|
TRABZONLU
"HOMEROS"
Kimliğimi sorarsanız
İstanbul’da
“Trabezan”ım
[Kimlik, Ö. Kayaoğlu]
Ömer
Asan
Kendi penceremden
gördüğüm insanları üç gruba bölerim. Birinci gruptakiler, doğduktan sonra
çevrelerine yalnızca bakarlar, ne bir şey görürler ne de gösterirler.
İtaatkardırlar. İnsanlığa katkıları önemsizdir. Hayata kayıtsız
gibidirler. Haklarını yemeyelim; milyarlarca benzerleri yüzyıllardır,
savaş, yoksulluk ve can derdiyle kafalarını kaldırmaya fırsat bulamadan
göçtüler. İkinci gruptakiler, olan biteni görseler, inceleseler bile ya
ifade etmezler veya elde ettikleri sonuçları paylaşmak yanlısı
değildirler. Ancak, gördükleri, inceleyebildikleri ve plan yapabildikleri
için davranışları çeşitlidir. Yeri geldiğinde itaat etmesini bilirler.
Daha çok da çıkarcıdırlar. İnsanlığa katkıları tartışmalıdır. Uygarlık
sorunları pek yoktur.
Bana göre bir ulusun
kültürel değerinin/kalitesinin yükselmesi veya azalması, andığım iki
grubun bir ulus içindeki sayısal varlığıyla ters orantılıdır. Her ne kadar
onlarsız tören/ritüel, töre, savaş ve gelenekler hayata geçirilemiyorsa
da, varlıklarının ezici çoğunluk halini alması o ulus için iyi değildir.
Onların ağırlıkta olduğu toplumlarda hiçbir ilerleme ve değişim olmaz.
Bir grup daha var ki,
yaşadığı toplumun veya ulusun, eğer varsa kültürel birikimini en yüksek
noktaya taşımakta gönüllüdürler. Bu üçüncü gruptakiler çok
pencerelidirler; her şeyi görür, hatta görünmeyeni de inceler,
sorgularlar. Sonrasında konuşarak, yazarak, çizerek, yoğurarak, üreterek
kendilerini ifade ederler. Yalnızca bilginin ve sanatın gücü önünde
eğilirler. Ama itaat etmezler. Dolayısıyla ağırlıkta oldukları tüm
toplumlarda ilerleme ve değişimler onların sayesinde olur. Onlara
“aydınlar”, diyoruz.
Birkaç yıl önce
Londra’da bulunduğum sıralarda, British Museum’da büstünün olduğunu
öğrendiğim Homeros’u ziyarete gittim. Orijinal büstü camdan bir fanus
içerisindeydi. Karşı karşıya geldik. Fotoğrafını çektim. Büstü yapan
heykeltraş mutlaka onu görmüştür, diye düşündüm. Çünkü yüz hatları
olabildiğince ayrıntılıydı. Azra Erhat ve A. Kadir’in çevirisiyle sevdiğim
İlyada ve Odysseia’da kullandığı destan dilini anımsadım. Yüzüne baktım;
iri gözleri vardı ama kördü. Herhangi bir sesi kaçırmamak için başını ve
kulaklarını yukarıya doğru dikmiş öylece bekliyor gibiydi. Fotoğraf
makinamı çantama yerleştirdikten sonra: “Hadi anlat”, dedim içimden, “bir
de kulaklarımla duyayım destanlarını”. Çünkü her iki destanın, bizim
oranın deyimiyle belli bir kaydeyle okunduğunu biliyordum. O musikiyi onun
ağzından duymak istiyordum. Karşısında ne kadar süre durduğumu
anımsamıyorum. Yalnızca o cam fanusun içine girip çıktığımı, elimi omuzuna
atıp onu yanımda Türkiye’ye, Trabzon’a getirmek isteğiyle yanıp
tutuştuğumu anımsıyorum.
