafından, Yunanca konuşmayıp Türkçe
konuştukları için “Türk piçi” olarak
aşağılanmaya maruz kalmışlardır.
[7]
1827
yılında Trabzon Rum Krallığı’nın
tarihini yazan Jacob Philip Fallmerayer,
1840’lı yıllarda Osmanlı
İmparatorluğu’nda yaptığı gezilerde bir
çok gözlemini
“Doğu’dan
Fragmanlar” adlı eserinde anlatır.
Eserin bir bölümü Trabzon ve Giresun ,
bir bölümü de Selanik, Larissa, Teselya
gibi günümüzde Yunanistan’a ait olan
bölgelere ait izlenim ve
değerlendirmelerden oluşmaktadır.
Türkçe’ye çevrilip 2002 yılında
yayınlanan eser incelendiğinde,
Falmerayer’in
Yunanistan’daki bir çok yer isminin eski
Yunanca değil Slavca olduğunu, halkın
çoğunluğunun
Slavca,
Yunanca – Slavca ve Arnavutça
konuştuğunu kaydettiği görülür. Modern
Yunan devleti, bunların bir kısmını
asimile
edip, Yunanca konuşturmayı başarsa bile,
Arnavut ve Makedon sorunu hala
Yunanistan’ın en önemli sorunlarından
biridir. Fallmerayer, bu eserinde Antik
Yunan medeniyetini sahiplenerek modern
Yunan Ulusu’nun temeline oturtmaya
çalışanları oldukça öfkelendiren başka
bilgiler de vermektedir.
”Polepones
Savaşı
sırasında anayurtlarında ( Athos
Yarımadası) olduğu gibi
bu
Tzakonyalılar iki dil konuşan melez bir
halktır, normal Yunanca ile ana ağız,
yani Trakyaca (Halkidikçe, Kerstonca,
Bisaltça,
Hedonca) unsurlarıyla karışmış Pelasca -
Tyrence karışımı.”
sözleriyle,
günümüzde Yunanistan’ı oluşturan halkın
eskiden de
Pelasg-Thyrenler olduğunu
belirtmektedir. Bu görüşler için
bkz. Jakop Philip
Fallmerayer. Doğu’dan Fragmanlar. Çev.
Hüseyin Salihoğlu. İmge Kitapevi. Ankara
2002.
İtalyanlar ise Yunanlıların; Slavlar,
Venedikliler ve Türklerin karışımı
olduğu görüşündedir.
Fallmerayer’in
tarihi
gerçeklere uygun bu tespitleri
(Bugünkü
Yunanlılar Antik dünyanın torunları
değildir ve Helenizm Ortaçağ’da ‘Bizans
ve Ortodoks
Hıristiyanık eli ile’
yok
edilmiştir.*)
yukarıdan aşağı inşa dilen modern Yunan
milletini (Osmanlı
toprakları içinde yaşayan topluluklar
milliyetçilik akımından habersizdi.
Meselelere bakışları, Osmanlı’nın dizayn
ettiği gibi dinseldi. Milliyetçilik
akımları doğrudan doğruya yabancı
devletlerin kışkırtmaları ile
oluşmuştur.*),
Yunan medeniyetini oluşturanlarla aynı
kabul eden
( Bu anlayışa göre
Yunanlılar
3 bin yıldır tarih sahnesinde olan bir
ulustur. Bu günkü Yunanlılar atalarının
temel kültürel özelliklerini
taşımaktadırlar.*)
Yunan ulusalcılarını çok
öfkelendirmektedir.
Fakat
1840’larda, Yunanlıların antik
Yunanlılarla bir ilgisinin olmadığı
tezi, Yunanistan’ı ziyaret eden
Avrupalıların da tanıklığıyla kabul
edilmeye ve yaygınlaşmaya başlamıştı.
Nitekim bu dönemde,Yunan Ulusu
kavramında
bir rötuş yapıldı. Başlangıçta
Latince’nin resmi dil olduğu ve Hellen
medeniyetinden de izler taşıyan Doğu –
Roma’dan biraz farklı, Ortodoks
inancının resmi din ve Yunanca’nın resmi
dil kabul edildiği (Fransız tarihçiler
tarafından icat edilen) Bizans kavramı,
Yunan Ulusu’na yapı taşı olarak ilave
edilmiştir.
Osmanlı’nın
kurduğu din esaslı millet sistemi ve bu
sistemin ilk ürünü olan “Ortodoks / Rum
Milleti” için Fener Rum Patrikhanesine
verdiği güç ve yetkiler, Patrikhaneyi,
diğer Ortodoks gruplar üzerinde gerek
kültürel gerekse dini konularda kontrol
kurma imkanı sağlamıştı. Balkanlardaki
halklar, Fener Patrikhanesinin
uyguladığı Yunanlılaştırma
politikasından çok rahatsızdılar. Kendi
ulusal kiliselerini kurarak bu çemberin
dışına çıkmaya çalıştılar.
Balkanlardaki Ortodoks - Hıristiyanların
çoğunluğunun Slav olmasına rağmen, Yunan
liderler bunlar üzerinde hak iddia
etmeye devam etmiştir. Bunları kendi
deyişleri ile Slavofon Yunan, yani
Slavca konuşan Yunanlılar olarak görüp,
bunu kabul ettirmeye çalıştılar. Bize
göre
Modern
Yunanistan, farklı uygarlıkların ve
halkların ayrı etkilerinin toplamıdır.
Bu etkiler, Roma, Bizans ve Osmanlı
imparatorluklarından, Yakın Doğu’nun
tüccarlarından, Rusya, Fransa, Venedik
ve İtalya’dan, ülkede yaşayan
Slavlardan, Arnavutlardan, Türklerden,
İtalyan ve İngilizlerden gelmiştir. Bu
konuda bkz.
Bkz.Hugh Poulton. Balkanlar Çatışan
Azınlıklar, Çatışan Devletler Çev.Yavuz
Alagon . Sarmal Yayınevi İstanbul 1993
s. 210
Yunanistan
Devleti’nin kuruluşuna ve politik
uygulamalarına baktığımız zaman bu
gerçeği
daha net görme imkanını elde ederiz.
Örnek olarak Makedonya sorununu ele
alırsak; Yunan yetkililerin Makedonları,
Yunanlılardan ayrı bir halk olarak kabul
etmediklerini görürüz. Slav Makedonların
dil ve kültürel haklarını koruyan bir
çok anlaşmayı imzalamalarına rağmen, bu
halkı yok sayarak, 1915’den sonra
Slav-Makedonlara Yunan muamelesi yapmaya
başladılar.1926’da bir kararname ile
Slavca olan bütün kasaba, köy, ırmak ve
dağ isimlerini Yunanca’ya
çevirdiler.
Slav okullarını kapatıp, Slav
kiliselerindeki bütün ikonaları Grekçe
isimlerle yeniden boyadılar ve tüm
kayıtları yok ettiler. 1936-41 döneminde
ve 1953’de çok sayıda Makedon,
Yunanstan’ın güvenliği için tehlike
olarak görülüp sınır bölgelerinden
uzaklaştırıldılar. Yunanca öğrenmeye
zorlandılar. Onlara Makedon denmesinden
bile rahatsız oldular. İsimlerindeki
Slavca formları kullanmaları yasaklandı.
Resmi işlemlerde sadece Yunanca formlar
geçerli sayıldı. 1954 yılında Makedon
asıllıların bölgede görev yapması
yasaklandı. Köylülerin, kendi
köylerinden çıkmalarına izin verilmedi.
Köylerde halktan Makedonca
konuşmadıklarına dair beyanlar alındı.
bkz. Poulton age s. 212-216.
* Parantez içindeki
görüşler tarafımızdan özetlenmiştir.
[8]
Doğu Karadeniz Tarih Kültür İnsan adlı
çalışmamızda, Doğu Karadeniz
Bölgesi’ndeki
halkın
etnik geçmişini ortaya koyduk. Bu eser
incelendiğinde Doğu Karadeniz Bölgesi’ne
tarihin en eski devirlerinden bu yana
değişik topluluklar yerleşmiş olduğu
görülür. Tarihin ilk dönemlerinde
bunların önemli bir kısmı İskit kökenli
idi. Daha yakın sayılan Ortaçağ’da,
Karadeniz’in kuzeyi ve Balkanlardan
gelen
Hun, Sabir,
Avar, Bulgar, Uz, Peçenek, Hazar ve
Kıpçak-Kuman Türkleri ve Macarlar
bölgeye yerleşmiştir. Kaynaklar
taranarak derlenen ve bölge tarihine
bakış açısını değiştirecek olan bu
bilgiler,
hangi köy
ve yer isimlerinin bu kavimlerin izini
taşıdığı ve hangi ailelerin, bu
kavimlerin boylarına mensup olduğu
konusunda örnekler verilerek
detaylandırılmıştır. Ayrıca Osmanlı
öncesi ve sonrası durum da belgelere
dayandırılarak ortaya konmuştur. Daha
geniş bilgi için
bkz.
Mehmet Bilgin. Doğu Karadeniz Tarih
Kültür İnsan Genişletilmiş
3.bs.
Ötüken
Yayınevi. İstanbul 2007.
[9]
Bağımsız Yunanistan ve Yunan Ulusu’nun
inşası tarihi, bir devlet kurma ve
hayali bir
ulusu, ete kemiğe büründürme pratiği
için çok zengin
malzeme
içerir. Bu konu Yunanistan’da da
tartışmalara neden olmaktadır. Yunan
ulusu
hayal
edilen bir toplum olarak ortaya çıkmış,
devletçe yürütülen eğitim yolu ile,
resmi ideoloji etrafında ortak bir
kimlik oluşturma çalışmaları sonucu
şekillendirilmeye çalışılmış, bütün
bunlar
yapılırken
devletin kurulmasına etkin olan
emperyalist güçlerin çekişmelerinin de
yarattığı çelişkilere çok ağır bedeller
ödemiştir. Yunan Devlet adamları iç
kargaşalık, yolsuzluk, fakirlik ve
sefalet gibi sorunları çözemeyeceklerini
anlayınca, bu sorunların
üzeri, ilk
kez
14 Ocak
1844’te başbakan
İ.Kollettes
tarafından dile getirilen ‘megali idea’
ile örtmeye çalışmışlardır. Böylece
halka sorunların, büyük Yunanistan
kurulduktan sonra çözülebileceği fikri
empoze edilmiştir. Yunanistan’ı kurmak
için yola çıktıklarında önde tuttukları
Antik Yunan Uygarlığı’nın değerleri ile
bu değerleri ortadan kaldıran Ortodoks
bağnazlığı arasında sıkışıp kalınca, 19
yy. ikinci yarısında dinsel Bizans
keşfedilip, resmi tarih Yunan - Bizans
teorisi ile
yeniden şekillendirilmiştir.
Yunanistan’ın kuruluşundan bu yana,
devletin şekli ve sınırlar dahil
sayılamayacak kadar çok şey değişmiştir.
Hiç değişmeyen ise, Türk düşmanlığı ve
tehdidi olmuştur.
[10]
Osmanlı, tebaası olan gayrimüslimleri
millet sistemi içinde ve dini kurumları
etrafında organize etmiştir. Millet
sistemi Fatih’in eseridir. Bu sisteme
göre kurulan ilk millet (1454) Ortodoks
- Hıristiyan (Rum) milletidir. Sadece
dini mensubiyeti ifade eden
Rum
milleti, aile ilişkileri, kültürel ve
siyasal konularda
Fener
Patriğinin idaresi altında idi. Ortodoks
Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar,
Ulahlar, Boğdanlılar, Rumenler,
Hırvatlar, Karamanlılar, Süryaniler,
Melkitler ve Hıristiyan Araplar bu
millete dahildi. Bu sistemin başındaki
Fener Rum Patrikhanesi Osmanlı öncesi
kaybettiği gücünü, Osmanlı sayesinde
tekrar kazanınca, Bizans’ın güçlü
döneminde olduğu gibi asimilasyoncu
karakterini tekrar canlandırdı. Cemaati
olan halklara ibadet ve eğitimde kendi
dillerini kullanma izni vermiyor, yüksek
rütbeli din adamlarının hep Hellen unsur
arasından tayin diyordu. (Bkz.
İlber Ortaylı.
Batılılaşma Yolunda. Merkez Kitapları.
İstanbul. 2007.
s. 174) Ortodoks kilisesinin Hellen
milliyetçisi karakterini dikkate almadan
tarihi yorumlayanlar daima yanılabilir.
1461’de aynı şekilde bir Ermeni Milleti
kuruldu. Daha sonra da Yahudi Milleti.
Osmanlı yönetimi dünyevi ve ruhani
yetkiler arasında güç ayrılığı yaratarak
bu tür çatışmaları önlemek istemişti.
Hıristiyan
unsurlar için Sultan, dinsel bir otorite
değil, düzenin koruyucusu ve kanunların
uygulayıcısı idi. Bu millet
yapılanmasının taşradaki
teşkilatlanması, güçlü bir etnik köken
duygusunun gelişmesinde rol oynamıştır.
Gerçekte bu milletlerin üyeleri çeşitli
etnik kökenlere sahiptir. Değişik etnik
kökenliler, kendi cemaatleri içinde
yaşayıp kendi dillerini konuşmalarına
rağmen, belirli bir etnik grubun
çoğunlukta olduğu yörelerde ibadetler,
genellikle çoğunlukta olan grubun
diliyle yapılıyordu. Giderek hakim
grubun dili de o cemaatin dili durumuna
geldi. Anadolu ve Balkanlarda bu tür
asimilasyonlar doğal bir süreçte devam
etti. Bu konunun bölge tarihinde
ayrıntılı
örnekleri vardır. Fakat bu çalışmanın
konusu değildir.
Osmanlının
kurduğu millet sistemde zaman içinde,
Kanuni Sultan Süleyman döneminde
Sırp ve
Bulgar kiliselerinin yeniden kurulması
gibi bazı değişim ve gelişmeler
olmuştur. Daha sonra Patrikhanenin
ısrarlı isteklerini kabul eden Osmanlı
yönetimi, 1767 yılında milli karakteri
olan bu kiliseleri kapatmış, yerlerine
dini otorite olarak Patrikhaneyi
koymuştur. Patrikhane bu kiliselerin
piskopos ve rahiplerini görevden almış,
yerlerine Yunanlıları atamıştı. Yunanlı
papazlar
ibadetlerde
Patrikhanenin dini dili olan Rumca /
Yunanca kullanımını zorunlu kılmıştı. Bu
da Yunanca’nın
yayılmasına
yol açmıştır.
