|
|
|
KARADENİZ RUMLARI
Neal Ascherson
Yedinci Bölüm (Karadeniz Rumlarının inanılmaz serüveni
[The Incredible Odyssey of the Black Sea Greeks]
Yurt,
Bir tür onur, bir yapı yeri değil,
Nerede olsak, ne zaman, istediğimizde,
Başka yerde bulunsak, seçilmiş hakkımız olduğuna güvendiğimiz
yer.
W.H.Auden
‘Savaş zamanı’ (1942)
Ankara’dan eski adı Trapezus olan Trabzon’a otobüs yolculuğu on
üç saat sürüyor. Yol Orta Anadolu stepinde başlıyor ve sonra
ormanlardan ve kıyı dağ şeridinin geçitlerinden geçip
Karadeniz’e ulaşıyor. İÖ 400 yılında Xenophon ve Onbinlerin
İran’dan memleketlerine giderken geçtikleri yoldur bu. Ama
ufukta mavi deniz çizgisini görüp ‘Thalasa! Deniz’diye
bağırdıklarında, yerli halkın onları anlamasıdır. Onlarda
Yunanlıdır. Trabzon onların dilinde Trapezous, bu kıyıdaki
koloni şehirlerinden yalnız biridir ve Karadeniz çevresini
dolnanan öteki Yunan yerleşimleriyle temas halindedir. Xenophon
ve ordusundan kalanlar dağlardan çıkıp geldiklerinde, Yunanlılar
üç yüz yıldır bu şehirde yaşamaktadırlar. Bu yerleşimcilere
verilen adla Pontus Yunanlıları, bu sahilde ve onun kar çiçeğine
kadar uzanan yeşil, sisli vadilerinde yaklaşık iki buçuk bin
yıldan fazla yaşadılar. Romalıların, sonra Bizans
imparatorlarının, sonra kısa süre için Trabzon’da imparatorluk
yapan Büyük Komnenosların egemenliğine girdiler. Sonra Türkler
geldi. Pontus Yunanlıları, biraz uzlaşıp, biraz müslümanlığa
girerek bunu da atlattılar. Son 1923’te, diplomatik dilde
‘mübadele’ olarak, diplomatik olmayan Yunanca’da ise Katastrofi
olarak bilinen olayla geldi.
Yunanistan, İngiltere tarafından desteklenen vahşi bir emperyal
maceraya girişerek Batı Anadolu’yu işgal etti. Ege’de büyük güç
olmayı ve Osmanlı İmparatorluğu’nun harabesi üstünde ‘Büyük
Yunanistan’ kurmayı umuyordu. Ama işgal 1922’de basitçe
Dumlupınar savaşında Yunanistan’ın yenilmesiyle değil,
Anadolu’nun sivil Rum halkının da Yunan ordusuyla birlikte feci
şekilde denize dökülmesiyle bitti. 1923’te Lozan Antlaşması
Mustafa Kemal Atatürk önderliğindeki yeni Türkiye’nin
sınırlarını çizdi. İslam dünyasının halifeliği, geniş topraklara
yayılmış çok etnili ve çok dinli imparatorluk, şimdi ölen yıldız
gibi çökmüş, dini müslümanlık ve dili Türkçe olan merkezi,
homojen modern devlete dönüşmüştü. Bu sırada Yunanistan ve
Türkiye azınlıkların değişimi konusunda anlaştılar. Yaklaşık
yarım milyon Müslüman (çoğu dinleri dışında Rumdu) Yunanistan’ı
terk etmeye zorlandı ve bir milyondan fazla Hristiyan da
(bazıları kültürel olarak Türktü) Türkiye’den çıkarıldı.
Hristiyanların çoğu Pontoslu Rumlardı ve manastır ve
çiftliklerini, kasabalardaki ev, banka ve okullarını terk ederek
rıhtıma kadar taşıyabildikleriyle Karadenizden ayrıldılar.
.....................
Trabzon, denize uzanan derin vadiler arasındaki sırtlar üstüne
kurulmuş. Bu sırtlardan birinin üstünde yıkık halde Trabzon
kalesi, Büyük Komnenosların saray ve istihkamı var. Şehirde
şimdi camii yapılmış, St Eugenius, St Anna, St Andreas, St
Michael, St Philip, mağara kilisesi St Sava ve Panagia
Khrysokephalos gibi bir çok Bizans Kilisesi bulunuyor. Şehrin
batısındaki, denizden gelen rüzgarın serinlettiği sırt üstünde,
Aya Sofya manastırı var. Şimdi müze olan manastırın freskleri
Edinburg Üniversitesi ve David Talbot Rice tarafından restore
edilmiş.
Trabzon’un on dokuzuncu yüzyılda Yunanlı bankerler, gemi
şirketleri, okul ve hastane vakfetmiş hayırseverler tarafından
gri volkanik taşlardan inşa edilmiş uzun, klasik binaları olan
ticaret merkezinde Edinburgh’tan bir şeyler bulunuyor. Ama bugün
bu sokaklarda yürümek sürekli Türk nezaketi ve merakıyla yolu
kesilmek anlamına geliyor. Kahvelerin önünden insanlar sizi
çağırıyor, Rize’nin sırtlarında yetiştirilen çaylardan yapılma
dumanlı çaylarını içerken size hayat hikayelerini anlatıyorlar.
