|
|
|
İBN BATTUTA SEYAHATNAMESİ'NDE SİNOP
KASTAMONU HÜKÜMDARI
İsmi, kerem ıssı Süleyman Padişah olup, yetmişini aşmış yaşlı bir zattır.
Güzel gözlü uzun sakallı, vekar ve heybet sahibi, zamanını bilginlerle,
salih kişilerle bir arada geçiren bir hükümdardır. Huzuruna girdiğimizde
beni yanıbaşına oturtarak halimi, hatırımı, yolculuğumu, Harem-i Şerif, Şam
ve Mısır ülkelerinin durumlarını sordu. Gerekli cevapları verdim. Kendisine
yakın bir yerde misafir edilmemi buyurduğu gibi, o gün tok renkte cins bir
atla bir kat elbise ihsan ederek, hem kendimizin hem de hayvanlarımızın
komanyalarının verilmesini de istedi. Ayrıca Kastamonu'ya yarım saat uzakta
bulunan bir köyün buğday ve arpa ürününü bana tahsis etti. Ne varki burada
fiyatlar çok düşük olduğundan müşteri bulamadım ve bu ürünü bize yoldaşlık
eden hacıya bıraktım.
İkindi namazından sonra Kastamonu Beği bir divan kurmak adetinde idi. Vakit
gelince sofralar hazırlanır, kapılar açılır, şehirli, köylü, yolcu, yaban
kim varsa gelir ve geriye çevrilmeden kendisine ikram edilirdi. Sabahları
erken vakitte ise asıl divan kurulurdu. Bu törende en önce padişahın oğlu
huzura gelir, babasının elini öptükten sonra kendi dairesine çekilirdi. Onun
arkasından hükümet erkanı huzura çıkar günlük konuları arzederler ve yemeği
orada yedikten sonra ayrılırlardı. Sultan, Cuma günlerinde vakit namazını
saraya uzakça bir camide kılmak ve oraya at üzerinde törenle gitmek
mecburiyetinde idi. Kastamonu'nun Ulucami'i ahşap bir bina olup, üç
katlıdır. Sultan, devlet erkanı, kadı, fakihler ile ileri gelen askerler alt
katta, sultanın kardeşi olup Efendi diye anılan şehzade ve hademeleri,
adamları ile şehir halkından bazı muteber kişiler orta katta, Sultan'ın oğlu
ve veliahdı olan şehzade Cevad ise genç köleleri, hizmetkarları ve halk ile
üst katta Cuma namazını eda ederlerdi.Kurra hafızları mihrap önünde bir
halka meydana getirerek otururlar. Şehrin kadısı ile Cuma hatibi de orada
muhafızlarla birlikte bulunur. Sultan'a gelince, o mihrabın sahanlığında yer
alır. Önce Kehef suresi güzel seslerle tilavet edilir. Ayet-i kerimler tuhaf
bir şekilde tekrar tekrar okunur. Kuran-ı Kerim'in tilaveti bittiği vakit
hatip minbere çıkar ve Cuma hutbesini verir, ondan sonra da namaz kılınır.
Namaz bitince nafile reka'atlerin kılınmasına geçilir. Nihayet hafızlardan
birinin Sultanın huzurunda bir aşr-i şerif okuması üzerine padişah
yanındakilerle birlikte camiden ayrılır. Ondan sonra bir başka hafız,
Sultanın kardeşinin katında bir aşir okur ve tilavet tamamlanınca o şehzade
de maiyeti ile beraber camiden çıkar. En son olarak hafızlardan biri velihat
önünde başka bir aşir okur ve bitirdiği zaman muarrif yani teşrifatçıbaşı
ayağa kalkarak Türkçe yazılmış bir şiirle Sultanı ve velihadı öğer,
haklarında senakar dualarda bulunur, ondan sonra da bu şehzade aynı törenle
cami'i terk eder, yolda kendi çıkışını bekleyen amcasının elini öptükten
sonra atlanarak babasının bulunduğu saraya gider. Saraydaki törende her iki
şehzade de yani padişahın kardeşi ve oğlu huzura bir arada gererler, amca
önden ilerleyerek sultanın elini öptükten sonra, orada kendisine ayrılan
makamda oturur. Oğul ise babasını etekleyip kendi dairesine çekilmek üzere
huzurdan ayrılır ve orada yakınları ile bir süre ahbablık eder. İkindi vakti
gelince namaz hep birlikte kılındıktan sonra Sultanın kardeşi Padişahın
elini öperek ona veda eder ve ertesi Cuma törenine kadar bir daha huzura
çıkmaz. Velihad olan şehzadenin ise, daha önce de söylediğimiz gibi sabah
divanlarında huzura çıkma zorunu vardır.