Balkanlarda
milliyetçilik düşüncesinin yayılması
milli dilde
eğitim ve
ibadet isteklerini de artırmıştı.
Milliyetçilik etkisi ile Bulgarlar,
Bulgarca eğitim yapan Bulgar okullarını
yaymaya başlayınca, tepki Osmanlı
hükümetinden değil, Rumlar ve
patrikhaneden gelmiştir. Filibe,
Tırnova, Selanik gibi Osmanlı
topraklarında kurulan Bulgar okulları,
mahalli Rum ileri gelenleri, rahipler ve
metropolitler tarafından kapattırılmak
istenmişti. Bu faaliyetleri yürütenler
Osmanlı yönetimine şikayet edilmiştir.
Patrikhaneden bağımsız bir Bulgar
kilisesi kurma hareketine ve Bulgarların
kendi dillerinde ibadet etme
isteklerine, Rumlar mani olmaya
çalıştılar. Bkz.
İlber Ortaylı. Osmanlı İmparatorluğu’nda
İktisadi ve Sosyal Değişim. Makaleler1
2.bs.
Turhan
Kitapevi. Ankara 2004.
s. 358. Daha sonra Babıâli ulusal
kiliselerin yeniden kurulmalarına izin
vermiş, bağımsızlık kazanan Yunanistan
da kendi milli kilisesini kurmuştur.
Konumuz açısından ulusçu hareketlerin
uyanışında kiliselerin önemli bir yeri
vardır. Ortodoks kilisesi Hıristiyanlık
ve Ulusçuluk ideolojisini birlikte
yürütmüştür. Bu konuda bkz.
Yahya Kemal
Taşkan. Balkanlarda Ulusculuk
Hareketleri. Balkanlar El Kitabı. C.1
Tarih. KaraM & Vadi Yayınları
Çorum 2006
s.413 – 445
[11]
Modern Yunan ulusunun inşasında yaşanan
en önemli problemlerinden bir de dil
problemidir. Yunanistan’da aydınların
dili olarak anılan arkaik ve ağdalı bir
dil olan kathareuousa / katharevusa ile
halk dili olan “dimotike” den hangisinin
tercih edileceği konusunda uzun
tartışmalar yaşanmıştır. Dil ulusun
birliğini sağlayacak en önemli unsur
olduğu için bu tartışmalar da Yunan
ulusu inşa edilirken en baş köşeyi işgal
etmekteydi. Bu tartışmalar ve
taraftarları için bkz.
Herkül Milas.
Yunan Ulusunun Doğuşu. İletişim
Yayınları. İstanbul 1994
s.29-36. Yunanistan kurulunca
Kathareuousa
resmi dil
oldu. Halkın konuştuğu dille resmi dilin
farklı olması çift dil sorunu
doğurmuştu. Bu tartışmalar 1976 ya kadar
devam etti ve 1976 da Demotike yani
halkın konuştuğu dil resmi dil oldu.
[12]
Rusların Karadeniz’deki öncüleri
Kazaklar olmuştur. Kazaklar, sık sık
Karadeniz’e çıkarak
Karadeniz’in kuzey ve güneyindeki
Osmanlı sahillerine
baskın ve
yağma akınları yapmıştır. Kırım’daki
önemli Osmanlı üssü olan Azak kalesi de
Kazak saldırılarına hedef olmuş
ve 1637’de
Kazakların eline geçmiştir.
Beş yıl
sonra da yapılan anlaşmalar gereği
Çar’ın emri
ile boşaltılmıştır.
[13]
Ruslar 1697
yılında Azak’ı ele geçirerek kalıcı
olarak Karadeniz’e yerleşmiştir. Bu konu
Küçük Kaynarca Antlaşması ile
perçinleşmişti.
[14]
Prut’ta fırsatı kaçıran Osmanlılar,
Rusları bir daha böyle bir ölüm kalım
noktasına getiremeyecekti.
[15]
1669’da Patrik olan Dositheus, Kudüs’te
çok az bulunmuş ve1690’dan sonra Kudüs’e
hiç
gitmeyerek
genellikle İstanbul’da yaşamıştır.
[16]
Bunların arasında Katolik Papazlar,
tacirler,
Felemenk sefiri Jacobus Coljer ve
tercümanı William Theyls gibi isimler
vardı. Bu da Rusların elçilik kurulmadan
önce istihbarat kaynağı olan
Rum
papazlar ve Fenerli Rumlarla yetinmeyip
istihbarat ağlarını genişlettiğini
gösterir
[17]
Fenerli Rumlar / Beyler, Osmanlı
idaresinin ortaya çıkardığı bir Rum
aristokrat grubuydu. Rum toplumu için
söylediklerimizi bunlar içinde
söyleyebiliriz. Kendilerine daha sonra
Bizans’a dayalı bir asalet iddiası
uydursalar bile, Bizans’tan kalan asalet
sahibi Rum soyluları değillerdi.
İçlerinde Romen, Bulgar, Hıristiyan
Arnavut ve İtalyan asıllı aileler vardı.
Fenerli Rumlar 17.yy’da Osmanlı
bürokrasisinde önemli roller oynamıştır.
Cocuklarının çoğu batıdaki
üniversitelerde yetişmiştir. Önemli
görevlere gelen Fenerli Rumlara daha
önceleri sadece Müslümanların
yapmalarına izin verilen sakal bırakma,
maiyetiyle beraber at sürme vb. gibi
ayrıcalıklar da verilmiştir. Genellikle
çevirmen ve aracı olarak görev yapmış
oldukları için, devletin sırlarını
bildikleri gibi, yabancı diplomatlarla
da birebir
temasları
da oluyordu. Fenerli Rumlar siyasi güç
elde eden ilk gayrimüslim gruptu. Bu
siyasi elit 1750’li yıllarda, eski
Bizans İmparatorluğu’nu helenleşmiş bir
şekilde kurmayı amaçlayan bir faaliyet
başlatmışlardı.
[18]
1673-1709
arasında baş tercüman olan Mavrokordato,
İtalya’daki Padua Üniversitesinde eğitim
görmüştü. Felsefe ve
Yunan
filolojisi dersleri veren ve aynı
zamanda
doktor olan
bu parlak genç, otuzlu yaşlarda
baş
tercümanlığa yükselmişti. Karlofça
Antlaşması ile sonuçlanacak görüşmelerde
baş diplomat olarak görev yapmış, oğlu
Ioannis de Pasarofça Antlaşması’nda
benzer görevde bulunmuştu. Karlofça’da
Reisü’l-Küttab Rami Efendi refakatinde
Divan-ı Hümayun baştercümanı sıfatıyla
bulunan İskerletzade Aleksandr
Mavrokordato
1699
yılında Osmanlıların askeri sırlarını
yılda 2400 lira karşılığı Fransız
elçisine satıyordu. Kod adı Ali idi
ve
XIV.
Louis’in ünlü Fransızlara bağladığı maaş
listesinde de adı vardı. Fransız elçisi
bu kişinin Ruslara da bilgi sattığından
kuşkulanıyordu. Aynı kişi Karlofça’da
Osmanlı
Devleti’nin kendisine gönderdiği
talimatı Viyana’ya iletmiştir.
Bkz. Zeynep Sözen. Fenerli Beyler 110
yılın Öyküsü (1711-1821) s.55 . Ayr.
Bkz. Philip Mansel. Constantinople.
Penguin . Hammondsworth 1997
[19]
B.H.Sumner. Büyük Petro ve Osmanlı
İmparatorluğu. Çev. Eşref Bengi Özbilen.
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı
İstanbul 1993
s.69-86.
[20]
Gerasimos
Augustinos.Küçük Asya Rumları.
Ondokuzuncu yüzyılda inanç, cemaat ve
etnisite.
Çev. Devrim
Evci.Ayraç Yayınları. Ankara 1997.
“
Ruslar Osmanlı
imparatorluğu’nun işlerinde daha çok söz
sahibi olmak amacıyla sultanın Ortodoks
uyruklarını araç olarak kullanmaya
çalışmaktaydı.”
Bkz. s. 199
[21]
1782-1792
döneminde
Rusya ve Avusturya’nın “Grek Projesi”
adı altında yürüttüğü, Osmanlı devletini
yıkmak ve eski Bizans’ı yeniden
canlandırmak üzere yerine bir Grek
devleti
kurma çalışmaları bunlardan biridir. Bu
proje sadece Yunanlıları değil Sırpları
da kapsayacak şekilde yapılmıştır.
[22]
Bu konuda
bilgi için
bkz.
Ahmet Gündüz. Balkanlarda Panslavizm
Faaliyetleri ve Osmanlı Devletine
Etkileri. Türk Dünyası Araştırmaları
S.137
Mart-Nisan
2002 s
105-116.
[23]
Rusların Hıristiyanlaşması, Fener
Patrikhanesinin gönderdiği heyetler
vasıtası ile olmuştur. Bu nedenle Rus
kilisesi ile Fener Patrikhanesi arasında
bir
bağ vardır.
Bu bağ, Moskova Knezi III.İvan’nın
Bizans
prensesi Sofya Paleolog ile
evlenmesinden sonra, Moskova’nın
Bizans’ın devamı olduğu görüşünün
geliştirilmesine temel teşkil etmiştir.
[24]
I.Roma, II. Roma İstanbul, III.Roma
Moskova.
[26]
Çariçe II.Katerina 1787 senesinde
Kerson’da Avusturya İmparatoru II.Josef
ile
buluşmuş ve Grek Projesi adı verilen
proje için anlaşmışlardı.
[27]
Akdes Nimet Kurat. Türkiye ve Rusya
XVIII. Yüzyıl Sonundan Kurtuluş Savaşına
Kadar Türk - Rus İlişkileri (1798 -
1919) Ankara 1970
s.32.
[28]
Topçu Yüzbaşısı Grigorios Papadopoulos
[29]
Gregory ve Alexis Orlov kardeşler.
[30]
Savaşların
tafsilatı için
bkz. Fevzi
Kurtoğlu. 1768 - 1774 Türk - Rus
harbinde Akdeniz Harekatı ve Cezayirli
Gazi Hasan Paşa. Genelkurmay Başkanlığı
Yayını İstanbul 1942
( 366 sayılı Deniz Mecmuasının tarihi
ilavesidir.)
[31]
Kilise liderleri, Fenerli Beyler ve Rum
tüccarlar Petersburg’dan yardım
geleceğini umuyorlardı. Rusya’da her yıl
Fener Patrikhanesine para yardımı
yapıyordu.
[32]
İngiliz politikasında daima
Rus
taraftarı bir klik vardır. Fakat bundan
sonraki dönemlerde genel İngiliz
politikası, Rusya’nın sıcak denizlere
inerek, Hindistan’daki sömürgeler
üzerinde tehdit yaratmasını önlemeye
yönelik olmuştur.
[33]
Korfu, İthaki, Lefkas, Kefalonya,
Zakynthos, Paksos ve Cythere
[34]
1757 yılında Teselya’nın Velestino adlı
küçük bir köyünde doğan Regas, Eğitim ve
iş için İstanbul’a gelmiş ve burada
Fener Beylerin’den dede Aleksandır
Hypselantes / İpsilant ‘ın yanında
sekreter olarak çalışmaya ve eğitimini
sürdürmeye başlamıştır. Yunanca, Türkçe,
Fransızca, Arapça, İtalyanca ve Almanca
öğrenen Vegas, batı kültürüne de aşina
idi. Eflak’ta yöneticiler hizmetinde
çalıştıktan sonra, 1791 de Viyana’ya
geçmiş, Fransız devriminden
etkilenmişti. 1793 den itibaren
Fransızlarla irtibatı olmuştur. Bir çok
eseri olan Regas’ın, ilhamını Antik
Yunan uygarlığından alan, Yunan ulusu
anlayışı, Hellenlerin, Fransızların
yardımıyla kurtulacağına dair inancı,
cumhuriyetçi ve demokrasi yanlısı
fikirleri ile hazırladığı anayasası,
şiirleri ile Yunan ulusçuluğunu
ateşleyenler arasındadır. Regas ve
eserleri hakkında bkz. Milas, Age s.87 -
122
[35]
Mora’daki isyanların silah ve cephane
ihtiyacı, 1815’den itibaren İngiltere
korumasındaki adaların ticari
faaliyetlerinden yararlanılarak
sağlanmıştır.
[36]
İpsilantiler aslında Trabzonlu bir
ailedir. Ailenin, Çaykara’ya bağlı İpsil
Köyü
ile bir
ilgisinin olduğu şüphesiz. Fakat bu
konuda kesin bir şey söylemek için
detaylı bir çalışma yapmak gerek.
İpsilantilerin Fatih Sultan Mehmet
tarafından, Trabzon Kralı ile birlikte
fetihten hemen sonra İstanbul’a
gönderilen ve Fener’e yerleştirilen
ailelerden olduğu sanılmaktadır. Romen
tarihçi Giurescu’ya göre, Trabzon
eşrafından olan ve Trabzon’da mal mülk
ve gemi sahibi olan
İpsilantiler, Trabzon’lu bir paşa ile
istenmeyen bir evlilikten dolayı
Trabzon’dan İstanbul’a göç etmek zorunda
kalmış
ve
Yeniköy’e yerleşmişlerdir. Burada işleri
iyi gitmiş ve Tarabya sahillerinde
muhteşem bir yalı sahibi olmuşlar.
İstanbul’daki büyükelçilerin yazlık
olarak kiraladıkları bu konak birçok
seyahatnameye de konu olmuştur.
İpsilantiler, diğer Fenerli aileler
gibi, Bizans’ın soylu ailelerinden
geldiklerini iddia ederler ve hatta son
Trabzon Kralı David Komnenos ile anne
tarafından ilişkileri olduğunu
belirtirler. Yine Trabzon kökenli
Fenerli Rumlardan olan Mourozi ailesi
ile de kız alıp verme yolu ile akrabalık
tesis etmişlerdi. Fenerli bir diğer ünlü
aile olan ve Sakız
Adası’ndan
gelmiş Mavrokordatolarla da
akrabalık
ilişkileri vardı.