Lokantalarda bazan aşçı gelip sizi mutfağa götürüyor ve
cızırdayan tavadan istediğinizi seçtiriyor. Garson nazikçe
elinizden kitabı çekip ne okuduğunu görmek istiyor. Çantamın
kemerini tamir eden ayakkabıcı ben beklerken yandaki kahveden
bana bir bardak soğuk limonata getirdi ve hem limon suyu hemde
tamir parası almamak için direndi. Fotoğrafçı (sonradan benim
iki makaramı karıştırdığı yani tam iki filmimin yanmasına neden
olduğu anlaşıldı) bana “sözde Ermeni kıyımını” araştırmak için
Erzurum’daki toplu mezarlığa giden ve bütün kafataslarının
içinde tek bir Ermeni bulunmadığını, hepsinin tam Türk kafatası
örneği olduğunu göre bir İngiliz profesör hakkında uzun bir ders
verdi.
Komnenos İmparatorluğu burada 1204’te, Haçlılar
Konstantinapolis’i yağmaladıktan sonra kuruldu. Aleksios
Komnenos, Bizans İmparatoru’nun oğlu, Trabzon’a kaçtı ve burayı
başkent yaptı. Buradaki ticari talih, komnenos devletinin
Yunanlı imparatorlar Konstantinapolis’teki tahtı yeniden ele
geçirmelerinden sonra da yaşayıp gelişmesini sağladı. On üçüncü
yüzyılın ortalarında Moğolların İran’ı işgali ‘ İpek Yolu’nda’
yeni, daha güneyden gelen bir dalın işlemeye başlaması sonucunu
verdi ve Tebriz’Den başlayan bu yol, Pontus dağlarını aşarak
Trabzon’a ulaşıyordu.
Profesör Anthony Bryer, zamanımızın Komnenos İmparatorluğu tarih
yazıcısı, Trabzondan yönetilen Pontus’un, “Lübnan ve güney Hazar
gibi kendi Alp dağlarıyla sıkışmış ... iklim ve coğrafyası
müsait” yoğun ilişkilerini vurguluyor. Bir zamanlar zeytinyağı,
şarap ve tahıl, şimdi fındık, çay ve tütün yetiştiren sahil
tarımı, ılıman yağmur ormanlarıyla çevrelenmiş, “Ermenistan’ın
kuru yaylalarına bakan çayırlarla kaplı yaylalar oluşturuyor ve
Pontus yüzünü Karadeniz’e dönüyor.”
Başından itibaren buradaki Yunan yerleşimi Kardeniz’in öteki
yerleşimlerinden farklıydı. İçerdeki orman kaplı vadilere uzanan
derinlemesine ilişkiler oluşturulmuş bir yerleşimdi. Sahildeki
olağan şehir kolonisinin arkasında “Yunanca konuşan yerleşimler
suların dönüm noktasını oluşturan yüksekliklere kadar
ulaşıyordu.” Komnenoslar zamanındaki görece küçük Trabzon şehri
çalkantılı bir şehir ve siyaset hayatı yaşamıştı fakat nüfusun
çoğu tepelerin arkasında yaşıyor, tarım yapıyor ve yazları
hayvanlarını yüksek yaylalara çıkarıyordu. Bu hristiyan
köylülerin çoğu zengin manastır vakıflarının kiracısıydı.
Vadilere bakan yüksek tepelerin zirvelerine kurulmuş bu
manastırın zinciri Bryer’in dediği gibi “neredeyse Tibet
yoğunluğunda bir manastır ekonomisi yaratmıştı”.
Şehrin dışında bu kırsal Pontus toplumu Helen veya Bizans
dünyalarının en uzak ve yoğun Yunanca konuşan nüfusunu
oluşturmuştu- Peloponnesos’tan çok daha kalabalıktı.
Konstantinapolis sonunda 1461’de Türklere geçti. Ama Pontuslu
Yunanlılar vadi ve köylerinde kaldılar ve manastırlar daha
yüzyıllarca zenginlik ve mülklerini korudular. Birçok insan,
Trabzon’un büyük aileleride dahil, yüzeysel biçimde Müslümanlığı
kabul etti ama Pontus Yunancası konuşmaya devam etti. Bu dil,
bin yılı aşkın sürede Ege’de veya Bizans başkentinde
konuşulandan farklılaşarak oldukça değişik bir ağız haline
gelmişti.
