İstanbul'un en
işlek noktasından çok kısa bir mesafe
uzağa, Karadeniz'e doğru gittiğinizde
deniz başka türlü dalgalanmaya başlar,
göğün rengi bir başkadır. Rüzgâr daha
sert eser, coğrafya değişir, evler
değişir, renkler, yaşam tarzı değişir,
tarih bile değişir… Çünkü
İstanbul'dasınızdır ama Karadeniz'in
kıyılarında dolaşmaktasınızdır.
Sağıma Karadeniz'i alıp İstanbul'dan bir
buçuk saat uzaklıktaki Yalıköy'e sabah
saatlerinde vardığımda tek tasam,
güneşin bizi kızıl kolları ile
kucaklamasını kaçırmamaktı. Yalıköy'ün
Karaburun ile beraber Çatalca'nın iki
sahil köyünden biri olduğunu, az da olsa
nüfusunun bir bölümünün balıkçılıkla
geçimini sağladığını öğrenmiştim.
Nitekim sahili boyunca palamut, kalkan
ve lüfer ağırlıklı menüleriyle birçok
balık lokantası diziliyordu yan yana.
'Çizme' anlamına gelen eski adı ile
Podima, 200-250 yıl kadar önce
korsanların keşfettiği ve eğlence
merkezi olarak kullandığı bir köymüş.
Bugün köyün merkezindeki harap evlerin
alt katları, o ilk ziyaretçilerinin
şarap imalathaneleri ya da
ticarethaneleriymiş. Sekiz bin hektarlık
ormanlık arazi içerisine kurulu Yalıköy
için odunculuk bugün büyük önem taşıyor.
Köyde, cam yapımında hammadde olarak
kullanılan silis madeni de bulunduğundan
burada 60 yıldır bir cam fabrikası da
faaliyet gösteriyor.
ESKİDEN DEVE GÜREŞLERİ YAPILIRMIŞ
Yalıköy'den ayrılıp yoluma devam
ediyorum. Yol beni Ormanlı Plajı'na
oradan da Karacaköy'e kadar sürüklüyor.
Yalıköy'den rakım olarak daha yüksekte
olan, orman içerisindeki Karacaköy eski
bir Rum köyü. Eski adı Metra olan köy,
İstanbul'un fethinden sonra adını,
Osmanlı sancaktarı Karaca Ahmet Paşa'dan
almış. Halkın buraya yerleşmesinden
itibaren geçim kaynağı ormancılık
olduğundan eski dönemlerde sarp
kayalıklarda odun taşıma işi için
develer kullanılıyormuş ve bu yüzden de
burada deve güreşleri yapılıyormuş.
Gelecek saldırılara karşı dünyanın en
büyük ikinci uzun seddi MS 507-511
arasında I. Anastassios tarafından
Karacaköy Evcik İskelesi'nden Marmara
Denizi'ndeki Karıncaburnu'na kadar olan
bölümde yapılmış. Ormanlık alandaki
bölümü hâlâ ayakta olan surların adı
mimarı ile aynı; Anastassios Surları.
Evcik Plajı yakınlarındaki Ormanlı Plajı
ise sahil boyunca her daim rüzgârlı
olması ve kum duvarları sayesinde yamaç
paraşütü için cazip nadir yerlerden.
DURUSU'NUN AT ÇİFTLİKLERİ
Öğleden sonra, haritama işaretlediğim
diğer noktaya, ağaçlar arasındaki eski
adıyla Terkos, yeni adıyla Durusu'ya
ulaşıyorum. Cenevizler zamanında Marmara
Denizi ve Terkos Gölü birbirlerine
ulaşabilirken Durusu, korsanların evi
olarak nam salmış. Şimdiki sahipleri ise
Bulgar muhacirleri ve köyde kömür
ocaklarının işletmeye açılmasıyla
Anadolu'dan göç edenler. Köyün içindeki
Durusu Parkı Osmanlılar döneminde av ve
dinlenme yeri olarak kullanılıyormuş.
Park, cumhuriyet döneminde Deli Yunus
adlı kişi tarafından alınmış ve at
çiftliği haline getirilmiş. Bugün hâlâ
bu amaçla kullanılıyor.
Osmanlı döneminde İstanbul'un su
ihtiyacını gidermek için Terkos Gölü, su
sağlayan bir tesis olarak kullanılmaya
başlanmış. Etrafı sazlıklarla çevrili ve
suyunun sığ olmasından dolayı göl kış
aylarında özellikle kaz, ördek,
karabatak, kuğu ve saka kuşu gibi
kuşların uğrak yeri haline geliyor.
KIYI BOYUNCA ORMAN KÖYLERİ
Terkos'un güneyine doğru birkaç
kilometre ilerlediğimde yine bir orman
köyü olan Celepköy'e ulaşıyorum. Köyde
makta kesimi yapıldığını öğreniyorum,
köy halkı odun ihtiyacını bu sayede
karşılıyormuş. Fazlasını ise mangal
kömürü elde edebilmek için torluklarda
yakıyorlarmış.
Köyün isini geride bırakıp Durusu'nun
tam kuzeydoğusunda, Karadeniz'in hırçın
dalgalarına karşı dikilen uç nokta
Karaburun'a varıyorum. Burası özellikle
balıkçı limanı ve feneri ile bölgenin
önemli bir konumunda. İstanbulluların
taze balığa ulaşmak için sıkça
uğradıkları bir köy aynı zamanda.
