| YAZI: SERVET
SOMUNCUOĞLU / FOTOĞRAFLAR: AYTUNÇ
AKAD
Belli belirsiz sorular var çocuk
yüreğimde. Sabah yaylaya çıkılacak
ve ben on yaşındayım. Yayla neresi,
oraya nasıl gidilecek hiçbir fikrim
yok. Sadece durmuş, ortalıktaki
telaşı izliyorum. Babaannem her
zamanki otoriter tavrıyla etrafa
emirler yağdırıyor. Yayla onun
hayatındaki en önemli ve asla
vazgeçemeyeceği kavram. O, benim de
yaylaya çıkmam yönünde kararını
vermiş. Yüzüm solgun, zayıfım;
yaylada yüzüm kızaracak, kilo alacak
ve serpileceğim. Babama söylediği
sözler bunlar.
Babamın ona diyeceği bir şey yoktu,
çünkü babaannem, Kurtuluş Savaşı'nda
düşmana karşı direniş gösteren
'çete' reislerinden Topal Osman
Ağa'nın sağ kolu 'Deli Bilal'in
kızıydı. Yirminci yüzyıl başlarında,
Rus işgalinde en büyük kavgayı veren
çete reislerinden biri 'Deli
Bilal'in kızı başka türlü olamazdı.
Onun, büyükbabam Mehmet
Somuncuoğlu'ndan başka kimseden
korktuğuna, çekindiğine tanık
değildim. O, 'Bilal Kızı Fadime'ydi
ve onun 'olur' dediği, olurdu!
|
| 'Çise
geldi' ve 'Duman geldi'
yayla insanlarının en çok
kullandığı deyişlerden
ikisi. Çisede ve sis
anlamında kullanılan dumanda
yürümenin, yüzü gerip cilde
iyi geldiğine ve insanı
gençleştirdiğine inanılıyor.
Karadeniz sahillerine çok
uzak olmadığı için
genellikle sis altında kalan
yayla insanları
birbirlerini, ya kahvelerde
ya da cuma namazlarında
görüyorlar. |
|
|
Bir sabah alacakaranlıkla yola
düştük. Ben Bursa'da büyümüştüm ve
yaylayla ilk defa tanışacaktım.
Neler olacağını kavrayamıyor,
yürüyordum. Etraftan yeni kafileler
bize katılıyordu. Göçü yönetenlerin
sert bağırışları arasında,
ineklerimiz yanımızda tırmanıyorduk.
Benim de yürütmek zorunda olduğum
bir inek vardı. Çok sonra anladım
ama o inekle birlikte bana da bir
sorumluluk verilmişti. Yoruluyordum
ama bir şey diyemiyordum. Kimse
yorulduğunu söylemiyordu çünkü o gün
yaylaya varılacaktı.
Aradan geçen onca yıla rağmen o göç
aklımda yer edecek ve onu yaşarken
asla sevmemekle birlikte, beni hep
kendine çekecekti. Son yıllarda,
Karadeniz vardı gönlümde; Giresun'un
Sis Dağı'nda yaşanan, yurdun dört
bir yanından, binlerce insanın akın
akın geldiği bir şenlik vardı.
Dağdaki 'Odcu Haftası Şenlikleri'ne
yetişmek için geceyi yırtarak yol
alıyordum. Yıllar önce 'Odcu
Haftası'na gidecek miyiz' diye soran
kızına cevap veren bir annenin
şiveli sözleri çınlıyordu
kulaklarımda: 'Gitcek. Gitcek.
Küccük kazanı satcak yine gitcek.'
Karadeniz sahillerinde, Sakarya'nın
Karasu ilçesinden tutun da, Artvin'e
kadar yaylaların şenliği vardır. Bu
şenlik Artvin üzerinden kıvrılıp
Kars'a kadar devam eder. Her bir
yaylanın kendine has dokusu, iklimi,
otu, çiçeği ve insanı vardır.