Bu insanlar, ulus öncesi bu çağda kimliklerini nasıl
tanımlıyordu? Öncelikle, kendilerini ‘Yunanlı’ olarak ve
köklerini bir biçimde Yunanistan denilen yarım ada ve adalarla
bağlantılı görmüyorlardı. Seçkinler onbeşinci yüzyıl
Trabzon’unda birbirlerini Helen olarak nitelendirmiş olabilirler
ama bu etnik tanımlamadan çok kültürel bir simgeydi. Yabancılar,
ister Türk ister kuzey Avrupalı olsun, onlara ve bütün Bizans
İmparatorluğu sakinlerine ‘Rum’, ‘Rum halkı’ veya ‘Rumen’ yani
Roma İmparatorluğu yurttaşı diyordu ve bu Ortodoks Hristiyan
inancına dahil olmayı içeriyordu. Bu kategorilerle bunalmış, bir
zamanlar köyünde Yunanca konuşulan bir Pontus Türk’ü Anthony
Bryer’a “Burası Rum yeridir, burada Hristiyanca konuşulurdu...”
demişti.
Pontus vadi ve şehirlerinin halkı kendi kimliklerini üç
nitelikle açıklıyordu. Köy kadar küçük olabilsede, bir yere yani
patris’e ait olmak, Batı (Roma Katolik) hristiyanı lmamak ve
kendilerini bir ad gerektirmeyecek kadar kadim, kutsa ve bütün
ötekilere üstün bir siyasal yapılanmaya ait olmak. Biz bu
topluluğa, zayıf da olsa, ‘Doğu İmparatorluğu’ veya Bizans
diyoruz. Bu durum “Rum” halkın İmparatorluğa yıkıldıktan çok
sonra bile öteki devletler ancak gerçekçi gerçekliklermiş ve
siyasal toplumun özünü ancak o ifade ediyormuş gibi, Çinliler
derecesinde bağlılık göstermesini genede açıklayamaz.
İmparatorluk başkentine Konstantinapolis veya Bizantium diyoruz;
Vikingler buraya Micklegard demişlerdi; Türkler, Yunanca “eis
tin polin” “şehre” sözlerinden gelme İstanbul dediler. Ve
yurttaşlar için, ister surların içinde, ister Pontus, Gürcistan,
Kırım veya Tuna’nın ağzında yaşasınlar, ad buydu:’Şehir’.
Başkası yoktu. Bu şehrin, salt fenomen biçiminde olması dışında
sonunun gelmesi de mümkün değildi. Öz tahrip edilmezdi.
Kaçınılmaz olarak onun tezahürü de geri dönecekti.
Aşağıdaki, beş yüz yıl önce, Konstantinapolis’in düştüğü haberi
Trabzon’a ulaştıktan sonra yazılmış bir Pontus halk şarkısıdır:
Bir kuş, güzel bir kuş, Şehirden çıktı,
Ne bağlara kondu ne bahçelere
Güneşin şatosuna yerleşti.
Kana bulanmış bir kanadını salladı,
Ötekini kanadını salladı, onda yazılı bir kağıt vardı.
Bir okuyor, bir ağlıyor, bir göğsünü gagalıyor.
‘Eyvah bize, yzık bize, Rom şehri alındı.’
Kiliseler inliyor, manastırlar ağlıyor,
Ve St Ioannes Khryostomos ağlayıp göğsünü dövüyor.
Ağlama, ağlamaSt Ioannes, göğsünü dövme
Rum şehri öldü, Rum şehri alındı.
Rum şehri ölse de, gene yeşerecek
Ve gene meyva verecek.
...............
Uzakta, bir uçurumun yüzüne asılmış yıkık bir yer var. Şiddetli
bir fırtınanın saçaklarını süpürdüğü kırlangıç yuvası
kalıntısına benziyor. Sümela burası, ‘Mela Dağı’ndaki Tanrı’nın
Kutsal Anası’nın Kutsal, Emperyal, Patriarchal ve Stavropejik
Manastırı.’ Trabzon’un en az beş Büyük Komnenos imparatorunun
vakıflar bağışladığı, bir zamanlar bütün vadinin ve köylerinin
sahibi olan manastır.
Aşağıdaki ırmaktan zaman zaman basamakları olan bir keçiyolu
kıvrıla kıvrıla yukarıya çıkıyor ve kara çamlarla taflanlar
arasından manastıra ulaşmak gayretli bir yürüyüşle yarım saat
tutuyor. Burası arkada geniş, büyük bir mağarayla dağa bitişen,
yüksekliği otuz kırk meteye ulaşan bir kaya çıkıntısı üzerine
inşa edilmiş. Her yerde yıkıntılar var. Ama bunlar zamanın
yıkıntısından çok nefretin yıkıntısı: Boğaza uzanan yatakhanenin
içi dışına çıkmış duvarları, ahşap yapı ve galerilerin bulunduğu
yerdeki kararmış delikler, içleri vandalizme uğramış taş
şapellerin yaralanmış kapıları görülüyor. En içteki tapınak,
doğrudan kayaya inşa edilmiş mağara içindeki tapınak, doğrudan
kayaya inşa edilmiş mağara içindeki yapı alçılanmış ve
fresklerle kaplanmıştı. Şimdi alçı dökülüyor, soluk renklerle
boyanmış tabakalar halinde kayadan ayrılıyor. Meryem Ana ve
Pantokrator’un kocaman başları yukarıdan bakıyor, maiyetiyle bir
Komnenos imparatoru solgun ışıkta seçiliyor. Elin ulaştığı her
yer graffiti, ad ve tarihlerle kirletilmiş. Çoğu Türkçe ama
tuhaf biçimde Katastrofi yılından öncesine ait Yunanca yazılarda
var. Tavan alçısında yer yer görülen kare biçiminde delikler ve
duvarlardaki uzun dikey yaralar profesyonel hırsızların, Londra
ve New York müzayede satışları için kesilen fresk parçalarını
çıkarmak için kullandıkları güçlü aletlere işaret ediyor.