Ailenin
ilk adı bilinen üyesi Triandafil
İpsilanti ve kardeşinin oğlu Haci Yanaki
İpsilanti’dir. Yanaki’nin oğlu
Kostantin, o dönemlerde Romen soyluları
arasında sayılıyordu. Konstantin’in oğlu
Yanaki ise
dede
Aleksandre İpsilanti’nin babası idi.
Aleksandre
çok iyi
eğitim görmüştü, birkaç dil bilirdi ve
birçok görevden sonra 1774’de Eflak
Prensi (Hospodar) olmuştu.
Eflak’ta
bir çok reform gerçekleştirmiş, okullar
açmış
ve imar
faaliyetlerinde bulunmuştu. Bazı
faaliyetleri nedeni ile isyan hazırlığı
ile suçlanıp görevinden alınmış ve
sürgüne gönderilmiştir. Daha sonra
affedilerek Boğdan prensliğine atanmış,
1788’de Rusların Boğdan’ı işgaline
yardımcı olduğu için görevinden alınmış,
daha sonra, tekrar affedilerek Eflak
Prensliğine getirilmiştir. Oğlu
Kostantin, III.Selim döneminde
baştercüman olmuş, 1799’da Boğdan
Prensliğine atanmıştı. Açıkça Rus
taraftarı olan Kostantin’in, Rusya’nın
baskısı ile bu göreve getirildiği
bilinmektedir. Tilsit anlaşmasından
sonra Rusya’ya kaçtığı ve orada öldüğü
bilinmektedir. Oğlu Aleksandr İpsilanti,
1792’de İstanbul’da doğmuş babası ile
birlikte Rusya’ya
giderek Çar
Aleksandr I.’nin hizmetine girmiştir.
Napolyon’un Rusya seferinde, Rus
ordusunda savaşmış, 1813’de
Dresden
savaşında bir kolunu kaybetmiştir. Savaş
sonunda toplanan Viyana Kongresi’nde,
Rusya’yı tüm Ortodoksların koruyucusu
olarak ilan etmiştir. bkz. Sözen. Age.
s.153-173.
[37]
1814’de Emanuelle Ksantos, Nikola Skufas
ve Anastasyon Tsakalof
adlı ikisi
Rum, biri Bulgar tüccarın katılımıyla ve
Yunan ulusunu Osmanlı boyunduruğundan
kurtarmak ve Rum Patriği başkanlığında
bir devlet kurmayı amaçlayan Filiki
Eterya (Dostluk Birliği), masonlar gibi
gizli bir örgütlenme modelini benimseyen
bir örgüttü. 1818’de Fener’de ilk
teşkilatlanmasını yapmış ve kısa sürede
geniş bir örgüt kurmuşlardı. Fener
Patriği de üyeleri arasındaydı. Bir çok
merkezde teşkilatlanmış, maddi imkan
temini için birçok şirket kurmuşlardı.
Ruslarla işbirliği içinde çalışan örgüt,
Balkanlarda birçok siyasi cinayet ve
Mora isyanına imzasını atmıştı.
[38]
Yazımızın bundan sonraki bölümünde
Mora’dakiler Yunan, Anadolu’dakiler
Rum olarak
adlandırılacaktır. Anadolu’daki Rum
adlandırmasından kast ettiğimiz,
Hıristiyan – Ortodoks ve kilise
organizasyonları Fener Patrikhanesine
bağlı olanlardır. Önemli bir bölümü
Türkçe’den başka bir lisan bilmediği
için bunları Yunan milletinden ayırmanın
doğru olacağını düşünüyoruz. Osmanlı
ülkesinde aynı kilise organizasyonuna
bağlı olan Araplar da vardı. Bunlardan
Güneydoğu Anadolu’da olanlar, savaş
sonuna doğru Arap ülkelerine
göçmüşlerdir.
[39]
Rumluk ve Yunanlılık / Hellenlik
birbirinden ayrı şeylerdir. Rum / Romei
denilen herkes Hellen değildir. Rum
adlandırması Roma İmparatorluğu ile
ilgilidir. Roma hakimiyeti altına aldığı
kavimlere Romalı olmak (vatandaşlık)
hakkı vermiş ve imparatorluğun sınırları
ile birlikle Roma vatandaşlığı da
yayılmıştır. Romalı olma ünvanı Doğu
Roma imparatorluğunda da devam etmişti.
Doğu Roma’da
resmi dil
olan Latince’nin yerini Yunanca aldıktan
ve Ortodoks Hıristiyanlık devletin resmi
dini olduktan sonra Yunanca ve
Ortodoksluk Rumluğun ana ögelerinden
olmuştur. Tarihciler tarafından Bizans
olarak adlandırılan bu dönemde hakimiyet
altına alınan her kavim Ortodoks
kilisesine bağlanmıştır. Bizans, dilini
aldığı Yunanlılardan / Hellenlerden
antik Yunan kültürünü devam ettirmek,
yaşatmak iddiasında olanları,
Ortodoksluğun etkisi ile putperestlikle
suçlayıp imha etmiştir. Hıristiyanlığı
yaymak, Ortodoksluğu korumak, sapma ve
ayrılıklarla mücadele etmek, Bizans
politikasının ana ilkeleri idi. Bu
ilkelerin şekillendirdiği olaylar,
Bizans tarihinin önemli bir bölümünü
oluşturur.
Bizans,
Hıristiyanlığın yayılmasını
kolaylaştırmak için
İncil’i
farklı halkların dillerine çevirmiş, ilk
aşamada Hıristiyanlığı kabul eden
halkları kendi dilleri ile ibadet
konusunda
serbest bırakmıştır. Bu dönemde dini
cemaat içinde
azınlık
olanlar, çoğunluk olanın dilini
benimseyip çoğunluğa asimile olmuştur.
Bu uygulama daha sonraki aşamalarda
devletin ve kilisenin dili olan
Yunancayı benimsetme şeklinde sürmüştür.
Bu politikanın geniş
imparatorluk coğrafyasında her bölgede
aynı sonucu verdiğini söylemek mümkün
değil. Ama ticari ve dini merkezlerde
etkili olduğu şüphesiz.
Fener
patrikhanesinin Hıristiyanlaştırdığı
halkları Yunanlılaştırmak /
Bizanslılaştırmak politikası Osmanlıdaki
dini esaslı millet uygulamasının
sağladığı imkan ve güçle aynı doğrultuda
devam etmiştir.
Osmanlıdan
aldığı kuvvetle Ortodokslar üzerinde
ciddi bir otorite haline gelen Fener Rum
kilisesi cemaatine (Rum milletine)
Yunancayı benimseme ve Yunanca ibadet
edip, Yunanca konuşma konusunda dini
baskı uygulamıştır. Neofitos Dukas adlı
Yunanlı aydın, 1815 yılında Patrikhaneyi
Yunanca’nın yaygınlaştırılmasına ve
bütün Balkan Ortodokslarını
Hellenleştirilmesine davet ediyordu. Bu
baskıların
kendi
diliyle ibadet yapmak isteyen
topluluklarla, patrikanenin
politikalarını destekleyenler arasında
çatışmaya varacak huzursuzluklar
yarattığı, bunları gidermek için Pec /
İpek kilisesi gibi milli karakterdeki
kiliselerin varlığı bilinmelidir.
Sırp
Patrikhanesi olarak bilinen kilise, 1219
yılında İstanbul’daki Patrikhane’den
bağımsızlığını ilan ederek
ayrılmıştır. Fatih Sultan Mehmet
tarafından 1459 yılında kapatılan Sırp
Patrikhanesi
Kanuni
Sultan Süleyman’ın
ünlü veziri
Sokullu Mehmet Paşa tarafından başına
kardeşi
Makarije
oturtularak 1555 yılında yeniden
açılmıştır.
III.
Mustafa döneminde Fenerli Beylerin
entrikaları ve Patrikhane’nin baskıları
ile
1776’de
tekrar kapatılan kilise,
1834’de
tekrar açılmıştır.
Ayrıca
Balkanlardaki milliyetçilik akımları ve
bağımsız devletlerin kurulması ile başta
Yunan Kilisesi olmak üzere kurulan milli
kiliselerin patrikhaneden ayrıldığı da
tarihi bir gerçektir.
Bu
açıklamalar ışığında Doğu Karadeniz
bölgesini ele alırsak, Bizans’ın
bölgedeki gücünü artırdığı dönemlerde
bölgedeki yerel mezhepleri ortadan
kaldırdığını. Kilise vasıtası ile bölge
halkını Rumlaştırmaya çalıştığını.
Osmanlı döneminde Rumlaştırmanın,
kiliseye Bizans’ın sağladığından daha
güçlü bir destek sağlandığı için
istikrarlı bir şekilde devam etiğini.
Bölgedeki Ortodoks - Hıristiyanların
Rumlaşmasının Osmanlı döneminde
tamamlandığını söyleyebiliriz.
[40]
Bu isyanla Sırplar, Balkanlarda özerklik
alan ilk halk olmuştu.
[41]
Adını ilk kez 18 yaşında çete reisi
olarak duyuran Arnavut / Toska asıllı
Ali Paşa,
1768 - 1774 Osmanlı - Rus harbindeki
hizmetlerinden sonra paşalığa kadar
yükselmiş, 1778’de de Yanya Paşası
olmuştur. Fransa’nın Mısır’ı işgalinde
Dalmaçya kıyılarında Fransız
kuvvetlerine karşı başarılı mücadeleler
vermiş, 1802 tarihinde Arnavut isyanını
bastırarak itibarını artırmıştır. Güney
Arnavutluğu yöneten Ali Paşa
burada
güçlü bir yönetim kurmuştu. Yönetimi
altındaki Hıristiyan ve Müslümanların
durumunu iyileştiren bir çok reform
uygulamalarının yanı sıra bölgesinde
Bektaşiliği yeniden organize etmişti.
Mora’daki
Rumlar,
Tepedelenli Ali Paşa’dan ötürü
ayaklanmadan korkuyorlardı. Ali Paşa tüm
gelişmeleri İstanbul’a iletiyor, fakat
II. Mahmut’un danışmanı olan Hâlet
Efendi, Padişahı yanlış
bilgilendiriyordu. Hâlet Efendi hem Rum
taraftarı hem de Ali Paşa’nın düşmanı
idi. Aynı bilgiler İngilizler tarafından
II. Mahmut’a bildirilince, padişah Hâlet
Efendi’den tahkikat yapmasını istedi.
Hâlet Efendi de Filiki Eterya üyesi ve
divan çevirmenlerinden olan, Fenerli
Rumlardan Nikola Mouruziyi Mora’ya
gönderdi. Mora’daki isyan hazırlıklarını
iyi bilen Mouruzi, Mora halkının
padişaha bağlı olduğu şeklinde bir rapor
sundu. Ali Paşa’yı yanlış bilgiler
vermekle suçladı. Daha önce yapmış
olduğu bağımsız hareketler de işin tuzu
biberi olmuş ve Ali Paşa azledilmişti.
Af istekleri, Hâlet Efendi mağrifetiyle
reddedilen
Ali Paşa
durumunu kuvvetlendirmek için İngitere,
Fransa, Rusya ve Filiki Eterya ile
temaslarda bulundu. Ali Paşa,
Yunanlıları Bab-i âli’ye karşı kullanmak
isterken
ihtilalci
Yunanlılar da Ali Paşa’yı Bab-i âli’ye
karşı kullanmak istediler. Hıristiyan
Arnavut ve Yunanlılardan destek bulan
Ali Paşa, üzerine gelen kuvvetlere bir
yıl kadar dayandıktan sonra
1822’de af
isteği ile
teslim
oldu. Fakat kafası kesilerek öldürüldü.
Ali Paşa’nın ortadan kaldırılması ile
bölgede Yunan isyanını bastıracak güç
kalmamıştı. Tepedelenli Ali Paşa
isyanını bastırmak için gelen kuvvetler
halkı rahatsız ettiği için bölgeden
çekilmiş ve bölge isyanı bastırabilecek
kuvvetlerden arındırılmıştı. İsyan
başladıktan sonra Hâlet Efendi’nin bu
işlerde parmağı olduğu anlaşıldı. Önce
Konya’ya sürülen Hâlet Efendi daha sonra
boğduruldu.
[42]
Filiki Eterya ile Etniki Eterya
birbirine karıştırılmamalı. Etniki
Eterya / Etnike Hetairia, Kasım 1894 de
Yunan ordusunun desteğinde, zenginlerden
mecburi alınan finansman ile kurulmuştu.
Cemiyet, kurduğu çeteleri Osmanlı
topraklarına
sızdırmış,
bu topraklarda çeteler kurup çatışmalar
çıkarmış, Batı Trakya’da Bulgar ahali,
Bulgar çeteleri, Makedonya’da ise Bulgar
ve Sırp çetelerine karşı savaş
vermiştir. Olaylara tarihçi gözü ile
baktığınızda, Kıbrıs’taki EOKA
harekatının bu geleneğin bir devamı
olduğunu
hemen
farkedebilirsiniz.
[43]
Tepedelenli Ali Paşa’nın isyanı ve
idamında olduğu gibi, Mora isyanının
çıkıp yayılması ve Yunanistan’ın
kurulmasında Hâlet Efendi’nin ihaneti
çok dikkat çekicidir. 1802’de
başmuhasebe payesi ile Paris’e elçi
olarak gönderilen Hâlet Mehmet Said
Efendi, 1807’de dönünce beylikçi oldu ve
aynı yıl Kütahya’ya sürüldü. Daha sonra
af edildi ve 1810 yılında rikâb-ı
hümâyun kethüdâsı olarak gizli
haberleşmeye memur edildi. 1814
tarihinde kethüdâlıktan ayrıldıktan
sonra nişancı oldu. (bkz.
Mehmet Süreyya.
