RESİMLER
| |
|
|
| |

Yukardaki logoyu tıklayarak Bağımsız Karadeniz
Gazetesini okuyabilirsiniz.

Dünyanın tüm televizyonlarını Canlı seyretmek,
tüm gazeteleri tek bir sayfadan okuyabilmek için önemlilinkler.com
www.onemlilinkler.com
sitesini sık kullanılanlara ekleyin.
KARADENİZ FOTOĞRAFLARI
Deeğerli Lahana forum üyeleri
Karadeniz fotoğraflarınızı galerimizde otomatik olarak
yayınlayabilirsiniz.
TIKLAYIN
KARALAHANA DA YAZAR OLUN
Yazılarınızı yayınlamamız için bzie
gönderebilirsiniz |
|
Cennet Sevgilim
Çiğdem Şahin
13 Nisan 2005

Karadeniz'in Artvin iline bağlı, Hopa ilçesinin bir köyü olan
Sarp'ta doğdum ben. Çocukluğum o coğrafyada geçti. O döneme ait
en güzel anılarım da orada doğal olarak...
Bizler ağaç tepelerinde evcilik oynayan çocuklardık. En güzel
evlerimizi üzüm asmalarında kurardık, en heyecanlı oyunlarımızı,
burun dediğimiz kayalıkların tepesinde, genellikle kızıl
ağaçlara dolanarak büyüyen üzüm asmalarının zirvesinde,
tehlikeyle flört ederek oynardık. Her bir asmanın dalına bir
kişi oturtur, gelen misafirlere yemek olarak kara üzüm ikram
ederdik. Dalından taptaze koparılmış, mis kokulu, doğu
karadenize has kara üzümlerdi bunlar... Pastalarımız çamurdandı.
Onları eskimiş, annemizin kullanmadığı tencerelerin ya da
tepsilerin içinde şekillendirir, kalıplara sokardık. Sonra da
misafirlerimize ikram etmek üzere kavanoz kapaklarından
yaptığımız tabaklara dizerdik.
Doğu karadeniz demek yeşillik demek olduğu kadar Sarp kayalar ve
deniz de demekti aynı zamanda. Köyümüze adını veren de bu
gökyüzünün sonsuzluğunu kucaklayan, görkemli mağrur kayalarıydı
zaten. Eskiden iç koylara kara yolu olmadığı için, yüzme ve
sandalla açılarak gitme seçeneği olmayanlar, bu sarp kayaların
uçurum kenarlarında yer alan patika yolları izleyerek inerdi
aşağıya. İnsanın daha bakarken başını döndüren bu yükseklik o
çocuk halimizle bile bizleri korkutmaz, bir keçi çevikliği ile
ilerlerdik o daracık patikalarda. Dengemizi korumak üzere
tutunduğumuz yaban bitkileri ya da dal parçaları kazaran bir
yerinden çıksa ya da kırılsa, aşağıda parçamız bile
bulunamazdı... Koya ulaştığımızda buna değeceğini bilirdik ama.
İnanılmaz bir yalıtılmışlık ve sonsuzluk hissi kaplardı orada
içimizi. Etrafta in cin top oynardı, geldiğimiz kişilerin
sesleri hariç. İlk bakışta mekanik bir ses vs. olmaması
dolaysıyla etrafa hakim gibi görünen bu sessizlik içinde,
doğanın kendi iç sesinden oluşan bir orkestra, usul usul,
bitmeyen bir senfoniyi seslendirirdi. Bu arada meşhur dalgaları
ve her daim şırıldayan sesiyle, karadeniz bu orkestranın baş
elemanını oluştururdu şüphesiz. Buna martılar ve kuş sesleri
eşlik ederdi. Ağaçların uğultuyu andıran garip hışırtısına bir
de bizim neşeyle yüzerken çıkardığımız sesler karıştığında, bu
doğal orkestra adeta yeni bir hayat bulurdu.
Karadenizde yüzmek bir ayrıcalıktı karadeniz insanı için
gerçekten. Özellikle fırtınadan sonra dinen yağmurla birlikte
denizin büyümesi ve dalgaların Viva yapmak için tam kıvama
gelmesiyle, yüzme zevki tam bir macera tutkusuna dönüşürdü.
