Karalahana.com! Laz uşaklarının gayrıresmi web sitesi

 Anasayfa yap |   Sık kullanılanlara ekle  ENGLISH


 

ALÂETTİN BAHÇEKAPILI İLE SÖYLEŞİ

Alaettin Bahçekapılı, Trabzon lisesi

Alaettin Bahçekapılı, Trabzon lisesi'nde öğrencilik yıllarında 

“ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA” ALÂETTİN BAHÇEKAPILI GEÇİYOR

Trabzonlu yazar Alâettin Bahçekapılı ile eserlerinin özünü oluşturan Karadeniz, küresel çevre kirliliği, Trabzon ve Trabzonluluk üzerine karalahana adına editörümüz Özhan Öztürk söyleşti.

Soru 1. Sayın Bahçekapılı, Çevre Kurtuluş Savaşı, Hemen Şimdi! adlı kitabınızda bir Amerikan yerlisinin “Dünya bize dedelerimizden kalan bir miras değil, torunlarımıza bırakacağımız bir emanettir” desturu ile, insanoğlunun tabiatın cömertliğine karşın takındığı mirasyedi tavrına kızgınlığınızı sıkça vurgulamış, çevre kirliliği ve yaşanılabilir bir tabiat için çok acil olarak harekete geçilmesi gerektiğini bildirmiştiniz. Kitabın yayımlandığı tarihte (2001) küresel ısınma ve muhtemel etkileri kimsenin gündeminde değildi. O zamanlar yakın gelecekte bizi bekleyen buzulların erimesi, tatlı su kaynaklarının yitimi, iklim mültecilerinin, sel baskınlarının artışı, kuraklık gibi felaketlerin ortaya çıkacağını öngörüyor muydunuz? Yoksa tepki ve mücadeleniz çevre kirliliği odaklı mıydı?

Yanıt 1.  İlginize, duyarlılığınıza çok teşekkür ederim. “İnsanoğlunun doğanın cömertliğine karşın takındığı mirasyedi tavrına kızgınlığım”dan söz ediyorsunuz. 399 sayfada anlattıklarım salt “kızgınlık” olarak algılanırsa, demek ki birkaç bin sayfa daha yazmalıyım. Yazabilirim kuşkusuz. Yazdım da.