Dışarıda, çıkıntıya vuran parlak güneş ışığında, kırk metre
yukarıdan bir kaynaktan su damlıyor. Her damla su havada uçarken
parıldayan zerreciklere dönüyor ve sonunda tiz bir çarpma
sesiyle platforma vuruyor. Burada, Türkçe ve İngilizce ‘Kutsal
Su’ yazılmış levhanın altında, çamurlu bir göl oluşmuş. Yanında
inşaat perdesi var ve işçiler taşıyorlar. Restorasyon devam
ediyor. Ama Sümela’nın on sekizinci yüzyılda, Manastır Başkanı
Khristoforos ve yirmi üç kıdemli rahibi, Moldovya gibi uzak
yerlerden bağış olarak altın para getiren heyetleri
karşıladığında veya Avrupa’dan gelen Victorian bilim adamları
manastır kitaplığındaki el yazmalarını koklayıp, gözlerini
kısarak baktığında, nasıl göründüğünü hayal etmek zor. Kitaplık
şimdi dörtyüz metre boşluğa bakan bir duvar üzerine boyanmış
yazıdan ibaret. Sümela’nın 1923’de terk edilmesinden önce nasıl
olduğunuda bilemiyoruz.
Bu terasta kültün ne zaman başladığını kimse bilmiyor. Bir on
dördüncü yüzyıl yazıtında manastırın ‘Doğu ve Batının hakimi
İmparator’ tarafından kurulduğu söylenmektedir, ama burada çok
daha eskiden kutsal bir mekan bulunmuş olsa gerektir. Eski
Sümela miti Aziz Luka’nın bir Meryem Ana ikonu yaptığını, bunun
Atina’ya götürüldüğünü, fakat Meryem Ana’nın günahkar şehirden
bıkarak, bazı melekleri kendisini kaçırmaya ikna ettiğini
anlatır. Meryem Ana Ege’nin ve Karadeniz’in üstünden uçup,
uçurum kenarındaki bir mağarada saklanmıştır. Sonunda burada
Atina’dan gönderilen iki araştırıcı keşiş olan Barnabas ve
Sophronios tarafından bulunmuştur ve keşişler onu Yunanistan’a
geri taşımayıp onun dağdaki ikonu çevresinde yeni bir manastır
inşa etmeyi kararlaştırmışlardır.
Sümela’nın ilk parlak dönemi Trabzonlu Komnenoslar zamanıdır.
3.Aleksios (1349-90) manastırın özel koruyucusudur. Meryem
Ana’nın ikonunun müdahalesiyle bir fırtınadan kurtulan imparator
manastırın yeniden inşaatını yüklenmiş ve 1361’de güneş
tutulmasını izlemek için buraya tırmanmıştır. İkinci refah
dönemi on sekizinci yüzyılda, Türk işgalinden çok sonra,
Gümüşhane madenlerinin açılmasıyladır. Gümüşhane çevresindeki
Haldiya bölgesinin piskoposları Sümela’yı kanatları altına almış
ve başka binaların, daha iyi resimlerin yapılması ve ortaçağ
fresklerinin restorasyonunu sağlamışlardır. Bunların çoğu
Phytianos klanından gelmedir ve bu aile padişah adına gümüş
madeni işletmelerini elinde tutmaktadır.
Taksim meydanında satılan Türkçe rehber kitapları 1923
Katastrofisi hakkında şu açıklamayı yaparlar. “Cumhuriyetin
ilanından sonra bölgede yaşayan Rumlar kendi yurtlarına döndüler
ve Sümela manastırı boşaltılarak terk edildi.” Kendi yurtları?
Dönmek? Onlar yaklaşık üç bin yıl Pontos’ta yaşamaktadırlar.
Onların Pontus diyalekti yirminci yüzyıl Atianlıları tarafından
anlaşılmamaktadır. Onların dünyası Karadeniz sahil kesimidir
veonların yurt dışındaki aile bağları, yirminci yüzyıldan
itibaren Rusya İmparatorluğu, Kafkaslar, Kırım ve Azak Denizi
çevresine yerleşmiş büyük Pontuslu Rum göçüyle oluşmuştur.