Dalganın altından girer üstünden çıkardık. O bizi kontrol edip
yere çarpmadan, biz onun üzerine çıkar, hakimiyet sağlar ve bir
atın dizginlerini ele geçiren usta bir sürücü çevikliğiyle, dev
dalgaların içinden süzülür geçerdik. Bizler gözü pek
çocuklardık. Ben bu coğrafyadan dolayı olmalıdır ki,
insanlarımızın diğer yörelere göre biraz daha cesur, atılımcı,
hareket kabiliyeti esnek, değişime ve yeniliğe açık, mizah yönü
güçlü, kıvrak zeki, neşeli, hayat dolu insanlar olduğunu
düşünürüm... Sanılanın aksine, doğu karadeniz halkı muhafazakar
değil hoşgörülü ve açık fikirli insanlardır. Her ne kadar
geleneklerine bağlılıkları inkar edilemez olsa da, onlar kendi
öz değerleri ile günün gerçeklerini oldukça akılcı bir biçimde
sentezleyip yine kendilerine özgü yeni bir yaşam biçimi
oluşturmada, yaşadıkları vahşi doğayı alt etmekte oldukları
kadar başarılıdırlar bana göre.
Karadenizin bir başka vazgeçilmezlerinden biri de balık
tutmaktır. Bizler balıklarımızı kendi sandallarımızla tutar,
yanımıza aldığımız ızgaralarda, deniz ortasında pişirerek
yerdik. O toklukla, gökyüzüne çevirir yüzümüzü, güneşin okşayıcı
sıcaklığı altında bir süre uykuya dalardık. Denizin şırıltılı
melodisi eşlik ederdi uykularımıza. Uyandığımızda sarhoş edici
bir maviliğe açılırdı gözlerimiz, öyle ki karadenizin o bildik
sonsuzluk duygusu her zamanki gibi yine başımızı döndürürdü...
Şimdi meyve yeme zamanıydı işte... Sulu sulu elmalar, ciğerli
armutlar, ballı incirler, kara üzüm, çilek, böğürtlen, kıyıda
bizi beklerdi... Yüzerek sahile ulaştıktan sonra doğru ağaçalara
dağılırdık, kendimize bu kez de meyve ziyafeti çekmek için...
Yazları çay toplardı Sarp halkı. Tüm doğu karadeniz kıyı
şeridinde yer alan diğer köy halkları gibi geçimini yeşil
altından sağlardı. Çay bahçelerimiz şenlik şenlik olurdu iş
görürken, bir yandan türkü söylediğimiz bir yandan söyleşip
gülebildiğimiz için belki de. En yanık türküleri yövmiye olarak
çay toplattığımız işçiler söylerdi ama. Çoğu Erzurum, kars,
Diyarbakır’dan gelen bu insanlar, birer İbrahim Tatlıses,
Emrah’mışçasına kendilerini yetkin hisseder, yeteneklerini
sergileyebilmek için kıyasıya yarışa girerlerdi. Çay toplarken
en çok eğlendiğimiz zamanlar meci (imece) yapılan özel günlerdi
şüphesiz. O günlerde meciye katılacak tüm köy kızları ve
kadınları sözleşir, şölene gidermişçesine itinayla hazırlanırdı.
Birbirinden güzel yemekler getirilirdi meciye. Bildiğimiz genel
kızartmalar, zeytinyağlılar yanısıra, doğu karadeniz yöresine
has özel yiyecekler de baş köşede olurdu bu mecilerde. Örneğin
mısır ekmeği, kaygana ve hamsili ekmek bunlardan başta
gelenleriydi. Bu yiyecekler, öğleyin çay toplamaya ara
verildiğinde, anlatılan eski anı ve hikayeler eşliğinde yenilir,
maniler ve türküler tatlı niyetine geçerdi bu yemeklerde.
Biz çocuklar için çay bahçelerinde olmak, panayır ya da
lunaparkta bulunmaktan farklı değildi. Her seferinde işi
eğlenceye vurur, aldığımız zevki doruğa ulaştırmak için, yeni
yeni icatlarda bulunurduk. Doğrusu bu konuda üstümüze de yoktu.