    Ben Çevre Kurtuluş Savaşı, Hemen Şimdi! adlı kitabımı, belirttiğiniz gibi, Aralık 2001’de yayımladım. Kitabımda Aralık 2000’e değin ulaşabildiğim bilimsel bulguların eşliğinde dünyanın, Türkiye’nin ve “çevre kirliliği ile sosyoekonomik bakımdan dünyanın en sorunlu bir bölgesi olduğu için Karadeniz’in” sorunlarını irdeledim. Belli bir bakış açısıyla, dünya görüşüyle yazdım bulduğumu, bildiğimi. Evet, yazın dünyasında kulaç atan biri olmam dolayısıyla savaşımımı, vardığım hükmü “çığlığa” benzettim: Şöyle dedim, önsöz olarak:
     “Bir ‘çığlığım’ var, yılların birikimi...Başka fısıltılara, seslere, çığlıklara  katmak istediğim. Duyurmak, buluşturmak, ortak etmek, büyütmek istediğim bir çığlık.
     Atamazsam, başkalarınınkine katamazsam boğacak beni.
     Hava ağır. Kurşun gibi: Gökyüzünden iniyor yeryüzünden yükselen felaket.
     Su boğuculuğunun ötesine geçmiş, yanıcı. Cehennem.
     Toprak kuru ve ölü. Yaratmıyor, çürütüyor.
     İnsan, kendi dünyasına düşman. Aydınlık, karanlıklarda noktalanmakta. Girilen tünelin çıkışı var mı bilinmiyor.
     Siyah ve gri egemen renklere.
     Bu ‘çığlık’ yeşil. Duyan olursa, katılan olursa: yeşerip gidecek bir uçtan ötekine.”
     Evet, böyle başladım ve sonra sayfalar dolusu dünyanın nereden nereye geldiğini, çevrenin nasıl ve neden bozulduğunu, bu durumun yarattığı sorunları yazdım. Kızmadan, bilimsel soğukkanlılıkla. Belki kimi yerlerde yazın adamı oluşumuzun etkisiyle.
     Burayı geçiyorum.
     Asıl sorunuzu yanıtlamadan, bir anekdot -sorularınıza yanıtlarımı bitirinceye değin, bu sözcüğün Türkçesini anımsarsam, düzelteceğim, belirteceğim-  anlatmak geliyor içimden:
     “Köylünün biri, -diyelim bizim Temel- çırçır böceği gibi tembel, kış gelmeden önlem alacağına, işin kolayına sapmış, -nasıl etmişse- Tanrı ile iletişime geçmiş: “Ulu Allahım,” demiş. “Senin büyüklüğünden sual olunmaz, sen istersen bu tembel kulunu da korursun. Ne olursun, bana kışın geleceğini haber ver, yoksa gafil avlanacağım, çoluk çocuk kar altında kalıp telef olmayalım.” Masal bu ya, göklerden “uhrevi” bir ses duyulur: “Kulum, seni duydum. Dileğini kabul ettim. Kışın geleceğini sana haber vereceğim. Korkma!” Köylü rahatlar. Ormana, oduna gideceğine; ununu, erzağını hazır edeceğine karısının –sözün yakışığı, bizim Fadime- eteğinin dibinden ayrılmaz, gününü gün eder. Her sabah kalktığında uzaklara doğru bakar. Uzaktaki dağlara kar yağdığını görür bir sabah: “Çok uzaktaki dağlara yağdı, buraya gelinceye kadar ooohh.” Gider Fadime’nin dizi dibine, yatar. Bir sabah, iki sabah, böyle... Bir gün kalkar ki, ne görsün, kapılara, pencerelere dayanmış kar. Çocuklar soğuktan titriyor, Fadime de öyle. Evde ekmek de yok, un da. Ne yapacağını şaşırır Temel. Yumruğunu gökyüzüne doğru savurur, kızgınlıkla: “Hani bana söz vermiştin, kışın geleceğini haber verecektin. Sözünü tutmadın.” Gökyüzünden o “uhrevi” ses yankılanır dağı taşı tutmuş, kapıyı bacayı örtmüş karın üzerinde: “Beheyy ahmak kulum, ben uzaktaki dağın tepesine kar yağdırdım, sana ‘geliyorum’ dedim, anlamadın. Daha berideki dağları kar altında bıraktım, kışın geldiğini anlamadın, daha ne yapacaktım? Şimdi kime kızıyorsun?”
     Biz bunu neden anlattık? Şundan: Biliminsanları yüzyıllardan beri doğa-insan ilişkisinin dengesi üzerine uyarılardan bulunuyor. Ekosistemle, ekonomik sistem arasındaki ilişkiye dikkat çekiyor. Son yıllarda daha da artan bir ivme ile sesini duyurmaya çalışıyor. Bir nedeni var bunun. Söz konusu kitabımdan alıntılayalım:
     “Dünya artış baş döndürücü bir hızla dönüyor/dönüşüyor/değişiyor. Son 40 yılda dünya nüfusu tam iki katına çıktı: 1960'lı yıllarda 3 milyar olan nüfus 1990'lı yıllarda 5.7 milyar. 2000'de de 6 milyar. Sanayileşmeye bağlı olarak üretim hızla artıyor; tüketim de... Yenilenemeyen kaynaklar hızla tükeniyor; üretim-tüketim ilişkisi de hızla bozuluyor. Doğal kaynakların gücü aşırı sömürülüyor ve azalıyor; dünya ‘nimetlerini’ paylaşmadaki eşitsizliğin boyutları büyüyor. İnsanoğlunun doğayla ve birbiriyle "kavga"sı kimlik değiştirse de sürüyor; ‘savaşımın’ yöneldiği alanlar ve biçimi değişiyor...
     Küresel ekonomi tarihte görülmemiş büyümeye ulaştı: 1950 yılında 5 trilyon dolar, 1980'de 10.9 trilyon dolar olan küresel mal ve hizmet arzı (dünya geliri) 1997'de 29 trilyon dolara çıktı. ‘1990-1997 yılları arasında küresel ekonomi 5 trilyon dolar daha büyümüştür ki, bu miktar uygarlığın başından 1950 yılına kadar kaydedilen iktisadi gelişmeye eştir. Ekonomik büyüme, yaygın ekonomik ve toplumsal gelişmeyi de beraberinde getirmiştir. 1950 yılında tüm dünyada 47 yıl olan ortalama yaşam süresi beklentisi, 1995 yılında 64 yıla çıkmıştır. Her kıtada insanların beslenme düzenleri gelişmiştir.’
     Ancak, ‘küresel ekonomi genişledikçe, yerkürenin doğal sistemleri ve kaynakları üzerindeki baskılar da artmaktadır. 1950-1997 yılları arasında, kereste kullanımı 3 katına, kâğıt kullanımı 6 katına, yakalanan balık miktarı yaklaşık 5 katına, buğday tüketimi yaklaşık 3 katına, fosil yakıtı tüketimi yaklaşık 4 katına çıkmış, hava ve suyu kirleten öğelerin sayısı ise katlanmıştır. Ekonominin gelişmekte olduğu, ancak ekonominin üzerinde yükseldiği ekosistem büyümediği, acı bir gerçektir; bu gerçek ekonomi-ekosistem arasındaki ilişkinin giderek gerginleşmesine yol açmaktadır.
     Yatırım, üretim ve ticaret gibi ekonomik göstergelerin istikrarlı bir biçimde olumlu çıkmasına karşın, temel çevre göstergeleri gidererek daha da bozulmaktadır. Ormanlar küçülmekte, su seviyeleri düşmekte, toprak erozyonla kaybolmakta, sulak alanlar ortadan kalkmakta, meralar bozulmakta, nehirler kurumakta, ortalama ısı yükselmekte, mercan adaları ölmekte, bitki ve hayvan türlerinin nesli tükenmektedir. Ekonominin üzerinde yükseldiği ekosistem şu anki hızıyla bozulmaya devam ettiği sürece, küresel ekonominin halihazırdaki yapısıyla uzun süre büyümesi olası değildir.
     Bilim adamları, ekonomik büyümenin yeni bir yüzyılın eşiğindeki durumunun, "kanser hücresinin ideolojisi olan büyümek için büyümek" tavrına benzediğini vurgulayarak, "sürekli büyüyen kanserin son olarak konuk olduğu vücudu, kendi yaşam destek sisteminin mahvetmesi gibi, sürekli gelişen ve genişleyen küresel ekonomi de kendi ev sahibini, yerkürenin ekosistemini yok edecektir’ demektedirler.
     Artık insanoğlu, giderek hızlanan ve yerküreyi "yok etme" noktasına gelmekte olan çevre sorunlarıyla karşı karşıyadır. Bütün insanlığın ortak sorunu durumuna gelen çevre sorunları herkesten (dünyanın hangi ülkesinde, hangi konumunda yaşarsa yaşasın tüm insanlardan) ortak tavır ve ivedi çözüm beklemektedir. Ancak yerkürenin yaşadığı sorunların sorumlusu olan bizler; "HİÇ ÇOCUĞUMUZ YOKMUŞ, HİÇ GELECEK KUŞAKLAR OLMAYACAKMIŞ GİBİ DAVRANIYORUZ."
     "İnsanoğlu bazı şeyleri farkına vardığından daha hızlı ve hatta bitmeden değiştirmektedir. Oregon Eyalet Üniversitesi'nde ekolojist Jane Lubchenko bu durumu şöyle tanımlamaktadır:         “Dünyayı daha önce hiç değiştirmediğimiz biçimlerde ve hızlarda, daha büyük ölçeklerde değiştiriyoruz ve bunun doğuracağı sonuçları da bilmiyoruz."
      Bilim adamları, insanoğlunun, dünyanın geldiği -kitapta  ayrıntılarıyla açıklanan- noktada karşılaştığı tehlikelere etkin bir biçimde tepki verme konusundaki yetersizliğinin bir dizi soruyu gündeme getirdiğini vurguluyor ve soruyor:
     ‘1- Kontrol edilemeyecek bir dizi sorun mu biriktiriyoruz?
      2- Siyasi kurumlarımıza duyduğumuz güvenin altını mı boşaltıyoruz?
      3- Bu durum kurumlarımızın çöküşüne ve toplumsal çözülmeye mi yol açacak?
      4- Bir tür olarak dünyanın ekosistemi, küresel ekonomi ve siyasi sistemlerimiz arasındaki karmaşık ilişkiyi anlayacak türde bir zekâyı geliştirecek, ortaya çıkan ve yavaş yavaş biriken tehlikelere tepki verecek disiplin ve öngörüyü geliştirmekten ve yeterince hızlı evrimleşme kapasitesinden yoksun muyuz?
       5- Kendi mal mülk düşkünlüğümüzü ve/veya üretkenliğe ilişkin tavrımızı denetleme yeteneğine sahip değil miyiz?’
     Aynı sorular Türkiye için de geçerli. Bunu, insanoğlunun yarattığı sorunların ve geldiği durumun bizim için de geçerli olduğunu, ülkemiz özeline baktığımızda kavrıyoruz:
Gerçekten de, Türkiye ekonomisinin gelişmesinde, toplumun gönenç içinde yaşamasında birincil önemde olan doğal üretim kaynaklarından hava, toprak ve su varlığımız çevre sorunları başlığı altında toplanabilecek her durumla karşı karşıyadır:
     Ülkemiz her yıl, 1 milyar 400 milyon ton yurt toprağını aşınımla yitirmektedir... Aşınım nedeniyle barajlarımız dolmakta ve ömürleri kısalmakta; toprak kaymaları, taşkınlar, sel ve çığ felaketleri artmakta; ormanlar azalmakta; meraların bozulması/azalması hayvancılığın gerilemesine yol açmakta; ülkemizin jeolojik dengeleri ve iklim yapısı bozulmaktadır.
Ülkemizde her yıl, ortalama, bin dolayında yangınla 13-15 bin hektar orman yanmakta; 4-5 bin hektar tarla açılmakta; 3-4 bin hektara yerleşim yapılmakta; binlerce metreküp ağaç kesilmektedir.
     Son 60 yılda yarı yarıya azalan çayır ve meralarımız, bitkisel amaçla kullanılmak; aşırı otlama, erken ve geç otlama; iyileştirme ve yönetim çalışmalarındaki yetersizlik gibi sorunlarla boğuşmaktadır.
     Katı ve sıvı atıkları, gaz salınımları aracılığıyla toprakta, havada ve suda kirlilik oluşturan sanayi kuruluşları, yanlış ekonomik kararlar sonucu, hem ülke geneline dağılımları, hem de I. ve II. deprem bölgeleri üzerine kurulu olmaları nedenleriyle yarattıkları sorunları çözümsüzlüğe doğru götürmektedir.
     Deprem kuşakları üzerindeki yurdumuzda, nüfusun %45'i I. derecede, %26'sı II. derecede, %18'i III. derecede deprem bölgesinde yaşıyor. Topraklarımızın %96'sının deprem bölgesinde olduğu, nüfusumuzun %98'inin bu bölgelerde yaşadığı düşünülmeden verilen ekonomik kararlar tehlikenin boyutlarını günden güne artırmaktadır. Bu bağlamda kentleşmede ve sanayileşmede deprem bölgelerine yığılmayı önleyici/düzenleyici hukuksal ve kurumsal anlayışlar etkili oluncaya değin savaşmalıyız.
     Sulak alanlarımız, endemik bitkilerimiz, milli park, doğayı koruma alanları ve doğa parklarımız yoğun sorunların baskısı altında yaşamaktadır.
     Evsel ısınmadan, taşıtlardan, kentleşmelerden, sanayileşmeden ve çevre ülkelerin kirlilik kaynaklarından etkilenen havamız, tehlike sınırlarını zorlayacak denli kirlenmiş bulunmaktadır. İvedi önlem alınmadığından büyük sağlık sorunları ortaya çıkabilecektir/çıkmaktadır. Son yıllarda, dünyadaki iklim değişikliklerine, dolayısıyla sel, taşkın, fırtına gibi felaketlere yol açan etkenleri ve sonuçlarını biz de yaşadık/yaşıyoruz. İklim değişikliklerine ve asit yağmurlarına yol açan sera gazlarını azaltmada dünyada alınan önlemlerdeki başarısızlık ülkemiz için de geçerliliğini sürdürmektedir. Bu sorunları da savaşım planımıza almalıyız.”
     Bu kısa alıntı bile dünyanın insanoğlunun elinde geldiği noktayı bütün açıklığı ve acılığıyla sergiliyor. Ayrıca son tümceler sizin asıl sorunuza da yanıt niteliğinde. Biliminsanları değil son birkaç yılda, çok uzun zaman önceden beri “küresel ısınmaya karşı” uyarılarda bulunuyor. Keşke 399 sayfalık Çevre Kurtuluş Savaşı, Hemen Şimdi! kitabımın tümünü buraya aktarabilsem. Bu olanaksız olduğuna göre, birkaç kısa alıntıyla yetineyim: Kitabımın 27-28-29 sayfaları “küresel iklim değişikliğinin olası etkilerine” ayrılmış. 28. sayfada yer alan BM Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli’nin haritasında “günümüzde hızla artan küresel ısınmanın 21. Yüzyılda yaratacağı felaketler”  gösterilmiş. Aynı kaynaktan (1998) aktardığım şu satırlar sorunuza yanıt değil midir?
     “...ABD’de su gibi tüketilen enerjinin neden olduğu küresel ısınma da artık bütün dünyanın sorunudur: Geçen yüzyıl içinde küresel ısı ortalaması 0.55 santigrat (derece) artık göstermiştir. Dahası yapılan araştırmaların sonuçları ısı ortalamasıyla atmosferdeki karbondioksit oranı arasında güçlü bir ilişki olduğunu ortaya koyuyor. 21. Yüzyıl içinde (bir başka hesaba göre 2050 yılına dek) dünyanın ortalama ısısı muhtemelen 1.1 ile 3.3 santigrat arasında (başka bir araştırmada 1.5 ile 4.5 derece) bir artış gösterecek; atmosferdeki  karbondioksit oranı ikiye katlanacak, okyanuslarda ısınma sonucu deniz seviyesi 50 cm yükselecek; geriye dönüşü mümkün olmayacak biçimde mevsimlerde değişim meydana gelecek..kaybedilebilir.”
      Evet, 2007’de popüler olan “küresel ısınmaya” biliminsanları çok öncelerden dikkat çekmiş. Ben de bunu aktarmışım 2000’de. Haritaya bakıldığında, nerede ne olacağı açıkça görülüyor. Kitabımda, küresel ısınma nedeniyle değişecek iklimlerin ve yükselecek deniz düzeyinin yol açacağı tehditler de sıralanmış. Japonya’da, Avrupa ülkelerinde, Karadeniz kıyı ülkelerinde, Türkiye’nin özellikle güney ve batı bölgelerinde (Akdeniz ve Ege kıyılarında) sanayi, turizm, tarım alanlarının karşı karşıya kalacağı tehlikeler vurgulanmış. Çevre Kurtuluş Savaşı, Hemen Şimdi! kitabımda “attığım çığlık” duyulmalıydı, diyorum yalnızca.
      Geldik bugüne. Siz söylüyorsunuz: “Kitabın yayımlandığı tarihte (2001) küresel ısınma ve muhtemel etkileri kimsenin gündeminde değildi. O zamanlar yakın gelecekte bizi bekleyen buzulların erimesi, tatlı su kaynaklarının yitimi, iklim mültecilerinin, sel baskınlarının artışı, kuraklık gibi felaketlerin ortaya çıkacağını...”
Az önce anlattığım  anekdotu bir kez daha okuyunuz, lütfen.
      Bilim yanılmadı. Bilime saygılı olanlar da. Onun yolundan giderek “çığlık çığlığa” toplumu “yeniden bir kurtuluş savaşına” çağıranlar da... Haklı çıktık. Keşke çıkmasaydık. Haklı çıkmak her zaman insanı sevindirmez.