Hepsine yayla deyip geçenler birkaç
gün orada yaşayınca anlarlar
aralarındaki farkı. Yayladan yaylaya
ineklerin kafalarına takılan süslü
örmeler, keçilerin çanları, yayla
evlerinin mimarileri değişir.
Çalınan kemençe havalarıyla da
birbirinden ayrılır yaylalar,
'Akçaabat Havası', 'Maçka Havası',
'Sis Dağı Havası' diye. Trabzon'dan
öteye, Rize ve Artvin'e geçince ise
kemençenin yerini tulum alır.
|
|
Karadeniz
Bölgesi'ndeki
şenliklerin
hemen
hepsinde
horon
ekipleri
var.
Bunların
arasında çok
beğeni
toplayanlardan
biri
Akçaabat
Horon Ekibi,
Giresun'un
Çanakçı
ilçesine
bağlı
Kuşköy'de
yapılan
'Kuşdili'
şenliklerine
sürekli
katılıyor.
|
|
|
|
|
|
Sis Dağı'nın
hafızası
onlar:
Yaşananları
bilir,
yıllar geçse
de
unutmazlar.
Sis Dağı'nda
yaz kış
yaşayan
Hasan
Demirbaş ve
eşi Zeynep
Ana yaylanın
elli yıllık
tarihini
beraber
saklıyorlar.
|
|
|
|
|
Yaylacılık, her türlü gelenek ve
göreneğiyle, Türklerin Orta Asya'dan
getirdiği bir yaşam biçimi. Bir
zamanlar, yaylalara çıkmak yaşamı
sürdürmenin gereğiydi ve o günler
bugünlerden çok uzak değil. Zaman
içinde yaylacılık eski büyüsünü,
yaşamsal işlevlerini kaybetmiş olsa
da, geçmişte yaylalara saatlerce
yürüyerek çıkan insanlar, şimdi
kırklı yaşlarının üzerindeler.
Birçoğu henüz daha o günlerin
büyüsünü unutmuş değil.
Odcu Haftası Şenlikleri, Sis Dağı
Yaylası'nın en çılgın zamanı. Kesin
bir tarihi yok. Temmuz ayının
dördüncü cumartesi günü, ayın
kaçıncı gününe geliyorsa o zaman
yapılıyor ve 180 yıldır kutlanmasına
rağmen kimselere duyurulmuyor.
Sadece o bölgenin insanları bilir
zamanını ve her yıl o insanlar, o
cumartesi günü orada olurlar.
Karadeniz malum, coğrafyanın
şartlarından dolayı yerleşim yerleri
birbirine uzak. Gençlerin
birbirlerini görmeleri, tanımaları
zor. Fakat görüşmeleri, gönüllerine
ateş düşürerek, nesillerini devam
ettirmeleri lazım.
Od, eski Türkçede ateş demektir ve
hikâye işte budur. Odcu Haftası
gönüllerin ateşlendiği haftadır.
Böyle bir ihtiyaçtan doğan hafta,
zaman içinde bu özelliğini yitirip
artık başka özellik kazanmış. Şimdi
bir şenlik haftası.
Sis Dağı'nda bu yıl düzenlenen şölen
de çok görkemliydi. Eski geleneklere
uygun olarak, büyük toplanma yerine
doğru gelen obalar kemençe eşliğinde
buluşup, sabah başlayan horona
katıldılar. Binlerce insan horon
tepiyordu. Böylesine bir manzara
dünyanın az yerinde görülür diye
düşündüm. Kemençelerin, davul ve
zurnaların sesi her yerden
duyuluyordu. Aynı anda yere vuran
binlerce ayağın, yeri sarstığını
hissediyordum.
|
|
|
|
Sis Dağı Yaylası,
iki ilin sınırında
yer aldığı için,
ikisinden de göç
alıyor. Yaklaşık 250
haneli Eynesil Obası
yavaş yavaş
betonarme evlerle
dolmuş. Geleneksel
yayla evleri artık
yok denecek kadar
az. |
|
|
Belli bir saatten sonra horondaki
insan sayısı azalmaya başladı ve
satıcılara gün doğdu. Horondan
çıkanlar küçük ya da büyük birkaç
hediye alıyordu.