Sanırım bunlardan en keyiflisi, yamaç arazilerde setler halinde
bulunan çayların üzerinden, altımıza koyduğumuz gübre
torbalarıyla, tepeden aşağıya kayarak oynadığımız kaymaca oyunu
en eğlenceli olanıydı.
Çay toplama işlemi bittiğinde herkes akın akın çay alım
yerlerine giderdi günlük emeklerini paraya dönüştürmek için. Çay
satımları her zaman sorunlu olurdu. Ekisper (çay alımına karar
veren yetkili kişi) sergi başlarında çay seçen üreticiler
arasında dolaşır, buranın hakimi benim dercesine ikazlarda
bulunurdu, “olmamış! Olmamış! ikibuçuk olacak, olmamış!” diye...
“İkibuçuk”, bizim yörelerde çay toplayan herkesin bildiği ve
koparılan her filizin ikibuçuk yapraktan oluşması gerektiğine
yönelik kuralı belirten özel bir deyimdi. Ekisper baskısı, o gün
çayın satılıp satılamayacağı kaygısı, çoğu zaman da yağmur
tehdidi ve ıslanma riskine rağmen çay alım yerlerinde geçirilen
vakitler aslında eğlenceli, zevkli vakitlerdi. Herkesin
birbirini gördüğü, birbirinden haber aldığı, söyleşebildiği,
dertleşebildiği, köy ahalisinin gerçek anlamda sosyalleşebildiği
yegane yerlerden biriydi alımyerleri. Anneler oğullarına
alacakları kızı düğün ve yas yerleri dışında burada seçerlerdi.
Kızın keskinliği, kaç sepet çay topladığı, iyi yük taşıyıp
taşımadığı, bunlar iyi bir gelin adayında, güzellik, iyilik vs.
den önce olması gereken önemli özelliklerdi. Çok şükür bu konuda
bazı şeyler değişti artık köyümüzde. Geleneklerin ve eskiye ait
değerlerin hepsinin doğru olduğunu savunmak gibi bir şey olamaz
zaten. Sonuçta güzel olanlar kalıyor kötüler bir şekilde
değişiyor, dönüşüyor. Örneğin artık gençler köylerde bile görücü
usulü ile değil birbirlerini beğenerek ve severek
evlenebiliyorlar.
Bu arada evlilikten bahsetmişken söz etmeden geçmeyelim, artık
düğünler eskisi gibi yapılmamaktadır köylerde. Eskiden, köy
okulları, alımyerleri ya da evlerde, kemençe, tulum, akordion
eşliğinde, daha çok horon ve halay ağırlıklı, yemekli, börekli
düğünler yapılırken, günümüzde bunun yerine, kötü kalite
pastahane pastaları ve meşrubatların ikram edildiği, ses
düzeninin çoğunlukla aksak, bozuk, müzisyenlerin yetersiz olduğu
kasaba orkestraları eşliğinde salon düğünleri yapılmaktadır.
Evden gelin çıkarma adetleri, kapıya saplanan bıçak kesmiyor
diye, erkek tarafından istenen horoz ve kuzu adama törenleri,
yol kesme geleneği, çeyiz vs. gibi adetler halen sürse de eski
tadında ve değerinde değildir elbette ki... Örneğin çeyiz
bohçalarından çıkan o göz nuru el emeği, birbirinden güzel
motiflerle işlenmiş oya ve dantellerin, artık evlerimizdeki
mobilyalar üzerinde bir hükmü kalmamıştır ki, bu bohçayı alan
için gerçekten gelenekleri yerine getirmekten öte bir değeri
olsun. Hemen her çeyiz bohçasından çıkan, birbirinden güzel
tasarlanmış o el yapımı namazlık ya da baş örtülerinin,
dantellerin, oyaların, masa örtülerinin artık kullanıcıları
yoktur ki, bu bohçaları almanın heyecanı ve sevinciyle kaplansın
içi, bohça sahiplerinin. Pratikte kullanımı olmayanın gözdeki
değeri de düşmektedir ne yazık ki... Sadece adet diye
sürdürülmektedir artık bu incelikler. Belki de doğrusu da budur,
bilemiyorum... Çünkü artık kadın erkek birlikte yoğun bir
çalışma temposundadır insanlar ve evlerinde bir sürü emek
isteyen, ütü isteyen, yıkanması zor, kullanması zor örtüler
süsler istememektedirler. Yerine pratik, kullanımı, temizliği
kolay şeyler tercih etmektedirler ve bu konuda haklıdırlar da.