Sicill-i Osmanî Osmanlı Ünlüleri 2
Yay. Haz.:
Nuri Akbayar Eski Yazıdan Aktaran: Seyit
Ali Kahraman. Tarih Vakfı Yurt
Yayınları. İstanbul 1996
s.564 -
565). Bernard Lewis, batılı her şeye
karşı, inanmış bir gerici olarak
tanımladığı
Hâlet
Efendi’nin, Paris’te kendisine “Türk
elçisi” denmiş olmasından üzüldüğünü
belirtir. (bkz.
Bernard
Lewis.Modern Türkiye’nin Doğuşu. 7.bs.
Çev. Metin Kıratlı. Türk Tarih Kurumu
Yayınları. Ankara 1998
s. 71 ve 105.).
İngilizlerle ilişkisi tesbit edilince
Kütahya’ya sürülen Hâlet Efendi, II.
Mahmut’un tahta geçmesinden sonra
dönemin en güçlü adamı haline geldi. 13
yıl II.Mahmut’un danışmanı olarak,
aralarında sadrazamların da bulunduğu
bir çok tayin ve azilde etkili oldu. Kin
ve düşmanlık güttüğü kişilerin azli ve
idamı gibi, İmparatorluğun mahvına da
damgasını vuran Hâlet Efendi, ihaneti
ortaya çıkınca II. Mahmut’un gazabına
uğradı. Önce Bursa, ardından da Konya’ya
sürgüne gönderildi. Arkasından koru-i
hümâyûn ağası
Arif Ağa
gönderilerek kellesi kesildi. İhanetinin
bedeli olarak kellesi İstanbul’a
getirlerek halka gösterildi. Mevlevi
olan Hâlet Efendi’ye
Mevleviler
sahip çıktı ve Yahya Efendi
Tekkesi’ne
defnedilip,
adına Galata Mevlevihanesinde bir taş
dikildi.
[44]
Eflak -
Boğdan halkının mücadelesi, ülkelerinin
yönetimini Osmanlı devletinden bir nevi
kiralayan ve ödediği parayı halktan kat
kat alan Fener Rumlarından kurtulmak
doğrultusunda idi. Bu nedenle
İpsilanti’nin düzenlediği isyana destek
vermediler. Boğdanlı köylüler, isyanı
Osmanlı yönetiminden önce bastırdılar.
Osmanlı yönetimi de Fenerli Rumları
Eflak – Boğdan yönetiminden
uzaklaştırdılar. Eflak – Boğdan
yönetimi, Romen Gospodar
ve Boyarlar
arasından seçilmeye başlandı.
Yönetimdeki Romenleşme, gelecekteki
Romanya’nın temellerini de oluşturdu.
Fenerli beylerin
gidişiyle
patrikhanenin ve Yunanca’nın etkileri
silindi. Ülkede Hellenleşme yerine
Latinizasyon hareketi başladı.
Gelişmeler bu günkü Romen toplumunun
şekillenmesi ile sonuçlandı. Bkz.
Ortaylı. Makaleler 2. s. 356. Yada
Fransa, Tuna kıyısındaki Latin
kızkardeşi
Romanya’yı
keşfetti. Bkz. Yerasimos. Age. s 56
[45]
Patrik Gregolyos, patrikhanenin orta
kapısnda asılmıştır. Bu kapı yeni
patriğin emri ile burada bir Türk devlet
veya hükümet başkanı asılıncaya kadar
kapatılmıştır. Kin kapısı olarak bilinen
kapı günümüzde de bazı siyasi
tartışmalara konu olmaktadır. Bkz.
Muammer
Karabulut. Kin Kapısı. Togan Yayınları.
İstanbul
2007.
[46]
Devlete karşı ihtilalcilik suçu ile iki
Rum Patriği asılmıştır.Bunlardan
birincisi III.Partenios olup, 1657
yılında Köprülü Mehmet Paşa sadrazamlığı
sırasında, Eflak Voyvodası Kostantin’i
isyana çağıran mektup nedeni ile
asılmıştır. Yeniçeri kıyafeti giyilerek
halka zarar verilmesinden sonra, yapılan
denetimde patrikhanede ele geçen 40-50
kat yeni çeri elbisesi mahkemeye sunulan
deliller arasındadır. İkinci asılan
Patrik V.Gregorius’un suçlu olup
olmadığı konusunda tartışmalar vardır.
Fakat Rus elçisi General İgnatiyev’e
isyanla
ilgili yazdığı ve İgnatiyev’in
anılarında yer verdiği mektup, kilise
ile isyan ve isyancılar arasındaki
organik bağı açığa çıkartmaktadır.
Ayrıca Gregorius
söylenenleri inkar etmemiştir. Bkz.
Prof. Dr.
Yavuz Ercan. Toplu Eserler: II Rumlar ve
Diğer Müslüman Olmayan Topluluklar.
Turhan Kitabevi Ankara 2007.
bkz. s.153-154
[47]
Bu olaydan sonra etkileri azaldı, diğer
gayrımüslim unsurların seçkinleri de
onlara eş rütbe ve mevkilere getirildi.
Bu gelişmelerden ders çıkardılar. Fakir
Yunanistan’ı gözden çıkardılar, güçleri
ve zenginliklerinin kaynağı olan ve
ihanet ettikleri Osmanlı İmparatorluğunu
Türk ve Hellenlerin müşterek
imparatorluğu olarak gören bir düşünce
çizgisi geliştirdiler. bkz. Ortaylı.
Batılılaşma Yolunda.
s. 196-198.
[48]
Ahmet Gündüz. 1789
Fransız İhtilali Fikirleri ve Osmanlı
Devleti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda
Yayılması ve Balkanlardaki İsyanlar.
Türk Dünyası Araştırmaları. s.160 Ocak -
Şubat 2006 s.67-82
bkz. s.78
[49]
Gündüz. Agm. s.12-13
[50]
Georges Castellan.
Balkanların Tarihi Çev. Dr. Ayşegül
Yaraman - Başbuğu. Milliyet Yayınları
İstanbul 1992
s.275.
[52]
Yunan devletine verilen topraklarda hiç
Müslüman kalmamıştı. Buradaki
Müslümanların tamamına yakını isyan
esnasında öldürülmüş, çok azı göç etme
imkanı bulmuştu. Fakat bu
katliamlardan hiç bahsedilmez.
[53]
Kont Ioannis Kapodistrias Korfu asıllı
idi. Yönetimi diktatörlük diye
adlandırılabilir. Çünkü önemli görevlere
hep yakın akrabalarını getirmiş, asker
olmayan kardeşini başkomutanlığa
atamıştı. Kısa sürede toprak sahipleri,
tüccarlar ve kilisenin üst yöneticileri
ile ters düşmüş, 9 Ekim 1831’de çiftlik
sahiplerinin düzenlediği bir suikastta
öldürülmüştü.
[54]
1820’lerde Avrupa’da monarşik güçler
egemendi. Yunanistan’ı kuran güçler
Fransız devrimini anımsatan sözlerden
hiç hoşlanmıyordu. Bunun Yunanistan’a
yansıması, Yunan aydınlarının
“
Yunanistan eğer Avrupa’nın desteğini
istiyorsa Avrupalıların
değerlendirmelerini göz önüne almalıdır”
yönlendirmesi, sonucu ise Krallık
idaresi olmuştur.
[55]
Ortaylı. Makaleler1 de yer alan
“Tanzimat
Döneminde Yunanistan ve Osmanlı
İmparatorluğu” adlı makale. S.353-361.
bkz. 354.
[56]
“Yunanlı
liderler, hem aktif, yayılmacı bir dış
politika,
hem de
güçlü bir kalkınma programı izlemekten
yanaydı. Kuruluşundan itibaren
fakir bir
ülke olan Yunanistan, iki seçeneği de
başarıyla izleyecek kaynaklara sahip
değildi. Devrim günlerinden
beri,
çözülmez görünen mali sorunlar ülkenin
başına bela olmuştu.”
Bu satırlar için bkz.
Barbara Jelavich.
Balkan Tarihi 2 C. I.C. 18. ve 19.
yüzyıllar. Çev. İhsan Durdu –Haşim Koç-
Gülçin Koç. II.C. 20.yüzyıl. Çev. Zehra
Savan - Hatice Uğur. Küre yayınları.
İstanbul
2007.
bkz.
C.II. s 41-
42. Amerika’daki Balkan Tarihi
araştırmalarının önde gelen isimlerinden
olan Jelavich, yaklaşık 40 yıl boyunca
Balkan ülkeleri ve Rusya ile ilgili
çalışmalarda bulunmuştur.
[57]
Soruyu bir başka şekilde “Neden
Yunanistan’a ‘batının şımarık çocuğu!’
deniyor? diye de sorabiliriz.
[58]
Bu partilerden en popüler olanı Fransız
Partisi, ikinci sırada
Rus
Partisi, üçüncüsü ise İngiliz Partisi
idi. İngilizler, Osmanlı devletinin
toprak bütünlüğünü savunduğu için
dezavantajlı gibi görünseler de
Akdeniz’deki güçlü İngiliz donanması,
İngiliz görüşünü Yunan hükümetlerine
kabul ettirmek bakımından ikna ediciydi.
Çoğu zaman da böyle olmuştur. Ayrıca
İngiliz Partisinin başındaki
Mavrokordato’yu
küçümsememek gerek. 1843 yılında geçici
olarak nüfuzları azalan İngiliz ve Rus
Partileri bir darbeyi deteklemek
konusunda birleşmişti. Bkz.Jelavich.
Age. C.I s.286-287
[59]
Jelavich. Age C.II. s 42
[60]
İlk Kral Otto Bavyera Kralı I. Ludwig’in
oğlu
ve Katolik
idi. Avrupadaki hanedan mensuplarından
kimse kabul etmediği için, küçük yaştaki
Otto ilk Yunan kralı olarak atandı.
Yunanistan’ı yönetirken babasının
verdiği naipler, Otto’ya yardımcı
olmuştu. 1835 yıllında reşit olan Otto
1836 yılında
Oldenburglu
Protestan Prenses Amalia ile evlendi.
Koyu dindar bir Katolik olan Otto’nun,
Ortodoks olan, Milli Yunan Kilisesi’nin
yöneticilerini de atama yetkisi vardı.
Gerçi çocuklarının Ortodoks olması
konusunda
bir mutabakat sözkonusu idi. Fakat
Otto’nun varisi olmadı. Katolik olan
kardeşleri de kral olmak için bile
Ortodoksluğu kabul etmediler. Otto,
tahtan uzaklaştırıldıktan sonra
Bavyera’ya döndü.Yunan anayasasında bir
sonraki kralın Ortodoks olması
mecburiyeti getirilmesine rağmen, bir
sonraki Krallığa Danimarkalı Glücksburg
hanedanından on yedi yaşındaki Prens
William George atandı. Garantör güçlerin
kendi aralarında anlaşarak kral
seçtikleri
George
Protestan / Luther mezhebindendi. Tahta
çıktığında Georgios adını aldı, Ortodoks
ve Yunanlıların kıralı oldu. Onun bu
alicenaplığı İngiltere’yi duygulandırdı
(!). Krala jest yapıp, Yunanistan’ı
ödüllendirmek istedi (!) ve Ion
adalarını Yunanistan’a verdi
[61]
1843 yılında Yunanistan üzerindeki
nüfuzları geçici olak azalan İngiltere
ve Rus partileri, askeri bir darbeyi
desteklemek üzere birleştiler. Eylül
ayında Atina’daki birlik saraya
yürüyerek kralı hapsetti.
[62]
Castellan. Age. s.303.
[63]
Başlangıcında tarıma elverişsiz
topraklara
sahip olan Yunanistan, kurulduktan
sonra, iç kavgalar, kişisel çıkarlarını
temsil eden politikacı ve yöneticiler
nedeniyle sorunlarını çözemedi ve çok
fakir kaldı. Devamlı olarak dışa göç
vererek ayakta durmaya çalıştı. Bu göçün
önemli bir kısmı isyan ederek
yönetiminden ayrıldıkları Osmanlı
topraklarına doğru olmuştur. Gurbete
çıkanların gönderdiği parayla
ayakta
durmaya çalışan genç Yunanistan,
bağımsız
bir kilise kurmasına rağmen, 1850’den
sonra İstanbul’daki Patrikhaneyle
ilişkilerini düzeltme yolunu seçti.
Başlangıçta, Yunan ulusunun, “özgürlük,
cumhuriyet ve halk kitlelerine dayanan
bir devrimle kurulduğu” savı, yerini
“Osmanlılara karşı din savaşına katılan
tüm Yunanlıların toptan ayaklanması ile
kurulduğu” savına bıraktı. Bu
Yunanistan’ın
devlet
olduktan sonra siyasi ve dinsel “Bizans”
a yönelişi anlamına geliyordu. Bunun
pratiğe yansıması ise, Yunanistan’ın
Osmanlı topraklarındaki Rumlara yönelik
propaganda ve faaliyetlerinde
Patrikhaneyi
kullanması
olmuştur. Patrikhanenin de buna itirazı
olmamıştır.
[64]
Avrupa taraftarı ve
modernizm
yanlıları, ilhamını Antik Yunan’dan
alan, Avrupa medeniyetine yakın olmak
için
Hellen
kökenini öne sürüp, Bizans - Osmanlı
geçmişini
reddediyorlardı. Buna karşı
Ortodoks
gelenek
ve
izleyicileri Bizans - Ortodoks
geleneğinin sürdürülmesinden yana
idiler.
[65]
Yunan hükümeti 1850 de Fener Rum
Patrikhanesine başvurarak Patrikhanenin
Yunan kilisesini tanımasını sağladı. Bu
mutabakat Yunanistan’da Ortodoks
muhafazakarlar ve modernist liberaller
arasındaki mücadeleyi sona erdirdi.
Böylece Bizans geçmişine sahip çıkarak
Antik Yunanlıların devamı olduklarını
savunmak için zemin oluşturulmuştu.
Yunan devleti,
bu
çelişkili devamlılığın ortaya çıkardığı
sorunları örtmek için Girit sorununu
çıkartarak devlet, kilise ve üniversite
desteğiyle fanatik Yunan milliyetçiliği
ve yayılmacılığını canlı tutmaya
çalışmaktadır.