Sis Dağı'nın Pazarlık Tepesi'ne
gelen araçların plakalarında bütün
illerin numaralarını görüyorum.
Tepeye yayılan binlerce araç her
yeri kaplamış. Bir dönem yolu bile
olmayan Doğu Karadeniz Dağları'nın
bu tepesi işgal altında. Geçmişte
her yere yayılmış sarı zambaklardan
bu yıl sadece bir tane görebildim.
Gerisi çoktan yok olmuş.
Alışverişini bitirenler obalarının
ya da sahildeki evlerinin yolunu
tutuyorlar. Dönüş yolunda yoğun bir
araç trafiği var, Pazarlık
Tepesi'nden inmek bile saatler
sürüyor. En rahat olanlar ise
yaylacılar. Kısa sürede yayladaki
evlerine ulaşıyorlar. Fakat evlerde
de bir telaş var. O gün, şölen günü
ve yakılan ateşte etler pişiriliyor.
Yaylanın meydanı sayılacak yerde iki
kahve var. Biri yeni, betonarme,
diğeri ise en az elli yıllık geçmişi
olan ve yayla hatıralarının
biriktiği, yaşandığı, yaşatıldığı
Osman Emmi'nin kahvesi.
Kahve, bir zamanlar Kurtuluş
Savaşı'nın gazilerinin kendi
anılarını anlattığı yerdi. Sakarya,
Dumlupınar, İnönü Savaşları'nı,
Büyük Taarruz'u, Atatürk'ü görmüş
gaziler ilk göçle yaylaya çıkarlar
ve son göçe kadar yaylada
kalırlardı. Çocukluğumda onların
dizinin dibine oturur,
söylediklerini aklıma kazımaya
çalışırdım. Savaşlarda neler
yaşadıklarını, cumhuriyeti nasıl
kurduklarını anlatırlardı. Vakit
gelince namaza giderler, namazdan
çıkınca çaylarını içerek kaldıkları
yerden anlatmaya devam ederlerdi. O
yıllar, Sis Dağı'nın belki de son
masal zamanlarıydı.
|
|
Tezgâhta
sıkı dokunan
dırmaç,
Karadeniz
kadını için
çok önemli.
Çocuğunu da
onunla
sırtına
sarıyor,
dağdan
topladığı
odunu da.
İleri yaşına
rağmen,
tezgâhında
dırmaç
dokumaya
devam eden
Havva Ana,
dokuduklarını
ya
komşularına
veriyor ya
da kendi
kullanıyor.
|
|
|
|
|
|
Giresun ve
Trabzon
illerinin
sınırları
içinde kalan
Sis Dağı'nda
her ilin
giysileri ve
onların
taşıdığı
anlamlar
farklı.
Nereden
gelirlerse
gelsinler
genç kızlar
yaylada
yöresel
kıyafetlerini
giyiyorlar.
Öyle ki,
Almanya'dan
gelen bir
gurbetçi
kızı bile
yaylada
herkesle
aynı
kıyafetleri
giyiyor.
|
|
|
|
|
Yaylada Osman Emmi yoktu artık.
Gaziler çoktan göçüp gitmişlerdi.
Kahve aynı kahveydi ama insanlar
başkaydı.