Ama rehber kitap gene de bütünüyle yanlış değildir. On dokuzuncu
yüzyıl boyunca iki tarihsel kuvvet kadim Pontuslu Rum toplumu
üstünde yoğun etkisini göstermiştir, bunlar ideoloji ve pratik
yaşamdır. Biri Yunan milliyetçiliğidir, İstanbuldan ve sonra
Atinadan yayılmış, hem modernizm hem romantizm ideolojisidir.
Öteki Karadeniz çevresinde yükselen Rus gücü ve ardı ardına
savaşlarla Rusya’nın batıda Balkanlara, doğuda Kafkasya’nın
sahil kesimine ilerlemesidir. Her savaş, Anadolu’da
Hristiyanlarla Osmanlı otoritesi arasındaki gerilimi arttırarak,
Rumların onları hoşgeldinle karşılayan Rus İmparatorlğuna
gitmesine ve çoğunluğu Kafkaslardan olmak üzere Müslüman
mültecilerin Pontus’a gelmesine yol açmıştır. 1828-29 Rus- Türk
savaşından sonra yaklaşık 42.000 Rum, Pontus nüfusunun nerdeyse
beşte biri, Rus ordusuyla birlikte bölgeden çekilmiştir. Kırım
Savaşından sonra daha fazla sayıda Rum bölgeden ayrılarak
Gürcistan ve Kırım’a yerleşmiş ve 1877-78’deki Kırım Savaşından
sonra yaklaşık 100.000 Rum, çarın koruması altına sığınmıştır.
Bu göçlerin sonuncusu Birinci Dünya Savaşında yaşanmıştır.
Karadeniz’in güney sahili boyunca ilerleyen Rus ordusu Trabzon’u
iki yıl süreyle, 1916-18 yılları arasında işgal etmişti ve ordu
çekilirken 80.000 Rum daha misillemeden korkarak onlarla
birlikte gitti.
‘Pontus Rönesansı’ ise tersine Batı’dan geldi. Bütün Karadeniz
çevresinde Yunan toplulukları on dokuzuncu yüzyılın büyük ticari
fırsatlarına sarıldılar, gemicilik, bankacılık, tütün
üreticiliği ve manifaktüre girdiler. Refahlarını yalnız yatırım
için değil, aydınlanma ve kültür içinde kullandılar. Ailesi
Bulgaristan’daki Filibe’den gelen George Maraslis, örneğin,
1897’den 1907’ye kadar Odessa’nın belediye başkanlığını yaptı.
Kişisel serveti ile, yalnız Odessa’da değil, Trakya’da, Filibe,
Selanik, Korfu ve Atina’da okullar, kütüphaneler, yayınevleri ve
öğretmen okulları açtı.
Trabzon’da bu zenginlikten, özellikle liman Hindistan’dan İran’a
uzanan kara yolunun batı durağı olarak hizmet ederken payını
aldı (yükseliş, 1869’da Süveyş Kanalı açılınca birden kesildi).
Şehirde Avrupa konsoloslukları ve yarım düzine Yunan bankası
vardı. Bütün Pontus okul kurma akımından yararlandı ve modern
eğitimle birlikte, Yunancaları Pontus diyalekti değil klasik
Yunanca olan, İstanbul ve Atina’da eğitim görmüş, yeni bir
öğretmenler kuşağı geldi.
İlk kez entellektüeller Pontusçuluğa etnik milliyetçi anlam
yüklediler. Bu ‘köken’ ve ‘kök’ gerektiriyordu. Anthony Bryer
“Haldiyalı öğretmen Triantaphyllides...oğlunu Perikles adıyla
vaftiz ettirdi ve onu Atina’ya gönderdi, oğul 1842’de döndüğünde
Trabzon’da Phrontisteron okulunda Xenophon veklasik Yunancayı
öğretecekti.... 1846’ya gelindiğinde okul müdürleri Gümüşhane’ye
hayali ‘Argyropolis’ adını takmışlardı” diye gelişmeleri
anlatıyor. Ulus inşaasının tipik bir örneği olarak öğretmenler
Pontus’uyalnız Bizans değil Perikles Atiasını da kullanarak
yeniden ürettiler. Karadenizçevresindeki bütün Yunan dünyasında
aynı süreç yaşanıyordu. Öğretmenler ve okul programları
Atina’dan geliyor, beraberinde Karadeniz Rum-hristiyan
toplulukjlarını ‘Yunan’ ulusuyla bağlantılandıran yeni
Yunanlılık kavramını da getiriyordu.