Soru 2.  Karadeniz Sahil Yolu’nu, siyanürle altın aranması planlanan Artvin Cerattepe madenini ve Sinop’a yapılması planlanan Nükleer Enerji Santrali’ni “Çevre kurtuluş savaşı”nda kaybedilmiş muharebeler olarak mı görüyorsunuz? Yoksa global çevre felaketlerinin yanında bunlar önemsiz detaylar mı?

Yanıt 2. Hayır, “küresel çevre felaketlerinin yanında önemsiz ayrıntılar” değil bunların hiçbiri. Karadeniz Sahil Yolu da yarattığı ve yaratacağı etkilerle, siyanürle altın aranması da, nükleer enerji santralleri de çevreye etkileri bakımından sorgulanması gereken yatırımlardır. Bana göre yanlış yatırımlardır.

Soru 3.  Karadeniz’de binlerce yıldır birikmiş Hidrojen Sülfür tabakası...özellikle 20. yüzyıl boyunca bu denize eklenen evsel, tarımsal  ve endüstriyel atıklarından oluşan kirlilik... ve birkaç yıldır kabusumuz olan küresel ısınmanın da etkileri...bütün bunlar bir araya gelince denizimizi ve yanı başında yaşayan bizleri nasıl bir gelecek bekliyor?