Biz ailecek yaylacıyız. Amcam Coşkun
Somuncuoğlu'na Sis Dağı'nı
soruyorum. 'Sis Dağı'nın adı,
vakitli vakitsiz yaylanın üzerine
çöken sisten gelir' diyor. 'Bazen
dumanla çise de olur, bunun altında
yürümenin tadına doyum olmaz. Birkaç
metre ötesi bile görülmez olur
bazen. Bu aslında yürüyüşlere farklı
bir güzellik ve gizem katar. Bu çise
değdiği yeri hissedilecek kadar
gerer, doğal bir güzellik katar
insanın yüzüne, bütün kırışıklıkları
yok eder. Yayla insanlarının yüzünde
kırışıklar olmaz.'
Diğer amcam Hasan Somuncuoğlu,
geçmişi anlatarak devam ediyor söze:
'Göç hazırlıkları günler öncesinde
başlardı. Yatak denkleri hazırlanır,
yiyecekler çuvallara konur, yükü
taşıyacak atlar kiralanırdı.
Göç günü sabah güneşi ile atları
yükler, yola düzülürdük. Dört
saatlik bir yürüyüşle 'Molla Halil
Suyu'na gelindiğinde ilk molamızı
verirdik. Moladan sonra 'Armutlualan',
'Kabalak', 'Alçakçeşme' geçilir ve 'İnişdibi'ne
varırdık. Bu aynı zamanda öğle
molası demekti. Bundan sonra göçün
en zor kısmı başlardı. Çünkü meşhur
'İnişdibi Yokuşu' tırmanılırdı.
Yolun bu kısmı hepimiz için çok
yorucu olurdu. İnişdibi Yokuşu'ndan
sonra varılan ilk su kaynağında
terli terli içilen su, yorgun
vücutlarda şok etkisi yapardı.
'Sancılı Su' adını yıllar sonra
çözdüm. Bence böyle denmesinin
sebebi terli olarak içilen buz gibi
suyuydu.
'Yaylaya vardığımızda yükler
atlardan indirilir, ev temizlenir,
yataklar tahta döşemeler üzerine
serilirdi. Yatakların döşek kısmı
ottan olurdu. Eğer yeterli yatak
yoksa, yaylaya ulaşmamızın ikinci
gününde ormana giderek çam pürleri
keser ve bunları şilteye doldurarak
yeni yataklar yapardık. 'Pür döşeği'
dediğimiz bu yatakta uyumanın tadını
hâlâ unutmuş değilim. 'Pür döşeği'
doğanın bütün güzel kokularını
taşırdı sanki.'
Yayladaki değişime karşı hafif bir
sitemde de bulunuyor amcam: 'Yaylada
zamanın nasıl geçtiğini bilmezdik.
Yayla çocuklar için sınırsız
özgürlük demekti. Hiç bitmeyen
oyunlarımız vardı, 'çimen döğüşü',
'tahta arabayla sıyma', 'sakıza
gitme', 'tezek döğüşü' gibi. Sanırım
artık bu oyunlar, yaylada unutuldu.
Yaylaya elektrik ve televizyon girdi
çünkü. Şimdiki çocuklar maytap
atıyor, torpil patlatıyor.'
Çocukluğumdan hatırlıyorum. Geçmişte
büyüklerin farklı eğlenceleri vardı
yaylada. Osman Emmi'nin kahvesinde
ocakbaşı sohbetleri olurken, Dedenin
Kahvesi'nde kâğıt oyunları
oynanırdı. Hemen her gün ikindi
vaktinde, Dedenin Kahvesi'nin
arkasında, Mektep Yolu denilen
mevkide küçük cep aynalarına nişan
atışları yapılırdı. Atışlarda Mazino
Dayı, Parabellum marka silahıyla
birinciliği kimseye kaptırmazken,
çarşamba günleri Gıdal Hasan ve
Aşamoğlu Ahmet dayılar koyun
keserlerdi. Çünkü perşembe ve cuma
günleri yaylaya 'otçu' gelirdi. Bu,
yılda bir kere yapılan 'Odcu
Haftası' ile karıştırılmasın. 'Otçu
gelme', aşağıdan bir grup insanın
bir araya gelerek, yaylaya
çıkmasının adıdır. Bu grup çoğu
zaman kemençe eşliğinde horon
teperek ve yayla havaları söyleyerek
yayalaya doğru yola çıkardı. Silah
atma bu küçük şenliğin bir süsüydü.