Estetik anlayışının da günün gerçeklerine göre değişmesi, insani
ve doğal bir şeydir. Ama yine de o göz nuru, el emeği, güzelim
çeyiz bohçalarımızın örtülerinin, oyalarının, dantellerinin, baş
örtü ve namazlık motiflerinin yok olmasına gönül razı olamıyor
işte...
Düğünden bahsedilir de, insanın ölüm karşısında kendini ifade
ediş biçimi olan yaslardan bahsetmemek olur mu köy hayatında.
Yaslarımıza gelince, eskiden daha ayılmalı, bayılmalı, uzun uzun
ağıtlar yakılarak yas tuttuğumuzu düşünüyorum. Sanki ne kadar
feryat edilir ne kadar çok ah vah edilirse ölen kişinin değeri o
kadar artıyordu yasta bulunanların gözünde. Eğer bir yas evinde
sessizlik ve sükün hüküm sürerse, o ölünün kıymeti o derece
azalıyordu. Bir ölünün arkasından çok ağlayan olmazsa, o kişi
hemen kınanırdı, “hiç üzüleni yokmuş demek ki iyi biri değilmiş”
diye... Bunun içindir ki ölümlerde, başta ölünün kardeşi,
annesi, ablası, karısı, kızı olmak üzere tüm yakınları sıraya
girerlerdi yüksek sesle ağıt yakmak için, Birinin bıraktığı
yerden diğeri başlardı ki, sessizlik olmasın, ölülerinin değeri
azalmasın diye. Ağıtlar lazca olarak ve o anda derlenerek
simultane söylenirdi. Türkülerimiz, manilerimiz ve çoğu ilerde
mizah konusu olacak konuşmalarımızın, anlık doğaçlamalardan
oluşması gibi...
Bu arada bir de lazcamız vardı şüphesiz kültürümüğzün
vazgeçilmez öğesi olarak. Lazca, bu dili konuşabilen biz bir
avuç laz için gerçekten çok önemliydi. Laz dendiğinde bizi diğer
karadeniz halkından ayırt eden en önemli özelliğimizdi dilimiz.
Lazca konuşulmuyorsa bir yörede, o yöre laz sayılmazdı, o yöre
halkına laz denilemezdi kesinlikle... Özellikle Trabzon ve
Rizelilerin laz olarak bilindiği yaygın kanıya karşı tepkimizdi
bu bakış açımız... Lazlık öyle basit bir genelleştirme ile ifade
edilemeyecek kadar özel bir şeydi bizim için... Bir kültürdü ve
güzel bir rengi vardı Türkiye'nin diğer kültürlerle birlikte
oluşturduğu mozaiğe katkıda bulunan.
Köyümüzde artık lazcayı sadece yaşlılarımız konuşmaktadır ne
yazık ki... Her mahallenin bir Hayri dayısı, Emine ninesi, Kamil
amcası, Şükriye teyzesi vardı el öpülecek... Haydi anlat
dediğimizde, bizi geçmişe götürüp yaşanan anılardan bir tutam
tatlandıracak damaklarımızı. Ne çok hikayeleri vardı bu
insanların anlatabilecekleri... Geçmişe ait türküleri, manileri,
her biri ata sözü olabilecek kadar bilge ve özgün sözleri...
Önder Saraloğlu'nun "Cennet Sevgilim" kitabını okuduğumda, beni
ilk çarpan şey, benimle aynı kültürden, aynı coğrafyadan çıkmış,
aynı dili aynı değerleri seslendirdiği o tanıdık sesi olmuştu.