Karaburun'dan sonra Simas'ın küçük köyü
Kilyos'a geliyorum. Kilyos adı Rumca'da
kum anlamına gelen 'kilya' sözcüğünden
türemiş. Boğaz'ı kontrol edebilmek
amacıyla Bizans döneminde yaptırılan
Kilyos Kalesi en son II. Mahmud
tarafından restore edilmiş ve günümüze
kadar gelebilmiş. Yine Bizans döneminde
İstanbul'un su ihtiyacının büyük bir
bölümü buradaki üç su terazisi sayesinde
karşılanıyormuş. Deniz kenarına doğru
ilerlediğimde taş iskele dikkatimi
çekiyor ki, öğrendiğime göre; 18.
yüzyılda yapılan iskele balıkçılar
tarafından hâlâ kullanılıyor. Kilyos
birkaç kilometre uzunluğunda doğal bir
plaja sahip olmasından dolayı otel ve
motel listesi kabarık yerlerden. Halkın
geçim kaynağı balıkçılık olmaktan çıkmış
durumda, artık turizm çok daha ön
planda. Köy ruhu ise; buradaki en büyük
fidan işletmesi tarafından her kasım
ayında yapılan fidan festivali ile
yaşatılmaya çalışılıyor.
KIYININ EN UÇ NOKTASI
Kilyos'tan İstanbul'a doğru hareket
ettiğimde rotamdaki son durağım olan,
Sarıyer'in Karadeniz kıyısındaki en uç
noktasına ulaşıyorum; Rumelifeneri'ne.
Fener, Osmanlı döneminde adı 'Ağlayan
Kayalar' olarak anılan yerde yapılmış,
yapılmazdan önce de yine bu kayalıkların
üzerine denizcilere yol gösterebilmek
için beyaz mermer bloklar konurmuş.
Fener denizden 58 metre yükseklikte,
boyu ise 30 metre. Onu diğer fenerlerden
ayıran özelliği, vakti zamanında Rum
halkının feneri kutsal bir mekân olarak
görmesi ve ziyaret etmesiymiş.
KARŞI YAKANIN KARADENİZ'İ
Yine gün ağarmadan yola çıkıyorum ve
bugün de Anadolu yakası boyunca
Karadeniz'i bulmaya, Poyrazköy'e
geliyorum. Adının aksine Poyrazköy'de
kuzeyden esen soğuk rüzgârın hırçınlığı
hissedilmiyor. Bu yüzden mendireğin içi
liman haline getirilmiş; balıkçı
teknelerini ve Karadeniz'e girişte,
boğazın bitiş noktası kimliğiyle yatları
ağırlıyor. İstanbul çevresindeki en
temiz deniz suyuna sahip olması
sayesinde, koyunda barındırdığı plajları
ve sahili Poyrazköy'ü daha da turistik
kılıyor. Köy halkının çoğu balıkçılıkla
geçiniyor ve sahil boyunca dizilmiş
balık lokantalarında taze taze, biraz
evvel tutulmuş balıkları
yiyebiliyorsunuz. Turistik
özelliklerinin yanı sıra Poyrazköy,
cumartesi günleri kurulan köy pazarı ile
kimliğini yitirmemiş nadir yerlerden.
Poyrazköy'den sonraki durağım
Anadolufeneri oluyor. Adını 1834 yılında
Kırım Savaşı sırasında gemilerin boğaza
girişlerini takip edebilmek amacıyla
yaptırılan Anadolu Feneri'nden alan köy,
meşe ve kayın ağaçları arasında.
Limanındaki balıkçı tekneleri, tek tük
dükkânları ile Poyrazköy'den daha küçük
ve toplam 500 kişiye yakın nüfusu ile
daha az kalabalık. Yon (Hrom)
Tepesi'ndeki 20 metrelik boyuyla
denizden 75 metre yükseklikteki Anadolu
Feneri denizcileri selamlamaya devam
ediyor.
İSTANBUL'A YAKIN AMA ÇOK UZAK
Yunanca'da 'dağ çiçeği' anlamına gelen,
kayalar üzerine kurulu, Karadeniz
balıkçı kasabası görünümündeki Şile;
yıllar boyunca Lidyalılar, Galatlar ve
Romalılar arasında el değiştirmiş, bu
yüzden her köşesinde tarihi bir anı
yakalamak mümkün. Hikâyelerle çevrilmiş
bir köy Şile… Köy pazarlarında en çok
rağbet edilen ve herkesin mutlaka
gardrobunda bulunan Şile'ye özgü eşya
ise yöre kadınları tarafından dokunan
Şile bezi.
Akşam saatlerine doğru Şile'nin komşusu
Ağva'ya geçiyorum. Yol üzerindeki
Kabakoz, Akçakese, Kurtali gibi köyler
İstanbul'a, mesafe olarak yakınlığı,
yaşam tarzı olarak uzaklığı ve
samimiyeti ile beni şaşırtıyor.
Latince'de iki dere arasındaki köy
anlamına gelen adı ile Ağva; Yeşilçay ve
Göksu derelerinin arasında kurulu. Şile
gibi, üzerinde birçok uygarlığı
barındırmış ve Bizans'ın uç kalelerinden
biri olmuş. Göksu deresi etrafına dizili
otelleri ve otellerin dereyi sınır
tanımaksızın iki yakaya yayılış şekli
Ağva'da oldukça dikkat çekici. Minik bir
sal ile karşı taraftaki ipi çekerek otel
içinde ve dere üzerinde ilerlemek
mümkün.
İstanbul, tüm renkleri, aynı anda
yaşanabilir mevsimleriyle güzel bir
kent. Ve Karadeniz kıyıları; en az
İstanbul'un Marmara'sı, Boğaz'ı ya da
Haliç'i kadar gösterişli, ilginç
manzaralar sunabiliyor, en az onlar
kadar tarih kokuyor ve keşfedilmek için
yanıbaşımızda bizleri bekliyor.