Yanıt 3.  Bu sorunun yanıtı bilinmektedir: Böyle giderse “geleceğimiz yoktur.”
      Karadeniz Vakfı’ndaki görevim sırasında yazdığım ve Vakıf Başkanı, işadamı İbrahim Cevahir açıkladığı “2002 Uluslararası Karadeniz Günü Bildirisi”ne temel oluşturan şu bilgilere bir göz gezdirelim:
       “ Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna, Moldovya, Rusya Federasyonu ve Gürcistan topraklarınca çevrelenen Karadeniz'in kıyılarında 160 milyon kişi yaşamaktadır. Karadeniz'in kıyılarında milyonlarca aile bu denizden ve kıyılarından geçimini sağla-maktadır. Ve bu Karadeniz, bugün, denizi, karası ve havasıyla bir bütün olarak çevre kirlenmesi felaketiyle karşı karşıyadır:
      - Karadeniz'in ortalama 200 metrelik üst tabakasının altı, jeolojik dönemlerde oksijensiz sularla (hidrojen sülfür) kaplanmıştır. Son 30-40 yılda, kirlenmeye bağlı olarak canlıları barındıran üst tabaka iyice incelmiş ve 100 metrenin altına düşmüştür. Bu durumun baş suçlusu Tuna Nehri'dir. Karadeniz'in kirlenmesinde % 75 oranında payı olan Tuna Nehri, Kıta Avrupası'nın neden olduğu kirliliğin üçte birini Karadeniz'e ulaştırmaktadır.
      Tuna Nehri, doğduğu Almanya'dan dökülmek için Karadeniz'e doğru gelirken 81 milyon nüfusun yaşadığı yerleşmelerden ve yoğun sanayi bölgelerinden geçmekte ve her yıl Karadeniz'e 9 milyon 800 bin ton organik madde, 575 bin ton inorganik azot, 55 bin ton inorganik fosfor, 30 bin ton organik fosfor, 90 bin ton demir, 206 bin ton petrol kökenli kimyasallar, 48 bin ton deterjanlar, 12 bin ton çinko, 6 bin 700 ton manganez, 4 bin 500 ton kurşun, 2 bin 200 ton fenoller, 1700 ton arsenik ve 80 ton civa getirmektedir.
      Gelen bu atıklar aşırı miktarda azot ve fosfor içermektedir. Bu maddeler Karadeniz'in besin zincirini olumsuz yönde etkilemekte ve balık üretiminde azalmaya yol açmaktadır. Son 25 yılda Tuna'daki nitrat birikimi 6 kat ve fosfat birikimi 4 kat artmıştır. Bu duruma ivedi çözüm bulunmalıdır.
      - Havza ülkelerinden 150 milyon ton katı malzeme erozyon yoluyla Karadeniz'e taşınıyor; bunun sadece 17 milyon tonu Türkiye'den.
      - Karadeniz, havzasında yer alan ülkelerdeki yoğun tarımsal faaliyet ve yüksek miktarda kullanılan tarım ilaçları nedeniyle de kirlenmektedir.
      - Ukrayna ve Rusya Federasyonu'ndan Karadeniz'e dökülen akarsular üzerinde yapılan barajlar büyük ölçüde suyun tutulmasına neden olmaktadır. Don Nehri'nin doğal olarak getirdiği su miktarı 1981-85 yılları arasında % 27, Dinyester'in % 40, Kuban'ın % 49 ve Dinyeper'in % 52 azalmıştır.
      - Evsel, tarımsal ve endüstriyel atıkların denetimsiz ve arıtılmadan denize boşaltılması ötrofikasyon olayının meydana gelmesine ve ışığın nüfuz ettiği derinliğin azalmasına yol açmaktadır. Aşırı ötrofikasyon besin ağını etkiliyor, türler azalıyor. Denizde balık yataklarının yok olması ve kıyı turizminin zorlaşması önemli ekonomik kayıplara yol açıyor. Bütün bu nedenlerle, Karadeniz'de yaşayan deniz ürünleri nicel ve nitel olarak azalmaktadır:
Ekonomik kayıplar her yıl artmaktadır. Bu kayıp Türkiye için son 10 yılda 600 milyon ABD doları olarak tahmin edilmektedir. Karadeniz'de sadece balık türlerinin % 40'ı tehlike altındadır. Bu nedenle, Karadeniz'de yaşayan yaklaşık 300 balık türünden 60'ının yeniden restore edilmesi gerekmektedir.
      Karadeniz'e gemilerin balast sularıyla geldiği sanılan, denizanası benzeri bir yaratık (Mnemiopsis leidyi), kabuklu deniz hayvanlarını, balıkları, balık yumurtalarını ve deniz hayvanlarının besini olan planktonları yiyip bitirmektedir. Şu anda Karadeniz'in ıslak yaşam hacminin % 95'ini bu jelatin yapılı yaratık oluşturuyor.
      - Karadeniz'in kirlenmesinde, İstanbul Boğazı'nın alt akıntısına arıtılmadan verilen İstanbul metropolünün evsel atıklarının da rolü büyüktür. Her yıl Ordu'da 210 bin ton çöp Melet Irmağı'na, Giresun'da 130 bin ton çöp araziye, Trabzon'da 280 bin ton v e Rize'de 105 bin ton çöp denize atılmaktadır.
      -  Karadeniz Dağları'nın İç Anadolu'ya bakan bölümlerinde erozyon, denize ve akarsulara bakan yerlerde toprak kaymaları, heyelanlar yoğundur. Bölgenin, toprak kaymalarına, sellere açık olan yapısına insanın yüklediği ev, işyeri, fabrika, köprü gibi birçok unsur çevreye baskıyı artırmakta ve doğanın tepkisine neden olmaktadır. Son yıllarda, toprak kaymalarından, aşırı yağmurlardan, sellerden dolayı uğranılan ekonomik ve toplumsal acı giderek artmaktadır.
      -  Ulaşımda, demiryolu ve denizyolu olanağının arka plana itilmesini sağlayan politikalar, Karadeniz'i kumsalı, körfezi, koyu, falezi olmayan bir deniz durumuna getirmektedir. Yerel yönetimlerin denizi doldurma, böylece denizi kaybederken toprak kazanma tutumu tüm hızıyla sürmektedir. Rant sağlayıcı, ancak tarihe, doğaya, topluma saygısız bu tutum, denizle karanın düşmanlığını ve kıyılarda çirkin yapılaşmayı gündeme getirmektedir.
      -  Karadeniz'in özelliklerinden biri olan yaylalardaki çayır ve mer'alar bitkisel üretim amacıyla kullanma, aşırı otlatma, erken ve geç otlatma, iyileştirme ve yönetim çalışmalarındaki yetersizlikler nedenleriyle sorunlar yaşarken ormanlar da tarla açma, yerleşme, otlatma, kesme, taşıma ve az da olsa yangın gibi zarar verici etkenlerle karşı karşıyadır.
      -  Ayrıca, olağanüstü biyolojik zenginliğe, eşsiz güzelliğe sahip "doğal yaşlı ormanlar" da tehdit altındadır. Özellikle Çoruh Vadisi'nde yapımına başlanan enerji yatırımları, bölge ekonomisine katkılarının ötesinde kaygılara da yol açmaya başlamıştır. Yatırımların, bölgenin doğal ve kültürel yapısı üzerinde bozucu etkilere yolaçacağı kuşkusu giderilememiştir. Dünyada, barındırdığı hayvan ve bitki varlığı nedeniyle korunması gereken 200 endemik (çok az bulunur) alandan biri olan Fırtına Vadisi'ne yapılan, ülkemizin elektrik enerjisinin ancak binde dördünü karşılayacak hidroelektrik santralının çevreye vereceği zarar düşünülmeden yatırım kararı alınmıştır. ÇED raporu yetersizliklerle doludur. Bölge halkı yasal yollara başvurmak zorunda bırakılmıştır.
      - Bölgede, Samsun'da bulunan gübre ve bakır, Ereğli ve Karabük'te demir-çelik, Çaycuma'da selüloz-kâğıt, Bartın, Trabzon ve Ünye'deki çimento fabrikalarından kaynaklanan hava kirliliği görülmekte, Murgul ve Zonguldak'taki maden işletmeleri de partikül madde kirliliğine neden olmaktadır.
      - Ayrıca, özellikle Batı Karadeniz evsel ısınmadan kaynaklanan hava kirliliği sorununu yaşamaktadır.
      - Türk Boğazları'yla birlikte Karadeniz'i tehdit eden bir etken de "tehlikeli madde taşımacılığı"dır: Karadeniz'e her yıl eklenen 200 bin tonluk petrol kirliliğinin ancak 2 bin tonu doğa tarafından temizlenebilmektedir. Durum buyken, Hazar petrollerinin gündeme girmesiyle Karadeniz'de tehlikeli madde taşımacılığının boyutları katlanılamaz boyutlara ulaşmıştır. Bu yüzden, Karadeniz'in büyük bir felaketle karşılaşmaması için Bakü-Ceyhan Petrol Boru Hattı'nın yaşama geçirilmesi ve tek seçenek olarak desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz. Ancak, uluslararası petrol tekellerinin, bu hattın dışında yeni liman ve hatlarla Karadeniz'de tankerler aracılığıyla petrol taşımacılığını sürdürecekleri kuşkusunu taşıyoruz.
      - Bölgenin kentsel, mimari, tarihi , doğal ve kültürel değerleri kıskançlıkla ve titizlikle korunmayı gerektirecek sorunlar içindedir.
      - Bergama'da siyanürle altın aranmasının benzerlerini bölgede yaşama geçirme girişimlerini kaygıyla karşılıyoruz.
      -  Bölgenin tek ürüne bağlı geçim kaynakları çeşitlendirilmeye muhtaç ve olanaklıdır.
      - Karadeniz Bölgesi, yatırımlardan ve ulusal gelirden en az pay alan konumdadır. Bu nedenle içe ve dışa hem beyin, hem de sermaye kaçışı, göç olgusu önlenememektedir.
      - Bölgeye özgü kültür alaşımı önyargılı ve bilgiye dayanmayan saldırılar altındadır."
         Bu tablo karşısında siz yanıtlayınız “bizleri nasıl bir gelecek bekliyor?”