Doğal olarak hiç yabancı gelmemişti bu ses bana. Bir anda
çocukluğumun geçtiği o mahallelere götürmüş, Zekiye teyzenin,
Ziya dayının peşinden, mahalle mahalle dolaştırarak bir sürü
anıyı peşi sıra sürüklemişti. Bir edebi eserde dahi olsa, özüme
ait bu değerleri böylesi rahat böylesi doğallıkla
içselleştirebilmiştim. Romanın kendisi esas olarak yörenin
özelliklerini anlatmayı amaç edinen bir eser niteliğini taşımasa
da, hatta siyasi boyutu ve insanın yabancılaşmasına karşı bir
tepki olma özelliği daha ağır bassa da, ben yine de romanda
kendime ve kültürüme ait çok şey bulmuş, onlarla
bütünleşebilmiştim... Siyasi mesajı ve diğer artı özellikleri
yanısıra bu özelliğiyle bile Cennet sevgilim önemli bir eser
bana göre. Bu eseri okumam bana bir kez daha, insanların kendi
kültürlerini yaşatmasının, öz kimliklerini bir yerlerde ifade
edebilmesinin, kendi öz dillerinde yazıp konuşabilmesinin ne
kadar hayati bir mesele olduğunu hatırlattı ve bu konuda
birşeyler yapma konusunda beni keskinleştirdi. Bu yazının
başındaki giriş kısmını bu amaçla biraz uzun tuttum galiba...
Asıl amacım ise "Cennet Sevgilim" adlı kitabın tanıtımını
yapmaktı oysa ki...
Tekrar kitaba dönersek, Cennet Sevgilim, yaşadığımız dünya ve
yabancılaşma sorununa karşı ciddi bir eleştiri getiriyor
gerçekten. Eser, sistemden dışlanmış, tutunamamış insanların
dile getirilemeyen ortak çığlığı gibi sanki. Her bir kahraman
ayrı ayrı haykırıyor yalnızlığını, var olamayışını,
duyulamayışını, görülemeyişini... görülmez olmanın, duyulmaz
olmanın, yok sayılmanın öldüresi çığlığını... Hayalet
insanlardan bahsediyor Saraloğlu, yaşadıkları sistem tarafından
köleleştirilmiş, iç güdüleri alınmış, itaatkar, ruh gibi
yaşayan, varlık olamayan insanlardan... Ruhlarını yığınlar
halinde sisteme teslim ederek, içgüdüsüz, itaatle yaşayan bu
insanlar yanında, var olma mücadelesi veren, her şeye rağmen,
ölüm pahasına da olsa, içinde bulundukları labiretten bir çıkış
olması gerektiğine inanan kahramanlar da sunuyor Saraloğlu
kitabında ve bu kahramanlarını, tüm çaresizliklerine rağmen,
adeta sönmekte olan cılız bir mum ışığını hayatta tutmak
istercesine yaşatmaya çalışıyor.
Bu insanların iç sesleri, birbirleriyle yaptıkları konuşmalar,
her birinin yaşam karşısındaki duruşu, eylem anlayışı, aslında
bütün olarak bir hayat eleştirisidir, bir sorgulamadır yaşama
karşı. Yaşama uğraşı gerçekten zor zanaattir ve öyle herkesin
harcı değildir. Kahramanların çelişik istemleri, bilinç altı
korkuları ve utançları, yapmak isteyip yapamadıkları, söylemek
isteyip söyleyemedikleri, yüzleşmeye cesaret edemedikleri, hepsi
insan olmanın zaafları ve yaşamda kalmanın ödenmesi gereken
bedelleridir adeta. Yazar cesur hamlelerle, bir fırça derbesiyle
resmeder gibi resmetmektedir tüm bu insanlık zaaflarını ve
insanca çırpınışları... Maskeleri, korunakları, sığınakları
olmadan karşımızdadır Saraloğlu'nun kahramanları eserde.
Gerçeklerle yüzleştiklerinde ise çığlık çığlığa azap çeken iç
sesleri kulaklarımızı tırmalamaktadır. Zaten çoğu da sistemde
tutunamayıp yok olacaktır.
Bu arada sanırım romanın en sürükleyici ve heyecan verici
kısımlarını, çocukluk aşkı Cennet'le olan yüzleşmesi,
paylaşımları ve bu aşkın çözümlemesi oluşturuyor. Sonsuz aşk
biraz da, artık dönmemek üzere terk ettiğimiz ve ayrılmadan önce
son bir kez daha uzun uzun arkamızı dönerek baktığımız bir şehir
gibidir. Onu çok sevmişizdir ama artık oraya ait olmadığımızı da
biliyoruzdur ve gitmek zorundayızdır... Her zaman özleyeceğimizi
bile bile ayrılırız bu şehirden kalbimizin bir parçasını da
orada bırakarak.