[66]
Yunan Piskoposlar Sinod’u 1933 yılında
toplanarak Fener Patrikhanesinden
ayrıldıklarını açıklamıştı. Fener
Patrikhanesinin kabul etmediği tek
taraflı bu
ayrılık
Koraes’in
fikri idi. Yunan kilisesinin en önde
olan kişisi Theokletos Pharmakidis
tarafından benimsenmişti. Yunan
Kilisesi,
Rus
Kilisesi’ni model almıştır. Rus Kilisesi
de yapısal organizasyonunda Çar’a bağlı
ve devlet kontrolünde idi. Yunan Milli
Kilisesi’nin Parikhane ile olan gerilimi
1850 yılına kadar devam etmiştir. Bizans
varisi olmaktan kaynaklanan ortak
geçmiş, işbirliği ve yakınlaşma için
vesile ilan
edilmiş, Rus Kilisesi’nin de
teşvikiyle,
Yunan Kilisesi’nin tam bağımsızlığı,
Fener tarafından kabul edilmiştir. Daha
sonra bu iki kilise bağlı kiliseleri
paylaşma konusunda anlaşmıştır.
Yunanistan’da Kilise - Devlet ilişkileri
ve Kilisenin statüsü konusunda
en önemli
faktör hiçşüphesiz ki İngiltere idi. Tam
bağımsızlığını elde eden Yunan
kilisesinin devlet kontrolünde olma
özelliği değişmemiştir. Bu nedenle
Yunanistan’ın yaşadığı siyasi
çalkantılarda bazen zor durumlarda
kalmıştır. Venizelos ile Kral Kostantin
arasındaki çekişmede Yunan Kilisesi
Kraldan yana tavır almış, İngilizlerin
desteğindeki Venizelos kazandığında ise
Kilisenin
başı görevden alınmıştır. Yunan Milli
Kilisesi için bkz.
Dr. Münir
Yıldırım. Yunanistan ve Ortodoks
Kilisesi. Aziz Andaç Yayınları. Ankara
2005.
Yunanistandaki Ortodoks nüfus, bu
kilisenin uyguladığı eğitim ve din
sistemi ile
Hellenleşmeye başlamıştı. Kilisenin
hedefi olan topluluklardan biri de
Ortodoks
Arnavutlardır. Bunların bir kısmı bu
politika ile Hellenleşmiştir. Milliyetçi
Arnavutlar, Korçe’de ilk Arnavut okulunu
açtıklarında, Ortodoks Kilisesi bu okula
giden çocukları aforoz etmiştir. bkz.
Yerasimos. Age. s.105. Yunanlılar
Ortodoks (Arnavutça konuşan)
Arnavutların kendi vatandaşı olduğu
iddiası ile Arnavutluk ile arasında Epir
sorunu denilen uluslararası bir sorunun
kanamasına neden olmaktadır.
[67]
Atina Üniversitesinin amacı devlet
kurumları için gerekli personeli
yetiştirmektir.19.yüzyılın ikinci
yarısından itibaren yetiştirdiği
öğretmenler, Anadolu’daki Rum
okullarında görev aldılar ve Rumlar
arasında Yunancayı yaygınlaştırmak,
Yunanlılık bilincini geliştirmek için
çalıştılar.
[68]
Miralay
A.Süleyman. “Pontos Davasından
Rusların
1810’da Trabzon’a Bir Baskını”. Askeri
Mecmua sayı 45 - 47 İstanbul
1339
s 24-28
[69]
Amiral Sarıcef, Rus ordusu ve
donanmasında görev yapmış Türk-Kuman
asıllı
birçok ünlü
komutandan
sadece biridir. 1812’de Napolyon’a karşı
koyarak Rusya’nın kaderini değiştiren
General
M.İ. Kutuzov’da
Kuman -
Türk
asıllıdır.
[70]
Rusların bu çıkartması için
bkz. Mehmet Bilgin
. “1810
Yılında
Rusların Trabzon’u
İşgal
Girişimi ve Sargana Burnu Çıkartması”.
Trabzon ve Çevresi Uluslararası
Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu 3-5 Mayıs
2001 I.Cilt Tarih Trabzon 2002. s.
313-326
[71]
George E .White.
Bir Amerikan Misyonerinin Mezifon
Amerikan Koleji Hâtıraları. Çev.: Cem
Târık Yüksel. Enderun Kitabevi İstanbul
1995 s.153
[73]
Vasil Usta için anlatılan hikayelerde,
namusunu korumak için dağa çıkarak
eşkıyalığa başladığı ve Sivas
hapishanesini basıp Rus generalini
kurtardığı anlatılır. Bunların
hangisinin gerçek hangisinin uydurma
olduğunu anlamak zor.
[74]
Yerasimos.Age.
s. 360
[77]
Fevzi Çakmak.
Büyük Harpte Şark Cephesi Hareketleri.
Şark Vilayetlerimizde, Kafkasya’da ve
İran’da.1935 de Akademide Verilen
Konferanslar. Ankara 1936
s 245-246
[78]
Topal (Gazi)
Osman Ağa,
gönüllü olarak katıldığı Balkan
savaşında yaralanıp gazi olmuş ve ayağı
topal kalmıştır. Birinci Dünya
Savaşı’nda, Doğu Karadeniz cephesinde
gönüllüleri ile birlikte savaşmış, cephe
gerisinde bozgunculuk yapan Rum ve
Ermeni çetelerinin korkulu rüyası
olmuştur. Mütareke döneminde Giresun’da
taşkınlık yapan Rumları hizaya getirmiş.
Milli Mücadeleye katılarak Koçgiri
isyanının bastırılmasında, Pontos
isyanının bastırılmasında ve Sakarya
Savaşı’nda çarpışmış. Çerkez Ethem
ihanetine
karşı Atatürk’ün ilk muhafız teşkilatını
kurup başında bulunmuştur. Topal
Osman’ın hayatı ile ilgili en tafsilatlı
eser için bkz.
Teoman Alpaslan.
Mustafa Kemal Paşa’nın Koruma Birliği
Komutanı ‘Öncü Kuvvacı’ Gazi Milis
Yarbay Topal Osman Ağa. Kum Saati
Yayınları. İstanbul – 2007.
[80]
Protestan misyonerlerin Osmanlı
topraklarına yayılması da bu tarihten
sonradır. Fakat Osmanlı, sisteminde
istiktar bozucu sonuçlarından dolayı din
değiştirmeye pek sıcak bakmıyordu.
İngiltere 1850’den sonra Protestanlığa
geçişi kolaylaştıracak imtiyazları elde
etti. Bu gelişmelerden sonra yaygınlaşan
Protestanlık faaliyetleri Rum ve Ermeni
kiliseleri tarafından daima şikayet
konusu yapılmıştır.
[81]
Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu daha
sonra Şark Meselesi olarak
adlandırılmaya ve en son Birinci Dünya
Savaşı’nda birbirleri ile rakip olan
güçlerin anlaşarak Osmanlı
İmparatorluğu’nu tasfiye etmek üzere
anlaşması ile yeni bir safhaya
girecekti.
[83]
Bunun, Doğu Karadeniz Bölgesine nüfus
hareketleri olarak
yansıması
şu şekildedir.
XVIII.
yy’da iç kesimlerdeki vilayetlerden
Karadeniz sahillerine göçen Rumlar
nedeniyle önce Karadeniz sahillerindeki
Rum nüfus oranı artmıştı. Daha sonra
bunların bir kısmı Fenerli Rumların
yönetimindeki Romanya topraklarına ve
önemli bir kısmı da Rus kontrolündeki
Karadeniz sahillerine göçmüş ve
sahildeki Rum nüfus oranı tekrar
azalmıştır. Göçlerin stabil bir hale
geldiği 19.yy sonlarında Doğu
Karadeniz
sahillerindeki Rum nüfus doğal
gelişimler sonucu tekrar artmaya
başlamıştır.
[84]
Ruslar, Fener Ortodoks Patrikhanesi’nin
gönderdiği misyonerler vasıtası ile
Hıristiyan olmuştu. Hristiyanlık
Rusya’nın devlet dini olduğu zaman
kurulan Rus kilisesi de Fener
Patrikhanesi’ne bağlıydı. Rusların
kiliselerini bağımsız bir hale getirmek
için bazı faaliyetleri vardı ve bu
Fatih’in İstanbul’u fethetmesinden sonra
gerçekleşti.
Bağımsızlıktan sonra bir bölünme yaşayan
Rus Ortodoks Kilisesi’nin dili Slavca
idi ve Slavca konuşan halklar arasında
yoğun faaliyetleri vardı. Bizans’ın
devamı iddiası ile Osmanlı
İmparatorluğu’ndaki Ortodoksların hamisi
siyasetini izleyen Rusya, Fener Rum
Patrikhanesine her yıl düzenli olarak
iki bin ruble değerinde altın göndermeye
başladı. Gürcüstan’ın işgalinden sonra
Gürcü Kilisesini de kendine bağlayan Rus
Ortodoks Kilisesi için bkz.
Dr. Sevinç
Aslanova. Kutsal Sinod’dan Rus Ortodoks
Kilisesine. IQ Kültür Sanat
Yayıncılık.İstanbul 2006.
[85]
Yerasimos. Age. s. 56
[86]
Bugün Fener
Patrikhanesinin Ekümenlik iddialarının
arkasında duran güç ABD’dir. Ekümenik
patrik, uzun vadede Balkanlarda ve Doğu
Avrupa’da
etkili olan
Rus Ortodoksluğuna karşı kullanılacak
çok güçlü bir silahtır.
[87]
Yerasimos.Age. s. 60
[88]
Yerasimos’un bu konuyu düşündüren
tespiti şu şekildedir.
” Pontos olayının
başını çekenler, gerek mizaçları
gerek
siyasi bağlılıkları bakımından
birbirinin zıddı olan iki din adamıdır.
O yıllarda Ortodoks kilisesi içerisinde
karşıt iki eğilimin bulunduğu kimse için
bir sır değildir ve İttihat ve Terakki
Cemiyeti önderleri de bu konuda bilgi
sahibidirler. Bunlardan
neo-emperyalistler diye
nitelendirebileceğimiz birincisi, yeni
Yunan devletinin, Osmanlı İmparatorluğu
ile yeni kurulan Balkan devletlerinin
topraklarına dağılmış olarak yaşayan
bütün Rumları içine alacağı noktaya
kadar yayılmasından yanadır. Bu seçenek
hem Venizelos’un politikasıyla hem de
sonradan Britanya İmparatorluğu’nun
Lloyd George’un başbakanlığı sırasında
benimseyeceği liberal politikayla
özdeşleşir. Daha çok eski
(paleo)-emperyalist diye görülebilecek
olan ikinci eğilim ise kilise
hiyerarşisinin çevresinde ve Ortodoks
patriğinin denetimi altında Bizans
İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını
hedeflemektedir.”
Bkz .Yerasimos Age. s. 355-356
[89]
Protestan misyonerlerin Karadeniz
sahillerindeki Rumlar arasında ne zaman
etkin olmaya başladıklarını bilemiyoruz.
Ama 1830’lardan sonra başlayan Protestan
misyonerlik hareketinin, 1860’lı
yıllarda Karadenizli Rumlar arasında
etkili olduğunu sanıyoruz. Ayrıca
Protestanların Ermenilere yönelik
çalışmalarının Rumlara nazaran
daha
başarılı olduğunu da söyleyebiliriz.
Protestanlık çalışmaları ve Protestan
olan Rumlar, Amerikan ve İngiliz
konsoloslarının özel ihtimamı
altındaydı. Bölgedeki
Ortodoks
Rumlar, cemaatleri üzerindeki bu
çalışmalardan
ve
Protestan Rumlardan çok rahatsızdılar.
Aralarındaki gerginlik hiç
azalmadan
devam etti ve yer yer çatışmalar oldu.
[90]
Ortaylı. Batılılaşma Yolunda. s 112.
Amerika ve İngilizlerin destekledikleri
Protestanlara karşı çıkanlar,
Katoliklerin hamisi Fransa, Ortodoks
Rusya, Gregoryen Ermeniler ve yerli
Ortodoks Rumlardı. Fransa ve Rusya bu
misyonerlerin engellenmesi veya
tutuklanması için Bâb-i âliye baskı
yaparken, Ermeni ve Rum cemaati içinde
de Protestan olanlara karşı şiddetli bir
karşı çıkış ve reddetme vardı. Bu
cemaatler protestan olanları
mahallelerinde, kiliselerinde ve
mezarlıklarında istemiyordu. Bu nedenle
birçok kez kavgalar yaşanmış, Bâb-i
âliye şikayetler yazılmıştır.
[91]
Bu süreçden bir kesit için bkz.İlhan
Ekinci. XIX.yüzyılın sonlarında Ordu
Kazasında Müslim-Gayrimüslim nüfusu ve
ilişkileri. Uluslar arası Karadeniz
İncelemeleri Dergisi. S.1 (Trabzon 2006)
s.55- 87. Protestanlığın Ordu’da ki
geleneksel toplum içinde yarattığı
sorunlar
için bkz. s. 67-71
[92]
Bu konuya Sümela Manastırını ziyaret
eden Fallmerayer de değinir.
[93]
Tanzimat’ı
takip eden yıllarda protestanlığın
Osmanlı toplumu içinde yayılmasından
başka din kaynaklı bir çok problem
yaşanmıştır. Yaygın olan zorla
İslamlaştırma iddialarının aksine,
Osmanlı sistemi din değiştirme işine pek
sıcak bakmıyordu. Bu nedenle din
değiştirme, özellikle Müslümanlıktan
Hıristiyanlığa geçiş yasaktı. Fakat
batılı güçler özellikle Protestanlığın
ve Katolikliğin yayılabilmesi için,
Osmanlı yöneticilerinden din değiştirme
konusunu serbestleştirmek için
gerekli
tavizleri almışlardı. Bu serbestliğin
Osmanlı toplumuna yansıması ise bazı
dışa kapalı
bölgelerde dışa karşı Müslüman görünüp
içte Hıristiyan inancını devam ettiren
küçük
toplulukların Hıristiyanlıklarını
açıklamaya (Tanassur) başlamaları idi.
Bu konuda bkz. Ortaylı. Batılılaşma
Yolunda.” Tanzimat Döneminde Tanassur ve
Din Değiştirme Olayları” adlı makale. s.