Biz obanın çocukları, her perşembe
günü boş kovan toplamak ve otçuyu
karşılamak için dağın eteklerindeki
'Erkek Suyu'na kadar yollara
düşerdik.
Otçuların yaylaya varıp obadakilerle
buluşması ayrı bir şenlik olur,
naralar daha gür atılırdı. Kemençe
daha kıvrak çalar, silahlar hiç
susmazdı. Böylece perşembe ve cuma
günleri şenlik içinde geçerdi.
Yaylada bütün bir yazı böyle
geçirirdik. Vakitler ekim ayına
geldiğinde, çiğdemler, diğer ismiyle
'var git çiçekleri', bembeyaz
açtığında artık yayladan göçme
zamanı gelirdi. Bunu buruk ve
hüzünlü bir sevinçle yaşardık. Dönüş
hazırlıkları başlar, kazanlarla
sütlaç yapılırdı. Yine sabah
gündoğumuyla yollara düşülür ve göç
aynı yerlerde mola vererek aşağıya
inerdi.
Sis Dağı'nda bazı şeyler değişmiş
ama yöre insanı için hâlâ değerli
bir yer. Yürüyüş için zengin bir
yayla. Gönlün istediği yer ve yön,
bir yürüyüş güzergâhı. Ne tarafa
doğru giderseniz gidin yaylanın
güzelliğini yaşıyorsunuz. Dağın
batısındaki Deliçoban Kanyonu'na
yürüdük. Zaman zaman 70 dereceye
ulaşan eğimle dört beş saat
yürüdükten sonra doğal maden
sularının kaynadığı bir vadiye
vardık. Vadide başımızın üzerini
kaplayan gürgen ağaçları vardı.
Yaylanın her mevsiminde açan
çiçekleri farklı. Kar kalktığında
nisan güneşiyle birlikte açan
çiçekler yerini mayıs başı
çiçeklerine bırakıyor, haziranda ise
sarı ve mor ana renk olmak üzere
türlü türlü ormangülleri açıyor. Her
ormangülünün yöresel ismi var. Sarı
açanına 'zifin', mor açanına 'komar'
deniyor. Çiçeklerin renkli dünyası
hemen hemen kasım başında ilk karlar
düşene kadar devam ediyor.
Göçler eski yıllardaki gibi değil.
Bazı yaylacılar hayvanlarını ve
eşyalarını kamyonlara yüklerken
bazıları da yayan iniyor 'cenük'e.
Cenük aşağıların adıdır
Karadeniz'de; sahillerin adı.
Geçtiğimiz kış Sis Dağı'na
Trabzon'un Beşikdüzü, Şalpazarı,
Geyikli ilçelerini izleyerek
çıkarken Geyikli'yi geçince çam
dallarına yığılan bembeyaz kar, ayrı
bir güzellikti. Sis Dağı Yaylası'na
doğru devam ettikçe her taraf
bembeyaz oldu. Yayla kendi
kimsesizliği içinde bembeyaz bir
sessizliği yaşıyordu. Yayladan
dönerken Ören köyü yolundan sahile
doğru indikçe beyazlık azaldı.
Gürgenlik mevkiinde sonbaharın
sararmışlığını selamlayan ulu
gürgenler ayrı bir güzelliği
yaşatıyordu bakan gözlere. Sahile
dönerken bu yolu kullanmamın nedeni,
yolun sürekli iniş olması ve
muhteşem manzaraydı. Sis Dağı'ndan
Eynesil'e yaklaşık iki saat süren
yolculuk başka bir keyif olmuştu.
Sis Dağı geniş bir bölgenin ismi.