Bu hiçde Ege Denizindeki kuru yarımadaya sıkışmış küçük
Yunanistan ulusçuluğu değildir. 1844’de Yunanistan
parlementosunda bir konuşmacı yeni kimliği açılar: “Yunanistan
Krallığı Yunanistan değildir. Krallık Yunanistan’ın yalnızca en
küçük ve en fakir parçasını oluşturmaktadır.... Yunanlı yalnızca
Yunanistna’da yaşıyan değildir, o aynı zamanda Yanya, Serez,
Edirne, Konstantinapolis, İzmir, Trabzon, Girit ve Yunan tarih
ve ırkı ile bağlantılı her yerde yaşayan herkestir... Helenizmin
iki ana merkezi vardır: Yunanistna Krallığı’nın başkenti Atina
ve bütün Yunanlıların hayali olan şehir.” Başkenti şehir olan,
Atina’dan Gürcistan ve Ukrayna sınırlarına uzanan ‘Romanya’nın
restorasyonu düşü demek olan “Büyük Fikir” buydu. Ama “Büyük
Fikir” şimdi Parthenon’a, stoa ve Maraton savaşına insamları
geri götüren çok daha etkili bir köken mitine dönüşmüştü.
1923’e Trabzon’un son metropoliti Khrysantos’un 164.000 Pontus
Rumunu “eve” Yunanistan’a- kendilerine fizik, iklim, siyaset ve
dil bakımından yabancı bir ülkeye- götürebilmesini sağlayan da
buydu. Ama artık itiraf etmeli ki gidecek başka yer de
kalmamıştı. Rusya İmparatorluğu Sovyetler Birliği olmuştu;
Odessa ve Sivastopol’un 1919’da Yunan ordusu tarafından feci
biçimde alınmasından beri Rumlara kukuyla bakan bir devletti
budu. Yüz binlerce Pontus Rumunun yerleşmiş olduğu Gürcistan rus
devriminden sonra bağımsız devlet olmuş ama sonra Bolşevikler
tarafından yeniden işgal edilmişti. Versailles Barış
Konferansında ‘Pontus Cumhuriyeti’ veya Trabzon’uda içerecek ve
Pontuslu Rumlara iç özerklik tanıyacak biçimde Asia Minor’de
Ermenistan devleti kurmak için uluslararası destek bulma
girişimide sonuçsuz kalmıştı.
Lloyd George tarafından tasarlanan Yunanistan’ın Anadolu’yu
işgal girişimi 1922’de Mustafa Kemal tarafından yok edildi.
Ertesi yıl Lozan anlaşması ile Müslüman ve hristiyan
azınlıkların “mübadele”si geldi. İstanbul Rumları ile
Çanakkale’nin batısında Ege adalarında kalanların çoğu 1974’de
Kıbrıs nedeniyle Türkiye ile Yunanistan karşı karşıya geldiğinde
topraklarını terk ettiler. Sonunda büyük fikrin sonu gelmişti.
Ama Pontus Rumları hiçde bitmedi. Çocukları geniş dağılım
gösteren bir anayurttan geldikleri için Pontus diasporası haline
geldi. Diasporanın bir bölümü şimdi Yunanistanda yaşıyor, öteki
Yunanlılar için şaşırtıcı, içe dönük ulus içinde ulus olarak
kalmaya devam ediyor. Öteki bölüm Sovyetler Birliği’nin kale
duvarları ardında yok oldu ve dış dünya, Yunanlıların çoğuda
dahil, onları unuttu. Ama onlar anlaşıldı ki, Pontus ve
Yunanistan’ı unutmamışlar.
Yeni Sovyetler Birliğinde yaşayan Yunanlılarn çoğu Karadeniz
çevresine yerleşmişti. Azak Denizi’nin kuzey kıyılarında
yoğunlaşan yerleşimciler (Mariupol Rumları) kendi diyalekt ve
kültürlerine sahipti; onlar Büyük Katerine’nın güney Rusya’ya
sürdüğü çiftçilerin soyundan geliyorlardı. Ama çoğunluk Pontus
kökenliydi. Yunanlılar çoğunlukla liman şehirlerinde, özellikle
Odessa, Rostov ve Sivastopol’da verimli Kuban steplerinde,
Gürcistan ve Abhazya’nın sahil ve kasaba ve köylerinde ve orta
Gürcistan’ın tepelerinde yaşıyorlardı.
Sovyetlerin ilk yılları hoşgörülü hatta teşvik ediciydi.
Yunanlılar hızla iç savaşın yıkımını atlattılar. Topraklarını
korudular ve enerjik bir kültürel canlanma oldu: Yunan
alfabesinde reform yapıldı, cesur ve ilginç çok sayıda kitap,
dergi ve gazete basıldı; devletin yardım ettiği Yunanca öğrenim
ağı oluşturuldu. Kuban sahilinde ve Ukrayna’nın bazı yerlerinde
özerk Yunan bölgeleri kuruldu.