29-36. Geniş imparatorluk topraklarında
Musul, Trabzon, Girit, Üsküp, Prizen,
İşkodra gibi yerlerde bireysel yada
toplu olarak Hıristiyanlığa dönme
(Tanassur) olayların rastlanmıştır.
Gümüşhane’nin Kromni Vadisi’ndeki
(İkisu) köylerde rastlanan Tanassur
olayları için bkz. Yorgo Andreadis.
Gizli Din Taşıyanlar. Çev. Atilla
Tuygan. Belge Yayınları 1997 İstanbul.
Bu konu
daha çok
Hıristiyan kökenli araştırmacıların
dikkatini çektiği için olay daha çok,
Gizli olarak Hıristiyanlıklarını
sürdürüp ilk fırsatta
Hıristiyanlığa dönenler olarak ele
alınmıştır. Bizim bilgilerimizde onların
aktardıkları ile sınırlı. Oysa mesele
tarafsız ya da en azından “Din
değiştirme” olarak ele alınsa, konunun
çok daha
değişik
nedenleri veya boyutları olduğu ortaya
konabilir. Bir örnek vermek gerekirse,
aynı dönemde
Güneydoğu
Anadolu bölgesinde yaşayan 40-50 bin
kadar Süryani’nin toplu olarak
Müslümanlığa geçiş isteklerinin,
Müslüman din adamlarının başını çektiği
bir grup tarafından engellendiği gibi
çarpıcı olaylarla da karşılaşılacaktır.
[94]
A.Bryer – Jane
İsaac and D.Winfield. Nineteenth century
in the city and vilayet of Trebizond
Architectural and historical notes. Part
4. Arkhei Pontov 32(Atina 1972-1973)
s.125 – 310
bkz. s.191.
[95]
Mehmet Bilgin.
Sürmene Tarihi. İstanbul 1990
s.328-330
[96]
Bu sürecin Sürmene örneğinde açıklanması
için bkz. Bilgin. Age. s. 328-351
[97]
Bu kuvvetlerin çok önemli bir kısmı
Çanakkale’den çekilmek zorunda kalan
kuvvetlerdi. Bu durumdaki İngiltere için
Yunanistan’ı kendi tarafında savaşa
sokmanın ne kadar önemli olduğunun
takdiri de okuyucuya aittir.
[98]
Jelavich. Age. C.II. s.127-128
[99]
Bu meselede Pontoscu dernekler ( bu
konuda bkz.
Dr. Ali Güler.Yakın Tarihimizde Pontos
Meselesi ve Rum-Yunan Terör Örgütleri.
1995)
ve
çetelerin faaliyetleri
(
Bu konuda bkz.
Nuri Yazıcı. Milli Mücadele’de Pontoscçu
Faaliyetler. 1918-1922. Çizgi Kitabevi
Konya 2003
) göz ardı edilemez. Ama bu yazıda bizim
amacımız figüranlardan ziyade
odakları
açıklamaktır.
[100]
Yerasimos s.356-357
[101]
Harp Tarihi Vesikaları Dergisi Sayı. 4
(1953)
Vesika
No:69
[102]
Bölgeye sık sık gidip gelen İngiliz
subayları Rumların tahrikçisi ve
teşvikçisi olmuştur ( bkz. Yerasimos.
Age. s.369-371). Nitekim İngiliz
temsilcisi Solter, başlarında Metropolit
Germanos’un bulunduğu bir komite
örgütledi. Bu komitenin köylerde, yerel
planda mali kaynak toplamak, çete
başlarıyla bağlantı kurmakla görevli alt
komiteleri vardı. Germanos çete
reislerini Samsun Piskoposluğunda bir
araya getirerek Samsun, Bafra, Çarşamba,
Ünye, Fatsa, Tokat, Niksar, Merzifon,
Havza, Erbaa, Ladik, Amasya ve
Vezirköprü bölgelerinde örgütlenilmesi
kararı aldı ( bkz. Yerasimos age s.
372-373
). TBMM
Hükümeti döneminde çıkan Pontus
ayaklanmasında, en
kuvvetli
direniş bu bölgelerde meydana gelmiştir.
Bkz. Dr.
Mustafa Balcıoğlu. Belgelerle Milli
Mücadele Sırasında Anadolu’da
Ayaklanmalar ve Merkez Ordusu. Ankara
1991 s.70
[103]
Bu konularla ilgili Yunanistan’da birçok
hatıra yayınlanmıştır. Bunlar Pontos
meselesinin ortaya çıkması,
örgütlenmesi, yönlendirilmesi, aşamaları
ve sonuçları konusunda çok değerli bilgi
ve görüşler içermektedir Germanos ve
Hırisantos’un hatıraları bunların sadece
ikisidir. Bir araştırma enstitüsü
kurulup, bu hatıralar
derlenip
Türkiye’ye, Türkçe’ye kazandırılmalı ve
Türk araştırmacılar tarafından
incelenmelidir. Pontos soykırımı
iddiasında bulunanların o günlerde ne
tür organizasyonların içinde olduğu
böylece anlaşılır. Ayrıca arşivlerimizde
bu dönem Yunan konsolosluklarının ve
Yunan istihbarat elemanların
faaliyetleri hakkındaki raporlar
taranmalı ve yayınlanmalıdır. Günümüzde
dünyanın çeşitli yerlerinde Pontos
davası için çalışan 210 kadar dernek ve
kuruluş var. Bunlara Çince’ye kadar
değişik dillerde, Yunanlıların Pontos
davasını anlatan sayısız web sitesi ve
bunların tartışma formlarını ilave
ederseniz konunun ne boyutta bir tehdit
içerdiği anlaşılır. Önümüzdeki yıllarda
Ermeni
soykırım iftirasının benzeri Pontos
soykırımı iftirası, kabus gibi üzerimize
gelecek ve bütün açık uyarılara rağmen
şimdiye kadar gerekli çalışmaları
yapmayanlar bu iddialara hizmet etmiş
olacaktır.
[104]
Gıyabında
idama mahküm edildiği için, Yunan
ordusunun hezimetinden sonra
Yunanistan’a sığınmıştır. Daha sonra
Atina başpiskoposu ve Yunanistan
kilisesi şefi olan Hırisantos’un
“Trabzon Kilisesi Tarihi” adlı bir eseri
vardır. Bkz.
Dimitri
Kitsikis.Yunan Propagandası. İstanbul
s. 335. Hırisantos’un, İsmet İnönü ile
görüşüp, Meryemana Manastırı’ndaki
kutsal eşyaların kendilerine verilmesini
temin ettiği biliniyor.
[105]
Prof. Dr. Mesut
Çapa. Pontus Meselesi. Serander
Yayınları Trabzon 2001
s. 57
[106]
Bu görüşünü Paris’ten Trabzon’a
döndükten sonra yaptığı görüşmelerde,
verdiği demeçlerde dile getirmiş,
fakat daha
sonraki davranışları özellikle Batum,
Tiflis ve Erivan seyahatleri nedeniyle,
dile getirdiği fikirlerinde samimi olup
olmadığı konusunda şüpheler uyanmıştır.
Anlaşılan Hırisantos, her şeye rağmen
kendini talimatlara göre hareket etmek
zorunda hissediyordu.
[108]
Seyahatleri
ile ilgili Türk yetkililere, genellikle
maksadının üzerini örten bilgiler
vermeyi hiç ihmal etmemiştir.
[109]
Savaşın galibi olan İtilaf Devletleri,
diplomasi tarihinin alışık olmadığı bir
yol izlemiş, kendi aralarında
kararlaştırdıkları barış şartlarını
içeren metni mağlup devletlerin
temsilcilerine imzalatmışlardı. İtilaf
Devletleri temsilcileri Osmanlı
Devletine kabul ettirilecek şartların
tesbiti için Ocak 1919’da Paris’te bir
araya gelirken, Osmanlı hükümeti Wilson
prensiplerinden biri olan
self
determinasyon prensibinin kendileri için
de uygulanacağını zannediyorlardı.
[110]
Wilson’un
açıkladığı 14 ilke arasında yer alan,
“toplumların kendi kaderini tayin hakkı”
ifadesinden ümitlenen irili ufaklı
toplulukların resmi ya da gayri resmi
temsilcileri de Paris’e gelmişti.
Sorunlara çözüm bulamayan
Wilson,
sonunda “Ben
o sözleri söylediğimde her gün
üstümüze
gelen ulusların varlığına
dair
bilgiye sahip değildim”
demek zorunda kalmıştır. Ayrıca
paylaştırılan bölgelerdeki halkın, kendi
kararını kendi vermesi için plesbit
uygulamasını da benimsemiyordu. Bkz.
Sacit
Kutlu. Milliyetçilik ve Emperyalizm
Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti.
İstanbul Bilgi Üniversitesi
Yayınları.
İstanbul
2007.
s.491 .
Aynı şekilde Kuzey Irlandalıların
taleplerini
“ Bu kural Osmanlı
gibi mağlup devletletler için söz
konusudur.Galip devletler (İngiltere)
için değil”
diye red etmiştir.Görüldüğü gibi gerçek
ayrıntıda gizlidir ve tarihçinin görevi
gerçeğe ulaşmaktır.
[111]
Fener Patrikhanesi, varlığını ve gücünü
Osmanlı’ya borçlu olmasına rağmen
son 2- 3
asırda daima
Osmanlı
devletini ortadan kaldıran güçlerle
işbirliği içinde olmuştur. Son dönemde
açıkça
işgalcilerle işbirliği içinde hareket
ederken cemaati arasında onun bu
işbirlikçi tavrına karşı bir tepki
oluşmuş ve bu tepkiler giderek Türk
Ordodoks Kilisesi’nin kurulmasına ve bu
kilise vasıtasıyla Milli Mücadeleye
destek verilmesine kadar uzanmıştır.
Patrikhane “Siyah Kitap” ve “Pontos’un
Büyük Macerası” (Kırmızı Kitap) adlı
kitapları yayınlayarak Yunan
Propagandasına destek olmuştur. Bkz.
Çapa. Age. s.74
[112]
İngilizler ve onlara bağlı hareket eden
Venizelos’un amacı, İtalyanların
istediği İzmir bölgesinin Yunanistan’a
verilmesini temin etmekti. Hedefine adım
adım ulaşmayı düşünen Venizelos sonunda
bu amacına ulaşır. Daha sonraki adımlar
için, Hırisantos’a gerektiğinde
kendisine de karşı çıkmak üzere, Pontos
davasını savunması için müttefiklerle
görüşme imkanı sağladı. Ayrıca Atina’ya
yazarak, Pontos kökenli Rumlardan askeri
birlikler oluşturulmasını ve Albay
Katetionis’in Pontus güçlerini
örgütlemek üzere görevlendirilmesini
istedi.
[113]
İngilizlerin talimatı ile
Venizelos,
Hırisantos’a
Ermenilerle
görüşmelerini tavsiye etti. Hırisantos
Paris’te yaptığı bu görüşmelerden
olumsuz sonuç almasına ve umudu
kırılmasına rağmen gerçek efendi ile
görüşmek üzere 23 Temmuz’da Londra’ya
geçecek fakat burada da bir sonuç elde
edemeyecekti.
[114]
Hırisantos’u bu konuda destekleyen
kuruluş, Trabzon ve Havalisi Adem-i
Merkeziyet Cemiyeti idi.(“Trabzon’da
bir “Pontos Cemiyeti” vardı ki, Trabzon
ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyti ile
elele çalışıyorlardı”.)
Türk düşmanı olarak tanınan Trabzon’daki
Fransız temsilcisi Lepissier, adem-i
merkeziyet fikrini bölgede yaymaya
çalışıyor, bu amaçla, Trabzon ve
Havalisini Adem-i Merkeziyet Cemiyetine
bağlı ( sonradan bağımsızlığa uzanacak)
özerk bir bölge haline getirmek
istiyordu. (Adem-i merkeziyet fikri
Rumlar arsında da taraftar toplamıştı.)
1919’da
İstanbul’da
kurulan bu
cemiyet Pontus federasyonu fikrini
savunmak üzere
Paris’e bir
heyet göndermek amacıyla İstanbul’daki
Pontos komitesi ile temasa geçmişti.
Erzurum Kongresinde Mustafa Kemal’e
muhalefeti ile dikkati çeken Trabzon
Müdafa-i Hukuk Cemiyeti de ilk
kongresinde, Paris görüşmelerine
bölgedeki Türklerin hakkını savunmak
üzere bir heyet göndermek için karar
almıştı. Yerasimos, Müdafa-i Hukuk
hareketine karşı olan Adem-i Merkeziyet
cemiyetinin Rumlarla ilişiye geçmesinin
nedeninin Müdafa-i Hukuk’un
faaliyetlerini baltalamak olarak
açıklamaktadır. Bkz.Yerasimos Age
s.391-393.
[115]
Belgeler için bkz. Pontus Meselesi s. 65
[116]
Yersimos. Age s. 395. Hırisantos Trabzon
Milletvekili ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk
Derneği kurucularından Hafız Mehmet Bey
aracılığı ile 20 Ekim 1920’de İzzet
Paşa’yı evinde ziyaret eder. İmzalanan
protokolun kopyası Kara Vasıf Bey
aracılığı ile Sivas’a gönderilir. Bu
işbirliğinden Kanellopulos’un da haberi
vardır ve daha sonra Venizelos’un
baskısı ile ilişki kesilmiştir.
[117]
Araştırmacı
Jaeschke “8 aylık bir ayrılıştan sonra
1919 Kasım’da Avrupa’dan dönen
Metropolit Chrysantos’a ( Trabzon’da
yayınlanan İstikbal Gazetesi sahibi Faik
Ahmet ) Barutcu’nun tavsiye etmiş olduğu
gibi ‘ Türklerle Rumlar
Ermenilere
karşı bir arada hareket etmiş’
olsalardı, daha akıllıca hareket etmiş
olurlardı” diye yazmaktadır. Bkz.
. Gotthard Jaeshke. Kurtuluş Savaşı ile
İlgili İngiliz Belgeleri. Çev. Cemal
Köprülü Türk Tarih Kurumu 2. bs.. Ankara
1986. s.
58.
[118]
Yunanistan, Türklerle temasa geçilmesine
şiddetle karşı çıkmış, başarılı
olabilmek için Rum - Ermeni işbirliğinin
gerekli olduğu fikrini empoze etmişti.