Böylece Kastamonu'dan ayrılarak yol üzerinde, köylerden birinde bu ülkede
gördüğümüz zaviyelerin en güzeli, en büyüğü olan bir dergaha uğradık.
Burasını, devrin şanlı hükümdarlarından biri olan ve varlığını Tanrı taala
hazretlerine adamış bulunan Fahreddin Beğ yaptırmıştır. Tekkenin bakım
işlerini, içinde kalan dervişlerin düzenini oğluna vermiş ve oradaki köyün
gelirini de bu işler için vakfetmiştir. Dergahın avlusunda gelen geçen
dervişlerin temizlenmeleri için ayrıca bir de hamam inşa ettirilmiş, köyün
ortasında bina edilen çarşıyı ise Ulucami'in giderlerine tahsis etmişti.
Harem-i Şerif'ten veya Suriye, Mısır, Irak, İran ve Horasan ile öteki
ülkelerden gelecek dervişlere dergaha indikleri gün tam takım bir kat elbise
ile yüz dirhem verilmesini oradan ayrıldıkları zaman ise üçyüz dirhem
ödenmesini, tekkede kaldıkları süre boyunca yemek için ekmek, et, pirinç,
yağ ve helva verilmesini, ayrıca Anadolu'da dolaşan bütün dervişlerin
tekkede üç gün misafir edilerek on dirhem harçlık almalarını şart koşmuştu.
Buradan ayrıldıktan sonra geceyi çevresi ıssız yüksek bir dağın tepesinde,
Kastamonu'lu Ahi Nizameddin'in yaptırdığı tekkede geçirdik. Bu tekkenin
masrafları ve gelen geçen yolcuların yiyecekleri, gelirini vakfettiği bir
köyden karşılanmaktadır.
Bu zaviyeden ayrıldıktan sonra Sinob'a ulaştık. Burası kalabalık bir şehir
olduğu kadar bütün güzellikleri ve bütün iyi savunma imkanlarını da nefsinde
toplamış bulunmaktadır. Şehir, doğu yönü hariç, çepe çevre denizle
çevrilidir. Bu yönde bulunan biricik kapısından şehre ancak belde hakiminin
müsedesiyle girilebilir. O tarihlerde şehrin hakimi ise yukarıda andığımız
Süleyman Padişah'ın oğlu İbrahim Beğ idi. Usule göre bizim için de izin
çıkınca şehre girdik ve ahi İzzeddin Çelebi'nun deniz kapısı dışında bulunan
zaviyesinde indik. Buradan Sebte limanında olduğu gibi denize doğru uzanmış
bir dağa çıkılır ki, üzeri bağ ve bahçeler, akarsular ile kaplıdır. Burada
yetişen meyvelerin çoğunu üzümle incir teşkil eder. Ancak sarp bir dağ
olmakla çıkış pek müşkildir. Üzerinde on bir kadar Rum köyü vardır ve
hepside Müslümanların egemenliğinde yaşamaktadır. Tam tepede kurulmuş olan
zaviye Hızır-ilyas aleyhisselama nispet olunur ki, burası dindar kişilerin
ziyaretleri sebebiyle bir an dahi boş kalmaz. Ayrıca orada bulunan bir
ayazmada yapılan duaların makbul olduğuna inanılır.