Yaş itibariyle,
destancılara son anda yetiştim. Çocukluğumun geçtiği Trabzon Çömlekçi
Mahallesi’nde her çarşamba pazar kurulurdu. Renkli kağıtlara basılı destan
metinlerinin satıldığına ilk orada tanık oldum. Yine, destan okuyan, ama
gözleri görmeyen ve avucunu para talep eder şekilde açan insanlara bizim
mahalleden geçerlerken tanık olurduk. O çocuk aklımızla olaya bir anlam
kattığımızı anımsamıyorum doğrusu. Ta ki, yazılı kültürümüzde Homeros,
Dede Korkut ve Köroğlu’larla tanışıncaya kadar. Sonrasında Trabzon
köylerinin destancılarını tanıdım. Meğer onlar bizim insanlığımızın mihenk
taşlarıymış. Bilemezdim.
Homeros kör müydü,
değil miydi tartışmasına girecek değilim. Olsa olsa yaşlılığında
gördüklerinden yorulup artık görmez olmuştur, diye düşünmekteyim. Ancak
derdim bu değil; onun gördüğü, incelediği, sorguladığı ve ifade ettiği her
şeyin, üç bin yıl sonra insanları hala etkilemesidir benim
sorunum. İzninizle, bildiği bütün insanlar arasından seçtiği üç büyük
adamdan ilki olan Homeros’u, Montaigne’e soralım:
“
Bu adamı büyük ve neredeyse insanüstü bir varlık sayarken ben, birçok
başka şeyleri hesaba katıyorum. Hatta bazan, dehasıyla bunca tanrılar
yaratmış, insanlara kabul ettirmiş bir adamın tanrılar arasında yer
almamış olmasına şaştığım bile oluyor. Körlüğüne, yoksulluğun ve
bilimlerin gelişmesinden önce yaşamış olmasına karşın öyle gerçeklere
ulaşmış ki ondan sonra yeni bir düzen kurmak, bir savaşı yönetmek, dinden,
felsefeden veya sanatlardan söz açmak isteyenler, hangi mezhepten
olurlarsa olsunlar, hep ondan ders almışlar; her şeyi bilen bu yaman
hocanın kitaplarını bütün bilgilerin kaynağı saymışlardır.
Bu
büyük adam, insan eserlerinin en değerlisini, tabiatın düzenine aykırı
giderek yaratmış; çünkü doğuştan her şey kusurlu olduğu halde Homeros’ta
şiir ve daha birçok bilgiler çocukluk çağına olgun, kusursuz ve pürüzsüz
olarak girmişler. Bu bakımdan onu ilk ve son şair de sayabiliriz.
Eskilerin de çok güzel gördükleri gibi Homeros kendinden önce gelenlerden
hiç kimseyi taklit etmediği için kendinden sonrakilerden hiçbiri de onu
taklit edememiştir.[Montaigne, Denemeler, Cem Yay., s.207, 209]”
Homeros’un Montaigne’i
etkileyen tüm özelliklerine saygı duyuyorum. Ancak biri var ki benim için
hepsinden üstün, hepsinden ayrıcalıklıdır. O da, bir Anadolu kenti olan
Troya’dır. Çok yüceltici, çok kıskandırıcı bir ayrıcalıktır bu. Belki de
sıradan bir krallık, bir kentti Troya. Ama Homeros, insanlarıyla,
aşklarıyla, yıkılan, yakılan kenti tüm kimliğiyle destanlaştırmıştı.
Böylece onun yok olmasını engellemiş, dahası, üç bin yıl sonrasına
taşımıştı.
Kentlerimiz
varlıklarını ilk kurucuları ve barındırdıkları insan gruplarına
borçludular. Bu borç, bir kent kimliği oluştuğu andan itibaren kentlilere
geçer. O andan itibaren insanlar doğdukları kentin kimliğini taşımaya
başlarlar. Kendini kentine borçlu hissedenler, borçlarını ödemek için
ömürlerinin sonuna kadar mücadele ederler.
Homeros’un Troya’ya
bir kimlik borcu var mıydı bilinmez. Ancak bana sorarsanız Homeros mutlaka
Troyalıydı. Troyayı anlatmak onun borcuydu. Oysa hepimiz Troya’nın bugün
sahip olduğu ünü ve kimliği Homeros’a borçlu olduğunu biliyoruz. İşte
bazan güçlü insan kişilikleri kimlik sürecini böyle tersine çevirebiliyor,
kentler yetiştirdikleri insanların kimlikleriyle anılabiliyor.