İstanbul’da adem-i merkeziyetçilerle
olan ilişkiler de Yunanistan’ın
baskısıyla kesilmiştir.
[119]
Paris Barış Konferansı’nın son genel
oturumu
29 Ocak
1921 de
yapılmıştır. Konferans çalışmaları
sürerken İngiltere’nin kişisel
ilişkileri kolaylaştıracağı savıyla,
barış şartlarının daha küçük
konferanslarla tesbit edilmesi teklifi
uygun bulunmuştu. Bu doğrultuda Londra
Konferansı 12 Şubat – 10 Nisan 1920
tarihlerinde Osmanlı Devletine
imzalatılacak barış şartlarını görüşmek
için toplandı.
[120]
Londra Konferansının devamı olarak
18 – 26
Nisan 1920
de toplanan San Remo Konferansı’nda,
anlaşma şartları ve bu şartların
Osmanlıya kabul ettirilmesi için
uygulanacak baskılar kararlaştırıldı.
[121]
Galip devletler Paris’te ve takip eden
diğer
toplantılarda paylaşım için görüşmeler
yapmış, bu görüşmelerde ABD, İngiltere
ve Fransa kendi aralarında gizli bir
görüşme yaparak İtalyanların heveslerini
kaçırmak için Yunan Ordusunun,
İtalyanların istediği İzmir’e çıkması
gibi uygulamaları devreye sokmuştu.
İtalyanlar devre dışı bırakıldıktan
sonra aynı oyun ABD ve İngiltere
tarafından Fransa’ya karşı oynandı.
Oyunu fark eden İtalya ve Fransa bir
yandan verilenle yetinmek zorunda kaldı,
diğer yandan Fransa’ya bırakılan Güney
Doğu Anadolu ve Suriye gibi topraklarda
gizli İngiliz düşmanlığına maruz kaldı.
( Urfa gibi şehirler önce İngilizler
tarafından işgal edilmişti. Sonra
İngilizler Güneydoğu’daki kuvvetlerini
Petrol bölgesi Musul’a toplamaya karar
verdiler. Anlaşma ile İngilizlerin
çekildiği bölgeler Fransa’ya verildi.
İngilizler Urfa’yı boşaltırken birkaç
top ve makinalı tüfeği Türklere bıraktı.
Çok ağırlar, biz götüremiyoruz belki
size lazım olur dediler. Gerçekten de o
silahlar Fransızları bölgeden kovarken
çok iş gördü.) Daha sonra Fransa bu
oyunu gördü. Fransa ve İtalya,
Anadolu’daki TBMM Hükümeti ile
anlaşmalar imzalayarak sahneden çekildi.
Fransızların bazı silah depolarını
Türklere bıraktığı iddia edilse bile,
İtalyanlar Rusya’dan gelen yardım parası
ile Anadolu hareketine malzeme
satmıştır. Lozan anlaşması
görüşmelerinde İngiltere, Musul ve
Kerkük bölgesindeki haklarımızdan
İngilizlerin lehine tamamen vazgeçecek
imzayı atmamız karşılığında o zaman
Fransızların elinde olan Suriye’nin bize
verilmesini teklif etmiştir. Bu
gelişmelere batılı araştırmacılar boşuna
“Büyük Oyun” dememiş!
[122]
İngiltere, Amerika’dan Osmanlı’yı işgal
eden güçlere asker vermesini istemiş,
Başkan Wilson, ülkesi ile Osmanlı
devleti arasında savaş ilan edilmediği
cevabıyla bu teklifi reddetmişti.
[124]
İstanbul’daki hükümet İngilizlerin
desteği ile, ulusal direnişi boğmak
için, Anadolu’da iç savaş yaşanmasına
sebep olan isyanları organize ediyordu.
[125]
Merkez Ordusu ve Nurettin Paşa hakkında
bkz. Dr.
Necati Fahri Taş. Nurettin Paşa ve
Tarihi Gerçekler. Nehir Yayınları.
İstanbul 1997.
ayr.bkz.
Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu. İki İsyan
Koçgiri, Pontus Bir Paşa Nurettin Paşa.
Nobel Yayın Dağıtım. Ankara 2000.
ayr bkz.
Dr. Mustafa Balcıoğlu. Belgelerle Milli
Mücadele Sırasında Anadolu’da
Ayaklanmalar ve Merkez Ordusu.
Ankara.1991.
[126]
Merkez Ordusu, bölgede başta
metropolitlikler olmak üzere
Pontoscuların bütün karargahlarına
girmişti. Buralarda el konulan belgeler
olayı tüm boyutu ile ortaya koyuyordu.
Girilen karargahlardan biri de
Merzifon’daki Amerikan Koleji idi.
Amerika 1890’dan sonra
emperyalist
niyetlerini “yardım” kelimesi ardına
gizlemişti. Müdahale amaçlarını
bugün
olduğu gibi
“Amerika’ya
düşen görev
”, “
sorumluluklarımız
” vb gibi sözlerle gerekçelendirerek
gizlemiştir. Gerçekte ise Amerikan
sermayesinin dünya pazarlarını ele
geçirmesi hedefleniyordu. Osmanlı -
Amerika ilişkileri başladıktan sonra,
Amerika’da diğer ülkeler gibi serbest
ticaret ve serbest misyonerlik faaliyeti
hakkını almış, fakat Rusya, İngiltere,
Fransa ve Almanya gibi Osmanlı
yönetimine müdahaleci ve baskıcı bir
tutuma girmemişti. Amerikan
misyonerlerinin faaliyet alanı olarak
Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Çukurova
ve Orta Anadolu’yu seçmesi, bu bölgede,
köylerde bile misyon kurarken,
Rumeli’nin
kültür ve ticaret merkezi olan önemli
vilayet merkezlerinde bile faal
olmaması, uzun vadeli bir plan
uygulandığını düşünmemizin nedenlerinden
biridir. Birinci Dünya Savaşı bitiminde
Amerika’nın Türkiye’de
675
Amerikan Okulu vardı ve Amerika’nın
Türkiye’ye sızması 19.yy.’da başlamıştı.
Amerikan misyonerlerinin Türkiye’deki
eylemlerini anlatan Fransız gazetecisi
M. Pernot, bu misyonerlerin, ülkelerinin
ekonomik ve sıyasal çıkarlarını
güttüklerini, misyonerlerin arkasından
Türkiye’ye
Amerikan
mallarının geldiğini
belirtmekteydi.(bkz.
A.M. Şamsutdinov.
Mondoros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal
Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923. Çev.
Ataol Behramoğlu. Doğan Kitap.
İstanbul
1999
s.40).
Ermeni ve
Rumlara yönelik Merzifon’daki Amerikan
Koleji’nde elde edilen belgelere göre
Pontoscu örgütlenme, 1904 yılından
itibaren bu okulda başlamış ve çevreye
yayılmıştı. Okulun öğretmenlerinin tümü
Ermeni ve Rumlardan oluşuyordu. Okulda
sadece iki Türk öğretmen görev
yapmıştır. O dönem okuldaki tek Türk
öğretmen olan Zeki Ketani Efendi, 12
Şubat
1921’de
okuldaki Edebiyat Kolu toplantısından
sonra evine giderken vurularak
öldürülmüştü. Zeki Ketani Efendi’nin bu
okulda çalışmasını hazmedemeyen Türkler
tarafından öldürüldüğü yayılarak bu
cinayetin
üstü örtülmek istendi. Oysa Merkez
Ordusu, Pontoscu
elebaşıları
tutuklamaya başlayınca, bunları Zeki
Ketani Efendi’nin ihbar ettiğini düşünen
Rum çeteciler tarafından intikam için
vurulmuştu. Okulda
yapılan
aramalarda Pontos bayrakları, Pontos
devletinin sınırlarını gösteren
haritalar, bir kaç okul öğrencisininde
aralarında bulunduğu silahlı grupların
okulda çektirdiği fotoğraflar ve
Pontoscu örgütlenme ile ilgili
dökümanlar bulunmuştu.
[127]
Bu tedbirleri, askeri operasyonların
yanısıra, asker kaçağı Rumları askere
alıp, amele taburlarında askerlik
yaptırmak, silah toplayarak bölgeyi
silahsızlandırmak, bölgeye dışardan
gelip yerleşen Rumları geldikleri yere
göndermek, sansür uygulamak ve
15-55 yaş
grubundaki erkekleri iç
bölgelere
sürgün etmek gibi uygulamalar olarak
sıralayabiliriz.
[128]
Ergün Aybars.
İstiklal Mahkemeleri Yakın Tarihimizin
Gerçekleri 1920 - 1927. Milliyet
Yayınları İstanbul 1977
s.130
[129]
İngilizler,
Türk - Sovyet işbirliğini önlemek için
bir yandan Sevr Antlaşması’nda bazı
değişiklikler yapmayı vaad ederek
Mustafa Kemal ile anlaşma yolları
aradılar. Diğer yandan Sovyetlerle bir
ticaret anlaşması imzalayarak Mustafa
Kemal’e yardım yapılmaması şartını ileri
sürdüler. Sovyetler meruiyetlerini
tanıtacak bu anlaşmayı imzalamak için
şartı kabul
ettiler. Fakat Mustafa Kemal’e de
gizlice yardım ettiler. Bkz.
Yrd. Doç. Dr. Rahmi Doğanay. Milli
Mücadelede Karadeniz (1919-1922) Atatürk
Araştırma Merkezi Ankara 2001.
s
43- 44.
Sovyetlerle imzalanan Moskova anlaşması
bu işe resmiyet kazandırmıştı. Sovyetler
Karadeniz’de bulunan İtilaf donanmasına
karşı savaş açmış ve Ankara’nın ulaşım
sağladığı limanlar rahatlamıştı. Bkz.
Age s 84 Arşivlere dayanarak konuyu ele
alan Doğanay, meseleyi
bir bütün
olarak ele alıp, fotoğrafın tamamını
görecek
yaklaşımı
başarmış ender araştırmacılardan
biridir.
[130]
Ekim
1917’de Paris’te
“Pontos
Milli Merkezi”
ve aynı
amaçla A.B.D. de özel bie komite
kurulmuştur. İngiliz, Fransız ve
Amerikan gazetelerinde yoğun bir
propaganda faaliyetlerine girişilmiştir.
[131]
Anonias (Anonya) Rus ordusunda yükselmiş
Rum asıllı bir subaydı. Ruslar, Doğu
Anadolu’dan çekilirken Rus ordusundaki
Gürcü ve Ermeni asıllı askerlerden bir
Gürcü, bir de Ermeni fırkası kurmuştu.
Bunlardan Antarnik komutasındaki Ermeni
fırkası geri çekilirken, Doğu Anadolu’da
bir çok katliam gerçekleştirmişti. Bu
politika doğrultusunda Trabzon’un
boşaltılmasından sonra
Batum’da
toplanmış ve Kafkasya sahillerinde
bulunan Rumlardan bir fırka teşekkül
ettirilmişti. Rus ordu ve donanmasında
görevli olup
Kafkas -
Pontos birliğine katılmak isteyen
Rumlara izin verilmiş, birliğe silah ve
cephane sağlanmıştı. Albay Anonias,
Nikiforakis ve Rus Üniversitelerinde
Profesör olan Spiliotis’in komuta ettiği
bu birlik, 1917 Ekim’inde Kafkasya
bölgesindeki Rumlar tarfından
destekleniyordu. 12.000 kişilik bu
kuvveti 50.000 e çıkarmak için de
çalışmalar yapılıyordu.
Pontos
devletinin kurulması için en çok sözü
edilip, güvenilen kuvvet
Anonias’ın
kuvvetleriydi. Bu fırka Bolşeviklerin
Kafkasya’ya inmesi ile dağılmış ve
mensuplarından bir kısmı Doğu Karadeniz
Bölgesi’ne muhacır görüntüsü ile sızarak
çetelere katılmıştı. Anonias, 25 Şubat
1919’da
Hırisantos’a yazdığı mektupta dağılan
fırkaya mensup subay ve erlerle emrine
girmeye hazır olduğunu belirtmişti. ( bu
konuda bkz.
Pontos Meselesi.
s.180
ayr bkz.
Yazıcı. Age s. 37-38)
[132]
2 Aralık 1918’de İngiltere’ye sunduğu ve
aynı iddia ve
bilgileri
içeren raporun kenarına, İngiliz
tarihçisi Arnold J. Toybbe şu derkenarı
eklemişti:”
Bu muhtırada ileri
sürülen istatistik ve hudutlar hayal
mahsulüdür”
(bkz. Jaeschke. Age. s. 57 ) Bu
Konferansta Yunanistan Devleti’nin
30 Aralık
1918’de verdiği bilgiler doğru kabul
ediliyordu.
[133]
Başlangıçta Van ve çevresinde bir Ermeni
devleti kurmayı amaçlayan Ermeniler,
emperyalizmin kendilerine sunduğu
hayaller peşinde koşmaktan ve Büyük
Ermenistan adını verdikleri coğrafyada
devlet sahibi olma ihtimalinden
mutluydular. Fakat bu sahte mutluluk çok
sürmedi. Ermenistan,
Sovyet
Rusya’nın güdümünde küçük ve fakir bir
ülke oldu.
Ermenistan
dışında yaşayan Ermeniler ise asimile
olmamak için Türk düşmanlığını, Ermeni
kimliğini yaşatıcı unsur olarak canlı
tuttular. SSCB’nin yıkılmasından sonra
açlık nedeniyle nüfusunun 2/3 ü
yurtdışına gitmek zorunda kalan
Ermenistan devletinin yöneticileri
Ermenistan’ı ayakta tutabimek,
Kafkaslarda Birinci Dünya Savaşında
oynanan oyunun benzerinde rol almak için
barış yanlılarını tasfiye ederek Türk
düşmanlığına sarıldılar.
[134]
Yerasimos. Age s. 382
[135]
Yerasimos. Age. s. 408
[136]
Bir iki
asır öncesine gittiğimiz zaman, Yahudi
topluluklarının yaşadığı Osmanlı
coğrafyasında ve özellikle Selanik ve
çevresinde Rumlar, Yahudilere karşı din
kaynaklı bir düşmanlık güdüyordu.