Ama çiftliklerin 1928’den sonra kollektifleştirilmesi ve
Stalin’in büyük güç kazanmasıyla, Yunanlılar bir gece Devrim’den
yarar görenler tarafından kurban tarafına geçtiler. Şimdi
onlarla ilgili herşey, özgür girişim gelenkeleri, dışarıdaki
emperyalist dünyayla ve özellikle Atinay’la (çoğunun Yunana
pasaportu vardı) bağları, bağımsız kültürleri, karşı devrimcilik
sayılıyordu. Güney Rusya ve Ukrayna’daki Yunanlılar
çiftliklerini kaybetmeye karşı kuvvetle direndiler ve binlercesi
tutuklandı. 1930 larda “ Büyük Tasfiye” başladığında, kültür ve
siyaset önderleri hainlik veya Troçkistlikle suçlandılar ve idam
edildiler. Yunan okulları kapatıldı ve Yunan edebiyatı tahrip
edildi. Güney Rusya’da siyasal soruşturma hızla etnik
programlara dönüştü: bütün Yunan toplulukları tutuklanıp
sürüldü. Eski Sovyetler Birliğindeki Pontuslu Rumlar arasında
epey çalışma yapmış olan Dr. Effie Voutra, 170.000 kadar insanın
1936’dan sonra Sibirya ve Orta Asya’ya sürgün edildiğini
hesaplıyor.
Ama bu yalnızca başlangıçtı. Devlet terörünün bütün gücüyle
Yunanlılara karşı dönmesi İkinci Dünya Savaşından sonra oldu.
Kırım Tatarları, Çeçenler ve Volga Almanları gibi, Sovyetler
Birliğindeki Yunanlılar da mahkum edilen bir ulus oldu ve
sürüldü.
Hemen hepsi Pontus kökenli Kırımlı 70.000 Yunalı ilk gitti.
Sonra sıra Kuban ve Güney Rusya’dakilere geldi. Son sıra Kuban
ve Güney Rusya’dakilere geldi. Son olarak 14/15 Haziran 1949
gecesi, aylarca gizliden gizliye hazırlanan devasa bir planla
bütün Kafkasların Yunanlı nüfusu sürgün edildi. Ana hedef
Abhazya’daki ve Türkiye sınırına kadar uzanan Gürcistan
sahilindeki yerleşimlerdi. Yaklaşık 100.000 kişi ele geçirildi.
Köyleri karanlıkta NKVD özel birliklerince sarıldı ve
toplanmaları için bir kaç saat tanındı. Çoğu mühürlü trenlere
ulaştıklarında, bilinçli biçimde dağıtıldılar: küçük Müslüman
topluluklar arasında, Orta Asya ovalarına yayılan pamuk
çiftlikleri kolhozlara serpiştirildiler.
Bunlar neden yapılmıştı? Bugün bile açık bir cevabı yok.
Stalin’in Karadenizde savaşi çıkacağı korkusu 1919 müdahalesine
ait anıları, Gürcistan’ın entrikaları ve kıskançlığı veya çok
sayıda Pontus Rumunun Yunanistan pasaportu taşıması- bütün
bunlar açıklama olarak ileri sürülmektedir. Belkide gerçek neden
Yunanlıları bir aile oluşturmasıydı. Onların insani bağları,
totaliter siyastein suni bağlarından güçlüydü. Sovyetler
Birliği’nin yurttaşıydılar ama suçları “kozmopolit” olmak,
etkinlikleri Sovyet topraklarına yayılan ve sınırların dışına
taşan geniş bir ticaret dünyasının, dedikodu, evlilik ve cenaze
törenlerinin üyesi olmalaruydı....
............
Sürgünü paylaştıkları Kırım Tatarları gibi Sovyetler birliği’nin
Pontus Rumları da basitçe oturup iş işten geçti demediler.
Okulda tek dilli Rusya-Sovyet kültürüyle yetiştirilen
çocuklarına gizli gizli Pontus Rumcası öğretmeye çalıştılar.
.............
Pontus Rumları Orta Asya’da iki aşırı seçenekle karşı
karşıyaydılar. Biri Sovyet toplumuna asimile olmak ve parti
merdiveninde tırmanma yolunu aramaktı- bir çok Rumda böyle
yaptı. Öteki bütün çevreyi reddetmekti. Sonunda seçimler
bozuldu. Komünist Parti ve sonra Sovyetler Birliği alabora olup
battıi tırmanıcılar ve inkarcılar aynı su alan teknede kaldı:
hepsi yeni bağımsız Müslüman devletlerde Kazak ve Özbek olmayan
kolonyalistler olmuştu. Ülkelerine fatih, emperyal yerleşimci
veya sürgün kurbanı olarak gelenler arasında anlaşılır biçimde
ayrım yapmayan “yerliler”, Rus, Ukraynalı, Kırım Tatarı,
Yunanlı, Volga Almanı, Çeçen ve Misket Türkleri tarafından
tutulan çiftlikler ve bürokratik makamları ele geçirme arzusu
duyarak harekete geçtiler. 1990’larda Orta Asya
cumhuriyetlerinde yerlilerle dışarıdan gelenler arasında etnik
çatışmalar yayılıyordu. Artık çaresizlik sonucu, Pontus Rumları
“ulusları” Yunanistan’a başvuruyordu....
............
Orta Asya’dan trenle sonra gemiye batıya giderken, kocaman ahşap
kutulara yalnız kendi eşyalarını değil satın alabildikleri her
türlü ucuz Sovyet ev eşyasınıda sıkıştırmışlardı. Bir Yunan
limanına indiklerinde, yeni göçmenler bu kutuları indirtip
banliyölerin bit pazarlarındaki tezgahlarda bu eşyaları
sattılar. Sonunda, satılacak eşya bittiğinde, kutular Pontuslu
ailelerin yaşayacağı barakalarla çevrildiler.