Dağın üzerinde ise ulu sahabelerden Bilal-i Habeşi'nin kabri vardır.
Yanıbaşındaki tekkeden gelen gidene yemek ikram edilmesi adet olunmuştur.
Sinob Ulu cami'i gördüğümüz en güzel camilerden biridir. Orta yerde bir
şadırvan olup, üstünü dört ayağın taşıdığı bir kubbe örter. Her ayağı
mermerden yapılma iki sütun tutar. Üst tarafta ahşap merdivenle çıkılan
birmahfel vardır. Cami'i yaptıran Sultan Alaaddin-i Rumi'nin oğlu Sultan
Pervane'dir ki, Cuma namazlarını anılan mahfelde eda ederlerdi.Ondan sonra
oğlu Gazi Çelebi* hükümdar olmuştu. Onun ölümünden sonra ise sözü geçen
Sultan Süleyman bu şehri ele geçirmeye muvaffak olmuştur.
Gazi Çelebi cesur ve kahraman bir hükümdar olup, Tanrı ona su altında uzanan
süre kalmak gücünü vermiş iyi bir yüzücü idi. Hazırlattığı donanma ile
Rumlara karşı savaşa çıkar, düşman donanması ile karşılaşıp askerler savaşa
başlayınca elinde demir bir matkap olduğu halde suya dalar, kafir
gemilerinin diplerini deler ve düşman, suya garkoluncaya kadar bunun farkına
varmazdı. Bir tarihte düşman filosu Sinob limanını bastığında Gazi Çelebi
bütün gemileri bu şekilde batırmış ve içindeki askerleri olduğu gibi esir
almıştı. Anlatılanlara göre onun üstün vasıfları pek çoksa da, fazla
miktarda haşhaş kullanması zafını teşkil etmekte idi. Hatta ölümünün bu
yüzden olduğu söylentisi vardır. Rivayete göre bir gün fazlaca haşhaş
aldıktan sonra ava çıkmış, bir ceylan kovalamaya başlamış, hayvan sık ağaçlı
bir yere kaçmış, o da hızla buraya dalmış ve başını bir ağaca çarparak düşüp
ölmüş. Bundan sonradır ki Sultan Süleyman, Sinob'u ele gecirerek oğlu
İbrahim Bey'i oraya tayin etmişti. Bunun da kendisinden önceki hükümdar gibi
fazla ölçüde haşhaş aldığı söylenmektedir. Gerçekte bütün Anadolu halkı bu
maddeyi kullanmakta bir sakınca görmezler. Nitekim bir gün Sinob Cami'inin
kapısı önünden geçerken, ön taraftaki peykelerde oturan insanlar arasında
ileri gelen askeri emirlerinde bulunduğunu gördüm. Önlerinde bir hizmetkar
elinde içi kınaya benzer bir madde dolu bir kapla durmakta ve emirler bundan
kaşık kaşık alıp yemekte idiler. Kaptakinin ne olduğunu bilmeden kendilerine
bakarken yanımda bulunanlara emirlerin yedikleri şeyin ne olduğunu sordum.
Birisi bu maddenin haşhaş olduğunu söyledi. Sinob'ta bizi belde hakimi beyin
hem naibi, hem de hocası olan Kadı İbn. Abdurrezzak misafir etmişti.
KIZILBAŞLARIN HİKAYESİ VE TAVŞAN ETİ
Sinob'a geldiğimiz vakit, halk bizim iki elimizi yana indirerek namaz
kılmakta olduğumuzu görmüştü. Bunlar Hanefi mezhebinde bulundukları için
Maliki mezhebini ve onun namaz kaidelerini bilmiyorlardı. Halbuki bu
mezhepte elleri iki yana kalmak tercih olunmaktadır. Bu çevredeki
insanlardan bazıları Irak ve Hicaz'ı görmüş olduklarından oralarda yaşayan
şi'ilerin ellerlini yanlarına bırakarak namaz kıldıklarını da biliyorlardı.