Saraloğlu ayrıca ‘büyümenin bir daha uyanmamak üzere gerçeğe
gözünü açmak olduğunu’ vurgulamaya çalışıyor eserinde. Bir daha
masumluğumuza dönemeyecek kadar uzaklaştığımızdan bahsediyor
çocukluğumuzdan... Gerçekten de hepimiz bir şekilde uzaklaşmıyor
muyuz içimizdeki çocuktan büyüdükçe... Uzaklaştıkça
mutsuzlaşıyoruz. Ulaşmaya çalıştığımız, aslında ardından
koştukça kaybettiğimiz oluyor. Dönmemek üzere terk ettiğimiz
şehir ise, içimizdeki ıssız köşesinde fark edilmeyi bekleyen
öksüz çocukluğumuz oluyor...
Sırtımıza yeni kimlikler yeni değerler yüklenerek koşuyoruz
gerçeğin ardından, ama o hep kaçıyor aslında olmayan
yansımalarının peşinde sürükleyerek bizi. Sonradan edindiğimiz
hiçbir kimlik tam oturmuyor sırtımıza, eğreti bir giysi gibi,
her an üzerimizden düşeceği, çıplak kalacağımız korkusunu
yaşıyoruz.. Tutunamıyoruz, sahiplenemiyoruz, aidiyet
hissedemiyoruz hiçbir yere... Bu yüzden ne kurtarılacak bir
vatanımız kalıyor ne de inanabileceğimiz bir cennet sevdamız
elimizde... Ölümsüz sevgiler için ölesiye yanıp tutuşurken,
çerez gibi tüketilen günümüz aşklarının gölgesi düşüyor
yüreğimize ve sevme gücümüzü kaybediyoruz her geçen gün.
Ruhlarımızın açlığı, susuzluğu, inançsızlığımız ve eksile eksile
yaşamak zorunda kalışımız sonrası... Sakatlanıyoruz her yeni
gün, birer sakat cennet oluyoruz, onun gibi fiziksel olmasa da
sakatlığımız... En kötüsü ruhların sakatlanması değil midir
zaten...
Kendimizin ne olduğu üzerine açık ve net söyleyecek sözümüz
olmadığı için, neyi ne kadar yaşayabileceğimizin de sınırlarını
tam koyamıyoruz hayatta. Richard Bach'ın Martı'sındaki
sınırlarını aşmaya çalışan o küçük kuş olmaya özeniyoruz ama
nafile, uçtuğumuz gökyüzü çoktan kafeslere tıkılmış, aşmak
istediğimiz ufukların mavisi, çoktan kara bulutların
karanlığında kaybolmuştur.
Sonunda her şeyin tükenebilir, yok olabilir, kaybolabilir
olduğuna dair deneyimlerimiz öylesine kör etmiştir ki
umutlarımızı, Işığa çıkan tüm yolların izi tamamen silinmiş
gibidir haritalardan...
Ama her şeye rağmen yaşam devam etmektedir. Bir şeylere önce
sahip olup, sonra kaybedip, sonra tekrar bulup tekrar kaybedip,
böylesi kırıla döküle, onarıla, yıkıla hep de devam edecektir...