Trabzonluluk Kimliği
Biz Trabzon’u
bilmiyorduk. “Biz”den kastım kendi kuşağımdır. Çoğumuz bir kent
kimliğinden habersiz büyüdük. Orada yaşarken Trabzon bize ne verdi, bizden
ne aldı, farkında değildik. Trabzon’u bir insan, bir canlı gibi hiç
düşünmedik. Gün geldi, biz ondan, o bizden, ayrıldık. Ailelerimizle
Trabzon’dan kopup, başka kimlikli büyük kentlere savrulduğumuzda, doğal
olarak bizi sürükleyen pek çok hayallerimiz vardı. Yıllarca koşturup,
durduk onların peşinden. Trabzon’u unuttuk.
O bizi unuttu mu?
Kimilerimizin farkına
vardığı gibi, habersiz de olsak bir kimliğimiz varmış, nereye savrulursak
savrulalım yakamızı bırakmayacak olan. Kişisel
olarak, arkadaş ve değişik insan gruplarıyla ilişkilerimde yeri geldiğinde
Trabzon’un adından çok sık söz ederim. Bu nedenle çoğu zaman şovenist ve
milliyetçi olmakla suçlanmışımdır. Anlatmaya çalışırım; bu bir sevgi,
kent, doğa, kültür tutkusu ve aynı tutkuyu paylaştığım insanlara
zorlanmadan duyduğum yakınlıktır. Her ne kadar bu duyguları Trabzon
dışında yaşarken hissetsem de... Benzer duyguları İstanbul’da yaşayan
Urfalıların, Erzurumluların, Sivaslıların taşıdığına da tanık olmuyor
muyuz? Bu ne milliyetçiliktir ne de şovenizm. Aynı sevgi ve tutkunun bir
kasabaya veya köye karşı duyulması farklı değildir. Burada önemli olan o
kentin veya yerleşim yerinin insanına kattığı kültürel değerler, yani
kimlik ögeleridir. Herkes gibi ben de sahip olduğum kimliğe ve kültürel
değerlere bağlılıktan hiçbir zaman rahatsız olmadım. Tıpkı rahmetli
Koryanalı Hüseyin Köse'nin, kemençesiyle çalıp söylediği gibi:
Trabzon’un ismini
Acap kim idi yazan
Öyle bağlandım ona
Var mı kalbimi bozan
İşte, Trabzonlunun tarihe bakış açısı budur.
Kim yazmışsa yazmış, kim gelmişse hoş gelmiş. Kim gitmişse yazık olmuş.
Bugün, ister kültürel ayrıcalık, ister
şovence sahiplenmeyle olsun bir Trabzonlu kimliği vardır. Bu
ayrıcalık, bir üstünlük iddiasından çok, kendine özgü otantik özellikler
taşımaktadır. Fizyonomisinde/doğal görünümünde, davranışlarında ve
yeteneklerindeki farklılıklarını kolayca hissettirebilen bir kimliğe
sahiptir Trabzonlular.
Dünyanın oksijeni en az deli denizi, güzel
ama sarp dağları, sevdalık kokan yaylaları, güneşi kovalamaktan yorulmayan
yağmurları, soğanlı, soğansız çiçekleri, o kutsal çam, kestane, gürgen
ormanlarının ve kovuklarında binbir türlü melodiler üreten derelerin bir
arada bulunduğu Trabzon, coğrafyasındaki çeşitliliği insanlarının
karakterlerine yansıtmış, çözülmesi zor bir kimlik üretmiştir. İşte
herkese çekici gelen bu özelliktir.