Bu benzerlikle bizi şi'ilikle töhmetlediler ve bu konuda sorular sordularsa
da bir türlü inandıramadık. Yüreklerinde hasıl olan şüphe devam etti durdu.
Nihayet belde naibi hizmetkariyle bize bir tavşan göndererek ona bizim
tutumumuzu izlemesini tenbih etmişti. Gönderilen tavşanı kestirdim,
pişirerek hep birlikte yedik. Hizmetkar bunu görünce efendisine gidip olanı
anlattı ve işte ancak, o zaman hakkımızda uyanan şüphe giderek, bizlere
hemen ziyafetler verilmeye başlandı. Gerçekte, şi'ler tavşan eti
yememektedirler.
Bu şehre gelişimizin dördüncü günüydü ki İbrahim Beyin annesi vefat etti.
Onun cenaze törenine ben de katıldım. Bey cenazeyi başı açık ve yaya olarak
takip ediyordu. Öteki beylerle kapı kulları ise hem başlarını açmışlar, hem
de kaftanlarını ters giymişlerdi. Kadı ve hatip efendilerle hocalar ise
elbiselerini ters giydikleri halde başlarını açmamışlar, sarıkları yerine
siyah yünden yapılma bir çevre dolamışlardı. Bu çevre halkı arasında yas,
kırk gün sürmekte ve her gün sofralar kurularak ziyafetler verilmekte idi
ki, bu kez de öyle yapıldı.
* - GAZİ ÇELEBİ : ( - ? H.1322) Sinop'ta bir hükümet kuran
Pervaneoğullarının son hükümdarı Gazi Çelebi, Anadolu Selçuklularından
Sultan Gıyaseddin Mesut II.'nin oğludur. Kahramanlığı ile tanınmış bir Türk
beyidir. Babasının Moğollara esir düşmesi üzerine 1300 tarihinde babasının
yerine geçmiştir. Asıl adının Sultan Altunbaş olduğu rivayet edilir. 1322'de
ölmüştür. Türbesi Pervane Medresesi içindedir. 22 yıl hükümdarlık yapmış,
oğlu olmadığından ölümünden sonra kızı bir süre babasının yerine görev
yapmıştır. Bu arada Kastamonu'da hüküm süren Candaroğlu Süleyman Paşa,
Sinop'taki karışıklık nedeniyle şehri 1323 tarihinde ele geçirdi. Buraya
Vali olarak oğlu İbrahim Bey'i gönderdi. Ayrıca bir rivayete göre Sinop
ilinde bulunan Gazi Bey kayalığıda onun isminden gelmektedir.
Kaynak: İbn BATUTA "İbn Batuta Seyahatnamesi'nden Seçmeler" Milli Eğitim
Basımevi, 1971. s.58-65
İBN BATTUTA : Tam adı Ebu Abdullah Muhammed Bin Abdullah El-Levati Et-Tanci
İbn Battuta (d. 1304 Tanca/Fas, ö. 1368/69 Fas) Ortaçağın en ünlü Arap
gezgini. Hemen hemen bütün Müslüman ülkeleri, Çin ve Sumatra gibi uzak
yerleri kapsayan ve 120.000 km'yi geçen gezilerini anlattığı
Tuhfetü'n-Nüzzar Fi Gereibi'l-Emsal ve Acaibi'l-Estar dünyanın en ünlü
seyahatnamelerindendir.
Bu kitabında gittiği ülkeleri en ince ayrıntısına kadar anlatmış hatta
halkın yaşayışı ve adetlerinden bile bahsetmiştir. Yani İbn Batuta
seyahatnamesinde derin bir felsefe ortaya koymaksızın yaşamı olduğu gibi
benimsemiş, gelecek kuşaklara kendisinin ve döneminin gerçeklere uygun bir
görüntüsünü bırakmıştır.
Bu seyahatnamenin bir bölümü 1971 yılında Türkçe olarak yukarıda Sinop'a
gelişinin bulunduğu bölümü aldığımız "İbn Batuta Seyahatnamesi'ndin
seçmeler" adıyla yayınlanmıştır.
|
|
| |