Not:Yazılarıma gelen her türlü eleştiriye açığım ve onları
önemsiyorum. Ama başkalarına tetikçilik ve yalakalık yapmaya
soyunanları kendi hallerine bırakmak en iyisi galiba…
|
|
Antik Çağlarda Doğu Karadeniz,
Ahmet Mican Zehiroğlu kitap,KITAP,kitab,kitapözet,kitapkurdu,mevlana,kitapevi,book,sahaf,e-commerce,
Turkish, publisher, kütüphane,
yazarlar,yayinevi,kültür,edebiyat,sabetay,islam,kutuphane,Kpss,oks,Soner
Yalçın,İskender Pala,Yalçın Küçük, necip fazıl
kısakürek, orhan pamuk, ismet özel,matematik,turkish,türkiye,turkey,visualbasic,delphi,asp,bulmaca,e-book,
müzik, music,chat, sohbet,tarih,psikoloji,history,istanbul,iktisat,hukuk,ekonomi,isletme,bilgisayar,muslim,kuran,din,religion,
kelam, akaid, Karadeniz, Trabzon, hemşin, Türkçe,
türkiye, satın al, alışveriş
kitab, kitap,
kitap tanıtımı,
Gurbet Pastası:
Hemşinliler Göç ve Pastacılık lazca lazuri laz
tarihi uzungöl, sümela manastırı, iletişim
Yayınları Laz, Lazika, Uğur Biryol Kolhida,
Kolheti, Lazia, Lazistan, Lazistan Sancağı,
Teani, Tçaneti, Megrel, Megrelya, Samegrelo,
Zan, Gürcü, İberya, Kartli, Gürcüstan, Abhaz,
Abaza, Abhazya, Abazistan, Apxazeti, Gurya
uzungöl, Karadeniz seyahat rehberi doğu
karadeniz bölgesi, karadeniz bolgesi, karadeniz
bölgesi hakkında, kültürü, resimleri, tarihi,
karadeniz bölgesi tarihi yerler, yemekleri,
dağlar,haritası, iklimi, illeri, karadeniz
bölgesinin tarihi ve turistik yerleri, gezi,
gelenekleri, halkları, Lazca, lazlar,
kıyafetleri,manileri, otelleri, mp3, indir,
mp3leri, müzik, mutfağı, pide, seyahat,
siteleri, sanatçıları, turu, tulum,kemençe,
turizm, yalaları, türkü, trabzonspor, www
karadeniz, video, şarkıları, karadenizin tarihi
mekanları, yerleri, rizenin tarihi, samsun,ordu,
giresun,pontus, rumca, çaykara, hemşin,lazuri,
kürt, türk,türkiye, Kemençe, Horon,
müzikleri,fotoğrafları, Karadeniz mp3, Folklor,
halkbilim, karalahana, karadeniz, trabzon,
karadeniz müzikleri, rize, artvin, giresun,
gümüşhane, ordu, trebizond, trapezounta, pontos,
kemençe, mp3, müzik, wallpapers, horon, pontus,
blacksea, sürmene, maçka, tirebolu, arhavi,
lazca, lazuri, hemşin, horon, mp3, kemençe,
lazca, rumca, müzik, akçaabat, halkbilim,
trabzon, folklor, horon, fotoğraf, fıkra,
Karadeniz haber, yerel haber, İller, köy
haberleri, trabzon haberleri, şehir, kent, ilçe,
köy, kasaba, belde, devlet, siyaset, politika,
ekonomi, sağlık, yerel, bölgesel, haber,
memleket,İstanbul, istanbul, Istanbul, İstanbul
Valiliği, Valilik, Vali, Vilayet, Kamu, Devlet,
Portal, Anakapı, Basın, Basın Bülteni, İhbar,
Şikayet, İhale, İhaleler, Duyuru, Duyurular,
Telefon Rehberi, Halk Kılavuzu, e-Devlet, ülke,
yazar, gazeteci, sporcu, avukat, eczane, doktor,
polis, emniyet müdürü, belediye, kaymakamlar,
kaymakam, valiler, valilik, Marmara, ege,
Akdeniz, Karadeniz, iç Anadolu, doğu Anadolu,
güneydoğu anadolu, göl, deniz, coğrafya, parti,
milletvekili, ilçe başkanı, akp, anap, chp, dyp,
mhp, sp, dsp, ip, tkp, dehap, ldp, ödp, emep, il
başkanı, cumhurbaşkanı, bakan, başbakan,
jandarma, tarih, eğlence, yemek, gezi, derneker,
iletişim, ünlüler, meclis, tbmm, kalmak, otel,
lokonta, restorant, otobüs, uçak, röportaj, hava
durumu, meteoroloji, yağmur, kar, fırtına, yol,
bulut, sis, ticaret odası, sanayi odası, borsa,
hemşeri, lise, ortaokul, öğrenci, ilkokul,
öğretmen, sınıf, çocuk, işçi, çepni,ağasar,şalpazarı,
sürmene
| |