Soru 4. Karadenizliler,  diğer Anadolu çocuklarından farklı olarak,  köklü bir denizcilik kültürüne sahip bir halkız; ama gittikçe gerileyen tekne yapımcılığı ve hamsi avıyla sınırlanmış balıkçılık mesleği dışında “hamsinin kilosu ne kadar oldu?” merakı sayılmazsa deniz ile çok da alakalı değiliz. Yelkencilik, scuba, rüzgâr sörfü gibi biraz da sosyal refaha bağlı etkinlikleri bir tarafa bırakalım, Soçi’ye alternatif bir turizm mekânları yaratma konusunda da pek yol alamadık sanırım. Karadenizlilerin Karadeniz ile ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? Karadeniz’e asırlardır cömertçe bize sunduğu nimetlere karşı vefa duyduğumuzu söyleyebilir miyiz?

Yanıt 4. Burayı “ağlama duvarı”na çevirmek istemem; ancak, “ağlayıp iki gözümüzden, dövünüp iki dizimizden olsak” da, durum hiç de iç acıcı değildir. Bunu, büyük bir üzüntü içinde söylediğimi, belirtmek isterim. Çünkü ben,  Karadeniz’in “siyah” anlamındaki “Kara”sının ve masmavi “deniz”inin çocuğuyum. Bu anlamda kendimi “güneyli” sayarım. Bunda, Karadenizimizin yalnızca bir güney kıyılarına değil, bütününe sahip çıkma bilincinin rol oynadığına inanırım. Ben kendimi hem coğrafi olarak, hem de düşünsel temel olarak Karadenizli duyumsuyorum ve bu konumlandığım yer itibariyle “Karadeniz’in güneyinin çocuğu” olarak tanımlıyorum. Bu öznel ayrıntıdan sonra, sorunuzun son bölümüne  dönersek “asırlardır cömertçe bize sunduğu nimetlere” bakmamız gerekiyor:
       Karadeniz, mavi sularının sevgiyle dövdüğü 1695 km uzunluğundaki Türkiye kıyılarında  çay, fındık, tütün, mısır, buğday, narenciye yetiştirilen  bir denizdir.
        Ülkemizin çay ve fındık üretiminin tümünü, dünya fındığının %65-75'ini  tek başına sağlayan...Tuttuğumuz/tükettiğimiz balığın % 75'ini, yetiştirdiğimiz/içtiğimiz/sattığımız tütünün  % 12'sini karşılayan.. Sığır varlığımızın % 16'sını barındıran, süt üretimimizin % 12.7'sini soframıza getiren...Murgul'unda bakırı, Zonguldak'ında kömürü yararlanmamıza sunan  bir bölgedir Karadeniz. 
       Peki “bu nimetleri bize sunan Karadeniz’e karşı vefa borcumuzu ödeyebiliyor muyuz?” sorunuza gelince,  izninizle, yine bir durum saptaması yapmalıyım. Önce durumumuzu bilelim ki, kararımız sağlam olsun. (Çok sevdiğim Uğur Mumcu’nun dediği gibi ‘bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.’)
       7500 yıl önce, Nuh Tufanı'yla  "dolup taşan" Karadeniz, bugün de aynı durumda: belki onun için bir türkümüz “Uyy  deniz Karadeniz/ Doldi da taşamayi” diyor.
       Belli ki, türkü, "Karadeniz'in 2.2 milyon  km2 büyüklüğündeki toplama alanının önemli bir kesimini oluşturan ve en yüksek kirlilik yükü payına sahip olan Tuna Nehri'nin getirdiği organik madde yükü 1950'lerden beri 10 kat arttığı" için Karadeniz "doldi da taşamayi" diyor. Tuna'nın doğduğu Almanya'dan Karadeniz'e dökülünceye kadar 81 milyon kişinin yarattığı kirliliği sularına aldığını...her yıl 60 ton civa, 900 ton bakır, 1000 ton krom, 4 bin 500 ton kurşun, 6 bin ton çinko, 60 bin ton fosfor, 340 bin ton azot ve 50 bin ton petrol kirliliğini Karadeniz'e taşıdığını bize duyurmak istiyor türkü; Karadeniz'i % 75 oranında Tuna aracılığıyla Avrupa ülkelerinin, % 20 oranında Bağımsız Devletler Topluluğu'nun ve % 5 oranında Türkiye ve Bulgaristan'ın kirlettiğini açıklıyor bize. İstanbul'un evsel atıklarının Boğaziçi'nin alt akıntısına verilerek Karadeniz'e gönderildiğini haykırıyor. Her yıl Ordu'da 210 bin ton çöpün Melet Irmağı’na, Giresun'da 130 bin ton çöpün araziye, Trabzon'da 280 bin ve Rize'de 105 bin ton çöpün denize atıldığını "boş bir eldiven gibi" yüzümüze çarpıyor.
      "Uyyy deniz, Karadeniz,/ Doldi da taşamayi."
      Karadeniz'i  petrol boru hattı gibi kullanan uluslararası petrol tekelleri her yıl, 200 bin ton petrol kirliliği yaratıyor. Deniz, bu kirliliğin ancak 2 bin tonunu doğal yollarla temizleyebiliyor.
       Karadeniz'in kuzeyinde gemi yapım ve söküm tesisleri hâlâ çalışıyor. Zehirleyici madde dolu variller "İtalyanların yanına kâr kaldı."
       Karadeniz'in canlıların beslenebildiği verimli su tabakasının kalınlığı  200 metreden 100 metreye dek indi. Balık verimi nitel ve nicel olarak azaldı: Avlanabilen türlerin sayısı 3'e, 5'e, miktarı  265 bin tondan önce 97 bin, sonra da 66 bin tona keskin ve anlamlı biçimde düştü. Yunusların sayısı azaldı.
       "Doldi da taşamayi."
       Karadenizlinin geçim kaynaklarının başında gelen fındığın, çayın ve tütünün verimi giderek düşüyor, üretilen de geçimi sağlayacak para getirmiyor.
       Araştırmalar, gelir dağılımında Karadeniz'in en kötü bölge olduğunu gösteriyor. "Sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasında Karadeniz Bölgesi 5. sırada. Kamu yatırım harcamalarında Bölgeler arasında sonuncu sırada Karadeniz. Bütçeden Karadeniz illerine ayrılan payların oranı binde ile ifade ediliyor.1983-93 arasında devletin kişi başına en az yatırım yaptığı 10 ilin 4'ü Karadeniz'de. Eğitim, sağlık, içme suyu ve asfalt karayolu gibi göstergelerle bölgesel sıralamada Karadeniz 5. durumda.
        1990-97 arasında ülkemizin nüfusu 6.392.539 kişi artarken, Karadeniz illerinde nüfus toplam olarak 293.018 kişi azalıyor. 17 Karadeniz ilinin 3'ü dışında kalanlar yurt içine ve dışına  göç veriyor.
        Benzer bulguları yineledim mi? Ne zararı var. Çinlilerin bir atasözü var, çok severim ve uygularım her fırsatta: “Mermere her gün damlarsanız, aşındırırsınız.” Bu söyleşiyi bölüm bölüm okuduğunuzu varsayıyorum ve “her gün damlamaya” çalışıyorum. Tekrar, öğrenmenin bir yolu değil midir?
         Hayır hayır. Karadeniz’e vefalı davrandığımız söylenemez. Gelinen bu noktada herkesin  az ya da çok bir payı var; Yani “masum değiliz hiçbirimiz.”  Karadeniz’i çok sevdiğimizi, yeşiline, mavisine, balığına, yaylasına vurgun, tutkun olduğumuzu, “sevdalı değil, karasevdalı” olduğumuzu söyleriz de, bu biraz sözde kalır. Üzülerek söylüyorum ki, “Vefa”, hâlâ, İstanbul’da Fatih’te bir semt adı. Ancak, bizler Karadeniz'i sevmeyi sürdüreceğiz. O'nun da bizi bağışlamasını sağlayacak  çabaları göstereceğiz. Asla yitirmediğimiz Kuvayi Milliye ruhumuz yol gösterecek bize. Çevre için, kültür için Kurtuluş Savaşını yeniden başlatacağız.
         Sevginin bedelini ödeyeceğiz. Yalanın, dolanın, kandırmacanın, savsaklamanın  hesabını  soracağız: "Uyyy  deniz" inlemelerimizi "ohhh deniz" sevincine döndürünceye değin, "oy"umuzu bilinçle kullanacağız. Kullanacağız ki, "Karadeniz Yarına da Kalsın."  Türkiye de... Dünya da.
         Ve bir gün o güzelim Karadeniz türküsünü şöyle söyleyeceğiz:
          "Oh deniz, Karadeniz, / Dolup da taşma artuk.
          Gel edelum sevdaluk, / Bu dünyayı kurtarduk."