Anayurt’a, neredeyse onların varlığını unutmuş fakir bir ülkeye
gelmişlerdi. Yuanistan onlara kapılarını açtı ama yüreğini her
zaman açmadı. Bu göçmenlerin üçte biri komşularının anlayamadığı
bir Yunanca konuşuyordu ve Sovyetlerde edindileri nitelik ve
öğrenimleride anlamsızdı. İş ve konut bulmak zordu ve zor olarak
kaldı. Ve Yunanistan’da 1923’de Trabzon metropoliti Khrysantos
cemaatini Anadolu’dan getireli beri geniş bir Pontus’lu azınlık
bulunmasına karşın, Pntuslulara karşı önyargılar devam ediyor.
Sağcı Yuanlılar onları genellikle “Rus” olarak görüp siyasal
olarak kuşkulu kabul ediyorlar. Sol ise, Sovyetler Birliğindeki
sorgulama, fakirlik ve yozlaşma hikayaeler ve (gerçek)
kabuslarını inanılmaz buluyor. Gerçek sorun ise, Yunanlılığın
alameti olarak etnik homojenliği benimsemiş bir ülkede
Pontusluların kültürel kimliklerini koruma yolundaki ısrarları.
Anthony Bryer’in yazdığı gibi “Pontuslu Rumlar....yatıp teslim
olmayacak. Onlar belki de bütün kalıntıların en şaşırtıcı
olanları. Ama bazıları yurt arıyor, bazıları tarih, bazılarıda
ikisinide birden.” Modern Yunanlıların Pontus tutumunun
çelişkileri karşısında şaşırıp kalmaları anlaşılmaz değil. Bir
yandan Yunanisdtan’ı ‘yurt’ olarak seçerken, sonra vaat edilmiş
toprağa gelir gelmez, birlikte anayurtlarının genede başka yer
olduğunu düşündürten özel bir gelenek ve ayrı bir kader içeren
muhteşem ve egzotik bir iskambil şatosu kurmaya başlıyorlar.
Amblemleri Pontus Kartalı veya Bizans tavusu, herhalde
Rumanya’nın düştüğünü bildirmek için şehirden uçan güzel
kuş.Sloganları şarkının son satırı: ölen Rumanya “gene yeşerecek
ve gene meyve verecek”. Törenleri dinsel ve kültürel canlanmanın
özel bir karışımı. Sümela’nın eski Meryem Ana ikonu 1923’de
kaybolmuştu, ama her Ağustos’da Meryem’in Göğe Çıkış Yortu’sunda
kuzey Yuanistan’da Panagia Sumela’da büyük bir Pontus yürüyüşü
düzenleniyor ve geleneksel kıyafetleriyle Sümela’lı Meryem
Ana’nın mülteci ikonu sokaklarda taşınıyor. Bu kültürel
canlanmanın kalbinde Pontus tiyatroso bulunuyor. Blim adamı
Patricia Fann bu tiyatroyu yarı dinsel bir ritüel olarak
tanımlıyor. Cemaatin kendisi onu vaftiz çşmesi, kutsal suları
oyuncu ve seyircilerin kör özlerini açıp Pontus kimliğine gerçek
inancı öğreten ‘Siloam Havuzu’ olarak görüyor.
Güzel kuş gene ağlayp kehanette bulunuyor ama çiçek ve meyveler
ne olacak? Bu Rumanya ağacının devrildikten sonra tekrar
canlanması “Büyük Fikir” in bir değişkesi gibi: Şehrin Bizans
İmparatorluğu’nun bütün kara ve denizdeki egemenliğinin
restorasyonu. Ama şimdi “Rumanya” kendi içine çekiliyor, biraz
modern Türk devleti gibi, evrensel bir ülke iken tek bir gelenek
ve dile sahip bir savunmacılık içine çekiliyor gibi görünüyor.
Rumanya geçmişe inananların gizli bahçesi olmaktan çok dünyanın
bu parçasındaki bir krallığa dönüşmüş görünüyor.
Kuş bir gün, Pontuslu Yunanlıların Yunanca konuşulan her yerde
görkem ve üstünlüğünün tanınacağını söylüyor. Bu adalet günü
geldiğinde, iki buçuk bin yıllık Anabasis sonunda bitecek. Bu
halkı ilk koloniciler, sonra kendi topraklarında yabancı, sonra
göçmen ve sonra mülteci yapan dönüşüm tiyatrosu sonunda
perdesini indirecek. İonya sahillerinden Pontus’a, Pontus’tan
Kırım, Kuban ve Kafkaslara, Karadenizden Orta Asya göçebelerinin
steplerine ve en sonunda Kazakistan’dan Yunanistan’a yaşanan
yolculuk tamamlanacak.
|
|
| |