RESİMLER
| |
GEREKLİ
LİNKLER
| |
|
|
|
|
| |
|
|
GÖKYÜZÜNE ADANAN BİR GELENEK: SULTAN MURAD YAYLA ŞENLİĞİ
Ömer Asan
Yaylalar dendiğinde aklıma hep gökyüzü gelir. Çünkü
-çocukluğumdan anımsıyorum- gün ışımadan, yaylaya çıkmak için
hayvanlarla yaya olarak yola koyulduğumuzda hep gökyüzüne
bakardık; yıldızlar parlaksa yağmur yağmayacak, bulut yoksa
güneşli bir gün olacak, demek ki yolculuk neşeli geçecek vb. Gün
ışıdığında yine doğal olarak başımızı yukarıya çevirirdik, çünkü
en az 75 derecelik bir açıyla –bazen daha dik- tırmanırdık
dağları. Dolayısıyla yüzümüz gökyüzüne dönük yürürdük onca yolu.
Yine bir 19 Ağustos gecesi başımı pencereden uzatıp gökyüzüne
doğru kaldırdım; acaba yarın hava yağmurlu mu olacak? Resmi hava
raporlarına güvenemiyorum, çünkü saat başı gökyüzü renk
değiştiriyor. E, burası Karadeniz.
Yarın 20 Ağustos, Sultan Murad'da şenlik var. Yağsa da yağmasa
da biliyorum, yöre halkı orada olacak. Çünkü Trabzon'da önceden
sözleşmeden buluşulan ve tarihi hiç değişmeyen bir randevu
yeridir Sultan Murad. "Bensiz olmaz", deyip içim rahat bir
şekilde kafamı yastığa koydum.
Tarihin babası Heredot'u gördüm. Bana Historia adlı kitabındaki
Karnios Bayramı’ndan söz ediyordu. Bu bayramın Sparta’da
Ağustos’ta kutlanıldığını ve aslında Anadolulu bir tanrı olan
Apollon'a adandığını söylüyordu.
Bugün Trabzon, Of yöresinin en yüksek dağı olan Madur’un
gölgesinde, Sultan Murad düzlüğünde, Ağustos’ta (20 Ağustos)
yapılan şenliklerin kökeni ve neden her yıl aynı tarih ve yerde
yapıldığı yöre halkı tarafından doğal olarak bilinmez. Ancak
yöre halkının bildiği bir şey var; o da, 21 Ağustos’ta yani
şenliklerden bir gün sonra yerel dilde (Rumca) Karnes denen
çayırların kesilmesi gerektiğidir. İşte bir gün önce Sultan
Murad düzlüğünde yapılan şenlik Heredot’un da tanıklık ettiği
Apollon Karnios Şenliği’dir. Ayrıca Ağustos’un 20’si mevsimin
döndüğü ve çayırların gelişimini tamamladığı gündür ve otlar
biçilmezlerse kartlaşmaya başlarlar. Böyle bir günde, çalgı ve
ezgiyi, şiir ve dansı, kısacası her türden sanatı esinleyen,
ekinlere/çayırlara zarar veren ejderi öldüren Apollon’a,
horonlarıyla, ezgileriyle ve şarkılarıyla teşekkür eder yöre
halkı. Her halde o da Madur Dağı’nın tepesinden bu şenliği
keyifle izliyordur. E buna da hakkı var sanırım.
Sabah gün doğar doğmaz arkadaşlarımla birlikte konuşlandığımız
Trabzon'un Of ilçesine bağlı Erenköy'den (Çoruk) otomobiller,
minibüsler ve kamyonlarla birlikte yola koyulduk. Çaykara'ya
giden ana yola indiğimizde ne görelim, herkes sanki sözleşmiş
gibi konvoy oluşturmuş. Çevre köylerin yolları da yayla
yolcularıyla dolmuştu. Arabaların kasetçalarlarından yayılan
kemençe ve kaval sesleri Çaykara boğazındaki bu kutsal yolculuğu
neşeli bir hale getiriyordu. İlgimi çeken bir şey de, çift yönlü
olan karayolunda karşı yönden gelen bir taşıta rastlamamış
olmaktı. Bu da gözümde eski deyimle "günün mana ve ehemmiyetini"
arttırıyordu.