Soru 5. Kariyerinize şiirle başladınız ve ilk şiir kitabınız 15 yaşınızdayken Trabzon’da basıldı. Türk edebiyatında kendi ekollerini oluşturmuş Trabzon kökenli pek çok şair ve yazarın yanı sıra Kıyı gibi güçlü bir sanat dergisini uzun yıllar yaşatacak iklimi yaratmış kentimizin, 70’lerde yoğunlaşan metropollere göç yüzünden bahsi geçen iklimin zarar gördüğünü ya da  değiştiğini düşünüyor musunuz?

Yanıt 5. Evet, iklim değişmiştir. Uzun süre Trabzon’da şiir yağardı, öykü yağardı gökyüzünden. Resim, karikatür, müzik, düşünsel yazılar...  Öyle bir iklim egemendi. Yazın ve düşünce merkezlerinden biriydi Trabzon. Hem yerel, hem ulusal alanda güçlü bir kültür ortamı boy atardı Trabzon’da. Ayakları kent kültürüne basan bir ortamdı. Yerel kültürün düzeyini yukarı çeken bir ortam: Opera ile tanışmış, piyano ile el ele vermiş, alttan gelen kültürü yukarı çeken bir iklim. Şimdi gökyüzünden mermi yağıyor. Belki de bunlar, eskiden bizim gökyüzüne saldığımız mermilerdir. Ama biz onları, “düğünde, dernekte, şenliğimizde” salmıştık gökyüzümüze, yani “şenlik” olsun diye patlatmıştık. Bizim hedefimiz gökyüzüydü, insan değil. Biz söylediklerimizi  insanların “yüzüne karşı” düşünceye sarmalanmış söz olarak söylüyorduk/söylüyoruz. Trabzon denildiğinde, coğrafyanın verdikleriyle birlikte, tarihin, edebiyatın, kültürün yüzyıllardan beri getirdikleri geliyordu aklına başka yörelerde yaşayanların, insanlığın. Trabzon “bir tutku” olduğunca, orada yaşayanlar için “bir utku” idi de... Toprağı ve denizi yalnızca, yeşilin kırk bin tonunu, mavinin on bin çeşidini değil, insanın “adam gibi” olanını yetiştirirdi. “Adam gibi”nin “gibi”si bile fazlaydı. Adam yetiştirirdi, “cüdam” değil. Şimdi de, öyledir Trabzon, kuşkusuz. Adamın hasını, sanatçının klasını yetiştiriyor. Ancak, bunlarla anılmıyor artık, Trabzon. “Vuravur”la, “silahla”, “kaba kuvvetle”, “odaklarla” anılıyor. Trabzon bunu hak etmiyor. Trabzonlu bu değil. Bu görüntüyü, bu algılamayı değiştirmemiz gerekiyor. Bunun nasıl yapılacağını düşünmemiz, tartışmamız gerek.
     Silahı “şenliğimizin” bir parçası olma durumuna yeniden getirmeliyiz. Silah “benliğimizin” bir göstergesi olmamalıdır.
     Tamam, silahtan vaz geçemiyor hemşehrilerimiz. En azından şunu yapamaz mıyız?  Belimizde silah, elimizde kitap olamaz mı? Elimizdeki kitap, okunduğunda, belimizdeki silahı unutturur, diye düşünüyorum.
      Ancak, bunca kötümser de olmamak gerekir, belki. Bir panelde, o anda usuma düşen ve dilimden dökülen bir düşünceyi burada da sunmak isterim. Derim ki, “kentlerin sınırları sonsuzdur, sevenleri bulundukça.” Ol nedenle, Trabzon’un toprağına ayağı değmiş, havasından suyundan yararlanmış; doğasının-kültürünün, yaşam biçiminin  şair, yazar, müzisyen, ressam, düşünür özetle sanatçı  ve “adam gibi adam” ettiği her kimse ve her nerede yaşıyorsa, şayet Trabzon sevgisini ve tutkusunu gönlünden uzak düşürmemişse “göç etmiş” , yurdundan “cüda düşmüş” sayılmaz. O kişi nerede yaşıyorsa; “metropollerde” değil, dünyanın en uzak ıssızlığında bile tutunmuşsa yaşama; ekmeğini orda kazanıyorsa, orda doyuruyorsa karnını, çoluğunu çocuğunu orda “namerde muhtaç etmiyorsa”; başını dik, omuzlarını gergin tutabiliyor ve gözünü daha iyiye, daha güzele, daha aydınlığa dikebiliyorsa, ne gam, işte Trabzon orasıdır. Trabzon’un sınırı oraya dek uzar/uzamıştır. Şairin dediği gibi “sol memesinin altındaki cevahir solmamışsa” koyver gitsin, dünyanın öteki ucuna. Çünkü Trabzon orasıdır. Selam olsun, ardında bıraktıklarını unutmadan, ardına bakmadan gidene.