Dağın öteki yanında, yani güney
yüzünde, Giresun'un Çanakçı ilçesine
bağlı Kuşköy'de 'Kuşdili Şenlikleri'
yapılıyor. Alan kalabalık. Sis Dağı
yöresinde çobanların kendi
aralarında yüzyıllar boyunca
geliştirdikleri 'ıslık dili'ni bütün
dünyaya tanıtmak amacıyla yapılıyor
bu şenlik. Amcam İbrahim, Bekçi
Hasan ile ıslıklaşır dururdu ben
çocukken. Şimdi anlıyorum sebebini.
Sohbet ederlermiş. Bu ıslık işi
babam Ali Somuncuoğlu'nda da had
safhada. Belki onda da Sis Dağı
Yaylası'ndan kalmıştır diye
düşündüm. Zaman zaman anlatırdı.
Gençlik yıllarında Sis Dağı'nda
katırcılık yapar, yük taşırmış.
Islık dili, coğrafyanın doğurduğu
bir iletişim biçimi ve günümüzde
halen kullanılıyor.
Şenlik alanındaki bir kadının
ıslığıyla beraber bir ıslık korosu
başlıyor adeta. Her yandan ıslıklar
yükseliyor. 1998 yılından itibaren
Çanakçı Kaymakamlığı bu dili
'Kuşdili Şenlikleri' ile duyurmaya
çalışıyor.
Şenlikte yapılan yarışmalarda
Karadeniz insanının espri dolu
dünyasına da tanık oluyorum.
Aşağıdaki düzlükte yapılan şenlikte
bir grup yarışmacı karşı dağın
yamacındaki kişiye 'horon oyna'
dediğinde karşıdaki başlıyor horona.
Çocuklar, erkekler ve kadınlar
arasında üç kategoride ıslık dili
yarışması düzenliyorlar. Üç kişi
tören alanında, üç kişi de yaklaşık
bir kilometre uzaklıkta,
birbirlerine üçer soru soruyorlar.
Sorular sonunda en doğru anlaşan
grup büyük armağanı kazanıyor.
İlginç, ilginç olduğu kadar güzeldi
de Sis Dağı'nın güney yüzü. Yıllar
yılı yükseklerden seyrettiğim
yerlere inmiştim. Şenlikten sonra
dere boyunca yukarılara doğru devam
ettim. Sis Dağı'ndan şelale
oluşturarak inen dere, Görele Deresi
ile buluşuyordu. Fırat Nehri'nin
deli vadileri kadar çarpıcı olmasa
da, burada da vahşi bir güzellik
var. Köylere baktıkça, ıslıkla
haberleşmenin gelişmemesi mümkün
değil diye düşünmekten alamıyorum
kendimi. Yemyeşil bir vadi içindeki
dik yamaçlara serpiştirilmiş evler
sanki tutkalla yapıştırılmış gibi
duruyor. Sis Dağı'nın zirvesinde
yine sis var, adına yakışır bir
halde.
Sis Dağı'nın öteki yüzünden dönüşüm
yine Eynesil'e oluyor. Artık son
günüm ya da gecem demem lazım. Kaç
yıl daha 'Odcu Haftası Şenlikleri'ne
katılmak üzere geleceğimi
düşünüyorum. Çepni Türkmenlerinin
Orta Asya'dan getirdikleri şölenleri
kaç kere daha yaşayacağım? Sis
Dağı'nda benim çocukluğumda
yaşadığım göçler artık olmasa da bu
masalı seviyorum ve tekrar tekrar
yaşamaktan büyük bir keyif
duyuyorum. Sis Dağı'nın 'duman'la
kaplı 2 bin 382 metre
yüksekliğindeki Kayasis zirvesinde
dolaşırken bir masal yaşadım. Elmamı
aradım ve buldum
| Atlas
dergisi: Sayı 127 / Ekim
2003 |
|
|
|