Şinek, yeni ismiyle Ataköy yoluna girdiğimizde otomobillere
diklenen bir yolla karşılaşıyoruz. Aslında diklenenin orman
olduğunu az sonra anlıyorsunuz. Çünkü insanoğlu hiç acımadan o
güzelim yamaçları süsleyen ladin ormanlarını kendine yol açmak
için yarıp geçmiş. Öyleki otomobille geçerken gökyüzünü zor
görebiliyorsunuz. Ataköy'e köy demeye bin şahit ister. Bir dağın
yamacına kurulmuş küçük bir antik kent demek daha doğru olur,
öylesine sevimli. Burası aynı zamanda eski cumhurbaşkanlarından
Cevdet Sunay'ın köyü. Köyden arabamıza aldığımız -yine Sultan
Murad yolcusu- yaşlı bir kadına Cevdet Sunay'ın evini
sorduğumuzda şöyle bir yanıt aldık: "Ey gidi uşağum, onun
çıktığı yeri bir görseniz dersiniz burdan böyle bir adam nasıl
çıktı?" İlk önce yaşlı kadının ne demek istediğini anlamamıştık.
Yöreye özgü geleneksel espirilerden birini yaptı sandık. Meğer
Sunay'ın doğduğu evin harabe halinde olduğunu söylemek
istiyormuş, evi gösterince anladık.
Otomobilimizle uzun ve virajlı yolları tırmanmaya devam ettik.
Rakım yükseldikçe ormanlık alanlar azalmaya, yerini çimenler ve
Ağustos ayının sonları olmasına rağmen çiçekler almaya başladı.
Bir ara yoğun bir sis/dumanın içine girdik. Neredeyse önümüzü
göremez olduk. Ama on beş dakika sonra yeniden güneşi ve
gökyüzünü görünce derin bir oh çektik. Aslında yaylalarda ve
yörede çok sık rastlanılan bir durumdur bu. Sis, duman, çise,
çimen, yeşillik ve dağlar birbirini tamamlayan esrarengiz bir
doğa ruhudur buralarda. Farkında olmadan sizi de içine çeker ve
peşi sıra sürüklenirsiniz. Bunaldığınızı hissettiğinizde ansızın
güneş doğar ve kaybettiğinizi sandığınız yaşama sevincinizi
doruğa çıkarır. İşte bu haldir ki, yöre insanında kendine özgü
tutkular, alışkanlıklar ve karakterler oluşturmuştur.
Çiktuk Sultan Murad’a
Mermi sesi duma dum
Hem çaldum hem soyledum
Sevdam ile oynadum
Erenköy'den yola çıktıkdan üç saat sonra Sultan Murad'a vardık.
Burası Madur dağının gölgesinde ender rastlanan düzlüklerden
biri. II. Sultan Murad, İran seferine giderken bu düzlükte
ordusuyla birlikte konaklamış. O yüzden buraya Sultan Murad düzü
denilir olmuş. Yoksa şenliklerin bu Osmanlı padişahıyla bir
ilgisi yok.
Sultan Murad yaylası çok eski bir konaklama merkezi aynı
zamanda. Eskiden hanlar varmış burada. Şimdiyse otellerle dolu.
Dolu dediysek de 4-5 tane filan. Bakkallar lokantalar da var.
Ama yöre halkı yiyeceklerini yanında getirmiş ve çoktan çimelere
yayılmışlar bile. Bir yandan da öbek öbek horon çemberleri
oluşturulmuş, onlarca kemençeci ve kavalcı eşliğinde horon
oynanmakta. Bu arada unutmadan ekleyelim, Sultan Murad'ın suyu
yörede çok ünlüdür ve şifa niyetine içilir. Üzerine bir çok
türkü de söylenmiştir. Birçok kişinin bu suyu zemzem suyu
niyetine şişelediğini ve ta İstanbullara kadar gönderdiğine
gözümüzle tanık olduk. Kulağımıza çalınan bir dörtlük şöyleydi:
Hey gidi Sultan Murad
Sana deyirum sana
Buz gibi sularundan
İçelum kana kana
Erenköy'den birlikte yola çıktığımız arkadaşlarla birlikte
denize dalar gibi kendimizi kalabalığın ortasına attık. Horon
çemberlerinden birinin içindeydik artık. Kızlı-erkekli, yaşlısı
genci elele vermiş horon oynuyor, çalınan ritme uygun şarkılar
söylüyorlardı. Herkesin yüzünde ciddi bir iş yapan insanın yüz
ifadesi vardı sanki. Yüzyıllardır sürdürülen bu gelenek 2000
metrelik rakımda bir ibadetmişçesine yerine getiriliyordu.
İnsanlarla gökyüzü arasında yalnızca mavi bir renk dalgası
vardı. Ve sanki insanlar bu geleneğin gökyüzüne adandığını
biliyorlardı.
|
|
| |