Soru 6. Ben eğitimimin tamamını İstanbul’da tamamladım; ama babam KTÜ’nün olmadığı yıllarda Trabzon Lisesi’ni bitirmiş, pek çok arkadaşı gibi gurbetin kader olacağının idrak edilemediği yıllarda İstanbul’a gelip yerleşmişti. Hoş anılar ve unutulmaz dostluklar dışında Trabzon Lisesi’ni ya da 1950-60’larda Trabzon Liseli olmayı özel yapan bir şeyler var mıydı?

Yanıt 6. – Trabzon lisesini “özel” yapan, belki de “hoş anılar ve unutulmaz dostluklar”dır. Bunları “dışta” tutmayıp “içselleştirirsek” belki de Trabzon Liselilik ruhunu daha iyi anlarız.
     Ben Trabzon Lisesi’ne “leyli meccani” olarak girdim, yani “parasız yatılı” olarak. O yıl, - 1962 idi- Türkiye çapında, 18 öğrenci kazanmıştı Trabzon Lisesi’nin parasız yatılı sınavlarını...Ben, bunlardan biriydim. İyi bir derece yapmıştım sınavda. Aynı dereceyi yine parasız yatılı olarak Trabzon Öğretmen Okulu ve Trabzon Sağlık Koleji’nde de gösterdim. Babam “kısa yoldan” gitmemi istiyordu. “Öğretmen Okulu’na git, üç yıl sonra maaşa bağlanırsın” diyordu. Bense, gözlerimi ufkun ötesine dikmiştim. Babamın inadını nasıl kırdım, ayrı bir öyküdür. Belki anlatırım... Lise’ye kayıt olduğumun ilk haftasının sonunda, -önceden dilekçe vermek gerektiğini bilmediğimden- 26 km uzaklıktaki Maçka’ya, anama, babama, belki kardeşlerime gidemediğim için, hüngür hüngür ağladığımı anımsıyorum: bir de Haziran l965’te, Fen kolundan derece ile mezun olduğumda, Lise ile simgeleşmiş o manolya ağacının altında durduğumu, kendimi uzun bir yola çıkmak için donanımlı, engelleri aşmaya kararlı; ancak  sevdiğim bir kentten ve okuldan ayrılacağım için  buruk, mahzun ve sözcüğün tam anlamıyla ezik duyumsadım. O manolyanın altında yine ağladım. Beynim doldurulmuştu, çiçeklendirilmişti bu okulda, bu kentte, evet, bu bakımdan korkum yoktu. Beynimle dilim arasındaki mesafe kısaltılmıştı bu okulda, bu kentte, evet, kendimi savunabilirdim. Ancak, yokluyordum bedenimi, gönlümü, kendimi –sözcüğün tam anlamıyla- “çıplak” duyumsuyordum. Alıştığım/alıştırıldığım bir şeydi, sevmek, sevilmek. İşte, buradan uzaklaştığımda, bu çatının altından çıktığımda, o uzaklarda bu alışkanlığımı doyurabilecek ortamı bulacak mıydım? Gideceğim yerde beni nasıl bir ortam bekliyordu? Sevginin egemen olduğu bir çevre mi? Yoksa..? Burada, buralarda her şey, insanın “yüzüne karşı” söylenirdi, oralarda da öyle midir? Burada, buralarda hiçbir varlığımıza el uzatıldığını görmedim, Lise’de özel dolabımızdan, köyde, yaylada konutumuzdan bir şeyimizin eksildiğini... Burada, buralarda kafama çiçek ekenleri herkes tanır, bu beni korur...Orada da öyle mi olacak? Burada, buralarda... uzatmayalım, “çıplak”tım utanmadım, korktum ağladım. Yani Lise yıllarım “iki damla gözyaşı” arasında geçti. Bu Trabzon Lisesi’ni “özel” yapar mı? Genel için yapmaz, benim için yapar.
     Genel için Trabzon Lisesi’ni “özel”, “özellikli” yapanın “köklü bir kuruluş” olduğudur, bilirim. 80 yaşa yaklaşan bir gençti. Sıradan değildi; özeldi. Biz öğrencilere özgüveni aşılayan bir kurumdu; içi boş bir özgüven de değildi bu; bilgi doldurulmuş beyinlerin duyduğu özgüven; üstelik özümsenmiş,  eyleme geçirilebilecek bilginin... Eğitim-öğretim düzeyi yüksekti. Öğretmenleri, hem öğret’endi, hem de “men”di, “adam gibi adam”dı. Sevgiyle harmanlanmış bir otoriteleri vardı; görürdük ki, çatık kaşlarının altında bize gülümseyen bir çift göz var; anlardık, yanağımıza değse de ellerinin kadifeden olduğunu...Yatılı olmanın perçinlediği arkadaş dayanışmasına nasıl sevgiyle baktıklarını ve bu dayanışmayı, bu sadakati kırmaya yönelik bir harekette bulunmaktan kaçındıklarını duyumsardık. Bu bizi şımartmaz mıydı? Kuşkusuz şımartırdı; ancak -şımarıkça yaptıklarımızdan- sonra utanan biz olurduk... Biz hırçın ve hızlıydık; onlar sakin ve bilge; zaman onlardan yana işliyordu; bunun bilincindeydiler... Bilirdik cezanın terbiye ediciliğini...Kırık notun bizler gibi onları da yaraladığını bilirdik. Başarı düzeyini yükseltmek için, öğrenciler kadar öğretmenler de yarışırdı, hem kendileriyle, hem birbirleriyle. Bu son tümcemi bir kez daha okuyunuz. Buncası yeter... Lisem için üçüncü kez ağlatmayın beni.

alaettin Bahçekapılı anne babası ve kardeşleriyle

Kentlerin sınırları sonsuzdur, sevenleri bulundukça

Soru 7.  15 çocuklu bir ailenin ortanca çocuğu olarak İstanbul’a geldiniz. Ömer Kayaoğlu’nun sözleriyle “İstanbul’da Trabezan” olduğunuzu sık sık hissettiniz mi? Yoksa Maçka’nın dağlarını metropolde başarılı olabilmek için geçmişte bırakılması gereken hoş bir anı olarak bir raftaki resim çerçevesine mi sığdırmak zorunda kaldınız? Doğduğu yerden 1000 km ötede kendine ve kendinden doğacak  nesillere yeni bir başlangıç yapma zorunluluğu neler katıp neler eksiltti hayat hikayelerimizden?