Ortodoks dini çevreleri Yahudilerin
Hamursuz bayramında, kaybolan çocukların
Yahudiler tarafından kaçırılıp bayram
için katledildiğini ve iğneli fıçı
hikayelerini
yayarak
kışkırttıkları Rum cemaatini,
Yahudilerin üzerine saldırtırdı. Bu
konularda sayısız dilekçeyi Osmanlı
yönetimine vererek Yahudilerin
cezalandırılmasını, bölgelerinden
uzaklaştırılmalarını isterlerdi. Sürekli
tekrarlanan Rum kışkırtmasının
farkına
varan Osmanlı yönetimi, bu tür
şikayetlerin hiç bir şekilde dikkate
alınmaması için bir kaç kez ferman
yayınlamak zorunda kalmıştır. Bu nedenle
Osmanlı Selanik’ten ayrılırken
Yahudilerin bir kısmı da Osmanlı ile
birlikte Selanikten ayrılmış, 1917 de
Yunanlıların Selanikte Yahudi
mahallelerini yakmalarından sonra bir
çoğu İstanbul’a veya diğer Osmanlı
topraklarına göçmüştür. Selanikliler
denilen tayfanın çoğunluğu da Sebatayist
değil Yahudi olanlar idi. Osmanlı
Yahudileri, bu ve benzeri nedenlerle
Osmanlı
devletini ve Türkiye Cumhuriyetini,
İsrail Devleti kurulana kadar kendi
devletleri olarak kabul etmiş ve bunun
gerektirdiği şekilde davranmışlardır.
Nitekim
Milli
Mücadeleye destek vermişler, Lozan’da
Türkiye adına faaliyette bulunmuşlardır.
Kanelopulos’un
çabaları bu
birlikteliği bozmaya yöneliktir.
[137]
Bu sonuncusu için patrik vekilini pek
suçlayamayız. Çünkü, Şeyhülislam da
benzer bir fetva yayınlamıştı. Yunan
işgaline uğrayan yerlerdeki bazı din
adamları bu fetvaya uyup, Yunan ordusunu
karşılamak üzere papazlarla birlikte
karşılama törenlerine katılmış, Yunan
ordusuna karşı koyanların, din ve
padişah efendinin düşmanı olarak
öldürülmeleri için halkı kışkırtmıştı.
Hiçşüphesiz bu fetvaya uymayan,
gerekirse şehid olan din adamları da
vardı.
[138]
Düğmeye basıldı ve takip eden günlerde
Temps gazetesinde Hırisantos’u öven bir
makale yayınlandı. Aynı günlerde benzer
makale ve ropörtajalar Avrupa
gazetelerinde yayınlanmaya başlamış,
sahneye sürülmeden önce Hırisantos
kamuoyuna önemli bir şahsiyet olarak
tanıtılmıştı.
[139]
Venizelos’da Giritli idi.
[140]
“Maarne ve
Romanya cephelerinin başarılı generali
Henri-Mathias Berthelot, Rumların
Karadeniz kıyısında bağımsız bir Pontos
kurmak istemelerini gülünç buluyordu.16
Şubat
1920’de
görüştüğü
Llyod Gerog’a Berthelot, “yani
%5 Rum... ve müstakil bir devlet
kurulması.. bu Rumların tamamının
öldürülmesi demek olur”
demişti. Bkz. Kutlu. Age.
s. 507
[141]
Yerasimos . Age. s.387
[142]
Doğanay Age. s. 52.
[143]
Yerasimos. Age. s. 404
[145]
Pontus gönüllülerinden oluşan 35. Alayın
3.Taburu
üsteğmenlerinden Tanas Tassoudis
Hrisantos’un yeğeni idi. 22.Haziran 1920
de Yunan Genel Karargahı, Erkân-ı
Harbiye Dairesinde görevli iken geldiği
Balıkesir’den dayısı Hırisantos’a
yazdığı mektup için bkz. Pontos
Meselesi. S 116-120. Diğer yeğeni
Yorgi
Tausidis ise gönüllü olarak katıldığı
Pontos birliği ile Aydın Demiryolu
İstasyonu Müstahkem Mevki
Kumandanlığında Çavuş olarak dayısına
yazdığı mektup için bkz. Age s. 120
[146]
Bir Yunan muhribi 20 Eylül 1921’de
Perşembe’den Rize yönüne hareket etmiş,
Araklı’ya kırk beş bomba attıktan sonra
batıya dönmüştü.
[147]
Bu esirler
Atina
yakınlarındaki esir kampında kaldıktan
ve savaş
sonunda esir mübadelesi konusunda
anlaşmaya varıldıktan sonra serbest
bırakılmıştır.
[148]
İngilizler için zor olan bu halkları
Türklere karşı savaşmaya razı etmekti.
Tiflis’te bir İngiliz subay grubu vardı.
Bu grub bölgeden ayrılmamıştı. Önce
Rusları savaşa devam etmek için ikna
etmeye çalıştılar. Bu mümkün olmayınca
Türklerin Kafkasya’ya yerleşmesini
önlemek için,
daha çok
hangi etnik grubun daha iyi
savaşabileceğine, yardımı hak ettiğine
karar vermekle meşgul oldular.
Gürcülerden bir şey çıkmayacağını çabuk
kavradılar. Çünkü Gürcüler savaşmak için
aldıkları paraları çabucak iç ettiler.
Çarlık ordusunda eğitilmiş ve savaşmış
Ermenilerin ise
savaşa
devam etmek için bir çok nedeni vardı.
Tahran’daki İngiliz konsolosu vasıtası
ile getirtilen para ve
Rus
ordusunun terkettikleri silahlar
verilerek, savaştan sonra
ödüllendirilecekleri vaadi ile Doğu
Anadolu ve Azerbaycan’da katliamlar
yapmalarına imkan sağlandı.
[149]
Yerasimos. Age s.367
[151]
Türkler ve Rumlar arasında eşit davranan
Naçarnik, Türklere zarar veren, Rumları
ve Ermeni askerlerini cezalandırmış,
Türk asıllı (Tatar) Rus askerlerini
görevlendirerek, Türk mahallelerinde
emniyeti sağlamıştı. Rus kuvvetleri geri
çekildiği zaman da ev ve eşyasını
Türklere emanet ederek, bölgeden
ayrılmış ve daha sonra tek başına
gelerek eşyalarını alıp Rusya’ya
dönmüştü. Bkz. Bilgi. Sürmene Tarihi. s.
414
[153]
“Yunan birlikleri,
Batı’nın desteğini kazanmak için İtilaf
Devletleri’nin Bolşevik rejimine karşı
müdahalesinin emrine verildi.”
Bkz Jelavich. Age
C.II.
s. 182
[154]
16 Kasım
1920’de son grup İstanbul’a varmıştı.
[155]
Fransız
gazeteleri,
Türklerin Anadolu sahillerindeki Rumları
katledildiğini, Fransa’nın bunlara
yardım etmediğini yazmaya başlamıştı. Bu
eleştirilerden sonra
Fransa,
kömür bölgesi olan Zonguldak ve
çevresini işgal etmişti.
İngiltere
ise Rumların güvenliğini sağlamak
bahanesi ile Samsun ve Merzifon’u işgal
edecek daha sonra bölgeyi boşaltacaktı.
Bu arada Yunanistan’ın kışkırttığı
Pontosçu çetelerin,
bölgede
huzur ve güvenin kalmadığı şeklindeki
probagandalar için malzeme oluşturduğu
ve bölgenin İngiliz ve Fransız
kuvvetleri tarafından işgali için
çalıştığı unutulmamalı.
[156]
Moskova’ya 200 km. kadar yaklaşan
General Denikin’in orduları 1919 Ekim
ayından itibaren çekilmeye başlamış,
Karadeniz’in kuzey sahilleri
mültecilerle dolmuştu. 1919’da Amiral
Kolçak’ın öldürülmesi ve
Denikin’in
yenilmesi üzerine 1920’de
General
Wrangel desteklenmeye başlanmış,
İngilizler Denikin’den geriye kalan
silah ve askerleri Wrangel’e taşımaya
başlamışlardı. Fakat Wrangel de başarılı
olamadı.
[157]
Büyük devletlerin oyuncağı durumundaki
Yunanistan, onların politikaları
doğrultusunda sadece Karadeniz’in güney
sahillerindeki Rum toplumunun değil,
Karadeniz’in Kuzey ve Kafkas
sahillerindeki Rum topluluklarının da
mahvolmasına sebep olmuştur.
Bu
insanların dalından kopmuş bir yaprak
gibi oraya buraya nasıl savrulduğunu,
ait
olmadıkları bir devletin, işbirlikçi
politikacılarının
emperyalizme yaranmak için uyguladığı
çılgınca politikalar sonucu
nasıl
mahvolduklarını daha teferruatlı bir
şekilde anlatmak gerekir. Aslında
Yunanlılıkla hiçbir alakası olmayan
Karadeniz’deki Rum toplumun aldatılışını
ortaya koymak için bir çok detay daha
sıralayabiliriz. Fakat bu, yazımızın
amacını çok aşar. Burada sadece bir
ayrıntıya dikkati çekerek neyi
kastettiğimizi anlatmak istiyorum.
Emperyalist oyunlarla felakete
sürüklenen Anadolu ve Karadeniz
bölgesindeki
Rum
topluluklarının genel hayat
standartları, Yunanistan sakinlerinden
çok daha yüksekti. Birleşmiş Milletlerin
ve Kızılhaç’ın yardımlarına rağmen fakir
Yunan devleti, İngiliz emperyalizmine
hizmet uğruna, başka coğrafyalara
uzanarak maceraya sürüklediği bu
insanları, İngiliz
yönlendirmesi ve desteği
ile
Yunanistan’a toplayarak işgal ettiği
yeni bölgelerdeki Yunan nüfusunu
artırmak istedi. Fakat bunların
sorunlarını çözemedi. Bir çoğu, sınır
boylarında, verimsiz arazilerde iskan
ettirildi. Yunan toplumu çok geri idi. “Doktor,
avukat, öğretmen, tüccar ve zanaatkar
gibi vasıflı insanlar becerilerine
ihtiyaç duyulmadığı için işsiz kaldılar
“ (bkz. Jelavich Age. C.2 s. 186).
İç
çatışmalar nedeni ile çoğu zaman
istikrar
sağlayamayan Yunan devlet adamlarının
yapabildiği tek şey, aşırı milliyetçilik
yaparak Türk düşmanlığı yaratmak ve
oluşturulan kin etrafında bu insanların
toplanmasını sağlamaktı. Hala devam eden
bu politikanın
en son
örneği Pontos soykırımı iddiaları ve bu
çerçevede yapılan faaliyetlerdir.
[158]
Kendine
pastadan küçük bir dilim düştüğünü gören
Fransa bundan sonra Türklere yönelik
etkili bir harekete girmemiş ve daha
sonra da Ankara hükümeti ile
anlaşmıştır.
[160]
Yunanistan, 24 Şubat 1994 tarihinde
Yunan Parlementosu’nda oybirliği ile 19
Mayıs gününü Pontos soykırımını anma
günü olarak kabul etti. Bu karar, 7 Mart
1994 tarihinde
Yunanistan
Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak
yürürlüğe girmiştir.
[161]
Metinde bu kadroların benzer
faaliyetlerine dair bir çok örnek
sunulmuştur. Burada son bir örnek daha
vermek istiyoruz. İngiliz başbakanı
Lloyd George’un kardeşi
subay
Rawlinson 1919 yılında Trabzon’dan
Erzurum’a giderken uğradığı Gümüşhane’de
Gümüşhane piskoposu
ile
görüşür. Piskopos Rumların, Türklerden
gördüğü kötü muamelelerden şikayet
ederek, İngilizlerden
yardım
ister. Bu tür tiyatrolardan bıkmış olan
Rawlinson tarafından terslenir (bkz.
Jaeschke.Age s. 59).
[162]
Kutlu. Age.s. 499.
“ Osmanlı Rumları
arasında bir Bizans İmparatorluğu
peşinde koşan veya Yunanistan’a
bağlanmak isteyen
radikal
kesimler çoğunluktaydı... Yunan
harekatının ilk çağlardan beri
Anadolu’da yaşayan Rum toplulukların
felaketiyle sonuçlanmasından korkanların
sayısı az değildi... Rum ahali arasında,
Yunanistan’a bağlanmadan Osmanlı teb’ası
olarak kalmak isteyen önemli bir kesim
mevcuttu.”
[163]
Bkz. Çapa.
Age. s. 36 - 42
[164]
İngiltere Başbakanı Lloyd George, denize
dökülmeden 20 gün önce Yunan Ordusu’na
moral vermek için İzmir’e gelir. Son
senaryo, Batı Anadolu’da Çerkezler ve
Rumların bir devlet kurması idi. Bu
konu Türk
araştırmacılar tarafından ihmal
edilmiştir. Zaferden sonra, bu oluşumun
içindeki Çerkez unsurlar, Girit’te
eğitilip, emperyalizmi yenerek kurulan
Türkiye
Cumhuriyetini yıkmak üzere suikast ve
isyanlar yapmak üzere Anadolu’ya
gönderilmiştir.
[165]
II.İnönü
Zaferi’nden sonra İngilizler,
tarafsızlıklarını ilan etmişti.
İngilizler, Anadolu’da isteklerini Yunan
Ordusu’na dayanarak
elde etmeye
çalışıyorlardı. Ne zaman Yunan Ordusu’na
ihtiyaçları olsa, hemen megali idea
ısıtılmış ve Yunan ordusu cepheye
sürülmüştü. Fakat İngilizler, ileride
Türklerle barış yapma imkanını
kaybetmemek için böyle bir açılım
yaptılar. Bunu yaptıktan sonra da her
yolu kullanarak Yunanlıları
desteklemeye devam ettiler.
[166]
Jaeschke. Age s.
59 . Savaştan sonraki gelişmeler
Karamanlılar için bir facia oldu.
Yunanistan onları Yunanlılaştırarak yok
etti ve gerçek anlamda onlarla olan
hesabını gördü.
[167]
Yerasimos. Age. s.
76-77
[168]
Bu, pastadan
büyük payı
almak için oynanan
oyunun en
temel kurallarından biri idi.
|