Yanıt 7.  – Ne zor soru bu. Şimdi benden, burada derinlemesine bir yanıt vermemi, birkaç kitap dolduracak bir çözümlemeye gitmemi beklemiyorsunuz değil mi?
     İzninizle, iki anekdot (hâlâ Türkçe karşılığını bulamadım/anımsayamadım, inanır mısınız?) anlatayım, belki yardımcı olur içinde bulunduğum durumun anlaşılmasına.
     Az önce, Trabzon Lisesi’ne gitmek istediğimde, babamın “kısa yoldan git oğlum, öğretmen ol” diyerek karşı durduğunu anlatmıştım. Onu anlıyordum, 15 çocuğu vardı, ben ortancaydım, 7 benden büyük, 7 de küçük kardeşimin arasında nazar boncuğu gibi (!) duyumsardım kendimi. Hepimiz olmasa bile, 8-9’umuz “bir keserin yontmasına”, “bir nasırlı elin taşı taş üstüne koymasına” bakıyorduk. Babam (önceleri “aga” derdik ona, sonra “baba”) yapı ustasıydı. Anam (hep “anne”ydi, uzaktaysa sesimizi duyurmak için “kız anneee” diye seslenirdik) ev ve toprak emekçisi. “Kısa yoldan gitmemi” istemeleri haklarıydı. Ben önce Lise, sonra Üniversite istiyordum. Babamı iknaya, ne ortaokuldaki öğretmenlerimin yüreklendirmeleri, ne komşularımızın dil dökmeleri yetti. Çaresizdim.
     Bir gün. Babamla evimizin dibindeki tarlada, bir taşın üstünde oturuyorduk. Benim Bozo diye çağırdığım bir boz eşeğimiz vardı. O da yanı başımızda otluyordu. Pasalı (ucuna ip bağlanan demir parçası) toprağa çakılıydı. İpi boynundaydı. İpin yetiştiğin alandaki otları bitirmiş, uzaktakilere ulaşmak için ipini zorlamaktaydı. “Baba, şu eşeğe bak” dedim. Baktık. Boz eşek, ipine asıldı, asıldı, pasalı topraktan kurtardı ve uzaktaki ot küme’sinin başına gitti. Babam, yüzüme baktı: “Eee ?” dedi. “Ben Bozo’nun yaptığını yapmak, karnımı nerede doyurabileceksem, oraya gitmek istiyorum. Beni bir pasala bağlama. Bir ip boyu alan, eşeğimize yetmedi, bana hiç yetmez.” dedim. Babam –şimdi l05 yaşındadır ve o tarlamızın başındaki evinden hiç ayrılmamıştır, dağların, toprakların bir anlamda “bekçiliğini” yapmaktadır, ellerinden saygıyla, sevgiyle öperim-  boynunu büktü, elindeki çubukla toprağa bir çizik attı, uzun bir çizikti, -bilmiyordum o zaman, gurbet orada başladı- düşünceli ve üzgün: “Yani sen, ‘beni serbest bırak’ diyorsun. ‘Ben ekmeğimi  nerede kazanacaksam, karnımı nerede doyuracaksam oraya kadar gideyim’ diyorsun, öyle mi?” “Evet, baba!” “’Başarırım, beceririm’, diyorsun, öyle mi?” Kararlı bir sesle: “Evet, baba!” “’Ele güne muhtaç olmam, seni de çok zorlamam’, diyorsun, öyle mi?” Yutkundum: “Evet, baba!” Babam, başını kaldırdı, bir az ötede -şimdi daha da uzağa gitmişti- otlayan boz eşeğe baktı, bir bana, gözleri dolu doluydu: “Peki oğlum, kararını kendi veren, yolunu kendi çizen ilk oğlum sensin, yolun açık olsun. Yarın inelim Trabzon’a, kaydını yaptıralım Lise’ye.” Babamın elini öptüm. Nasırlı elleriyle başımı okşadı. Kalktım, Bozo’nun yanına gittim, alnından öpmek geçti içimden, babama ayıp olur diye düşündüm, başını okşadım. 
     Gurbet yolu o üstünde oturduğumuz taştan başladı. Bilerek çıktım bu taşlı dikenli yola. “Kararımı kendim vermiştim.” “Başaracağıma, becereceğime” de söz vermiştim. Ekonomik durumumuzun ötesinde “sözümün mahkûmuydum.” Başarıya “tutsaktım.”
     Gurbet, benim için, üstüne  kendi kararımla çıktığım  bir huysuz at. Dört nala değil, on dört nala koşan bir at. Üstünden atmasın diye, yelesine on bin parmağımla, gövdesine yüz iki bacağımla tutunduğum bir deli at. Atamadı şimdiye dek. İnmek kararı, kendi elimde değil. İpim bu deli atın boynunda. Nerede, nasıl, ne zaman ineceğime o karar verecek.
     Şimdi anlatacaklarım da, bu gurbete nasıl baktığımı, nasıl yorumladığımı, hangi değerleri yanımda taşıdığımı ve bunları nasıl koruduğumu gösteriyor.
     Yeni tanıştığımız bir Anadolulu, işadamı, yarım saatlik söyleşimizden sonra sorar:
-    Alâettin Bey, nerelisiniz?
-    Karadenizli.
-    Karadeniz’in neresinden?
-    İçinden.
-    İçi neresidir yahu?
-    Trabzon.
-    Diliniz hiç benzemiyor.
-    Evet, doğrudur. İstanbul’a geldim, dilim bozuldu, böyle oldu. 
     Kıssadan hisse çıkaralım mı? Çıkarmayalım. Okuyucunun zekâsından kuşkulandığımız gibi yanlış bir düşünce doğar.
     Şu düşüncemi yinelememe izin verin, lütfen : “Kentlerin sınırları sonsuzdur, sevenleri bulundukça.” Ve şunu da eklememe: “Selam olsun, ardında bıraktıklarını unutmadan, ardına bakmadan gidene.”

     Sevgili Özhan Öztürk, görüyorum ki, sorularınızın daha yarısını yanıtlayabildim. Yoruldum dersem, yalan olur. Yine de, okuyucuyu düşünerek, ara verelim diyorum. Öteki sorularınızı, bir ay sonra yanıtlayayım. Okuyucu bu söyleşinin ilk bölümü için ne diyecek, görelim. Belki ona göre, kendime çekidüzen de veririm. Her yaşta öğrenciyiz...
     Sevgiyle...

    


     Alâettin Bahçekapılı
     Araştırmacı Yazar, TRT Program Yapımcısı (E)
     *Karadeniz Kültür ve Çevre Derneği  Genel Başkanı, (1996-2000)
      *Karadeniz Eğitim Kültür ve Çevre Koruma Vakfı
       Yönetim Kurulu Üyesi, Çevre Kurulu Başkanı (2000-2004)
      * Ataşehir Sakinleri Dayanışma Derneği Başkanı (2003-2005)
 

 

 

 

          

Karalahana.Com! Doğu Karadeniz Bölgesi gezi, kültür, tarih ve müzik rehberi © 2007 | Tüm hakları saklıdır