Her ne kadar öncü bir Trabzonlu kimliği söz
konusuysa da örneğin, kent içinde Farozluluk, Arafilboyluluk,
Sotkalılık, dışındaysa Ofluluk, Tonyalılık, Maçkalılık gibi
ilginç kimliklere rastlamak olasıdır. Özellikle Oflular araştırmacılar
için ilginç bir örnektir. Osmanlı döneminde sürekli baş kaldıran ve
itaatsizlikleriyle ün yapan Oflular birçok kez askeri müdahalelere maruz
kalmışlardır. Osmanlının son dönemlerinde devlete vergi vermeyi reddeden
Ofluları ıslah için on bin kişilik bir orduyla yola çıkan ve zalimliğiyle
tanınan Hacı Ali Paşa, sarp, dik ve bir o kadar karışık Of yollarında
ordusuyla birlikte kaybolur, Trabzon’a ordusuz döner. Bunun üzerine
Oflular arkasından şu türküyü atarlar:
Kara kuş yuva yapti
Ağacun doruğina
Ali Paşa koduk mi
Ananun kovuğina
Kimlik, özünde kültürel birikimler, sayısız
ayrıntılar taşır. Oluşum süreciniyse tarih belirler. Trabzon, tarihinin
bilinen, bilinmeyen sürecinden payına düşeni çoktan almış, sahip olduğu
kültürel mirası belirgin bir kimliğe dönüştürmüştür. Ancak bu süreç
yaşamboyu devam edecektir.
Küreselleşme ve Trabzon
Bir
cinayet işlendi denizde
“Faili mechul.”
Büyük balık küçük balığı
yutmuş,
Büyük balığı ara da bul.
[Denizde Cinayet, Kayaoğlu]
Şimdi sizi bugünkü Trabzon’da küçük bir
gezintiye çıkarayım.
Edindiğim deneyimlere dayanarak Trabzon'u
-kent içini- gezmenin en iyi yolunun yürümek olduğunu söyleyebilirim. Aynı
yöntemle Meydan'a çıkın ve günün programını yapabilmek için bir çay
için. Bu arada belediyenin hoparlöründen günün ilk haberini duymuş
olacaksınız:"Maçka eşrafından, felanca köyden, Sağıroğulları
sülalesinden, felancanın dedesi, babası, amcası .... hakkın rahmetine
kavuşmuştur." Parayı bastıran, Trabzon'un en bilinmeyen köyünün,
belki de köylülerinin bile adını anımsayamayacağı birinin ölüm ilanını ve
tüm seceresini bütün kente duyurabilir. Bakalım bu kara haberden sonra
yolunuza devam edebilecek misiniz?
Yürüyerek Taşbaşı'na doğru gidip
Çömlekçi'ye inin. Taşbaşı, Trabzon'un en eski esnaf çarşısıdır. Dükkanını
genişletmek için dayalı olduğu taşı dinamitleyen ve az kalsın bütün
çarşıyı havaya uçuran -adı bizde saklı kalsın- ünlü esnafın bulunduğu bu
çarşı, bugün daha çok Kafkasyalı müşterilerini ağırlamaktadır. Eskiden
Çömlekçi'ye gelen köylülerin ilk uğrak yeri burasıydı. Taşbaşı, bu
özelliğini kaybetmesine rağmen, Çömlekçi hala köylülerin, ilçe ve köy
minibüslerinin durak yeri olma özelliğini korumaktadır. Trabzon'un ünlü
Rus Pazarı da buradadır. İlk açıldığı yıllarda daha çok Kafkas
ülkelerinde yaşayan insanların beraberlerinde getirdikleri malların
pazarlandığı bu yer, bugün işlevini tersine çevirmiş, yerli ürünlerin
satışa sunulduğu ama satıcılarının Gürcü, Azeri, Ermeni olduğu bir mekan
haline gelmiş. Mekan diyorum; çünkü satıcılar aynı zamanda gecelerini
tezgahlarında geçirmektedirler. Benim gibi meraklıysanız pazarı
boydan boya bir gezer, hiçbir şey alamadan çıkarsınız.
Çömlekçi Mahallesi'nde çeşitli insan
manzaralarıyla karşılaşabilirsiniz. Bu mahalle limanın tam karşısına
düştüğü ve havaalanından gelen yolcuların ilk göreceği çarşı olduğu için
yoğun insan trafiğine sahne olmaktadır. Bir bakıyorsunuz aksakallı bir
dede ya da keşanına sarılmış, elinde yayıktan yeni çıkmış tereyağını
satmaya çalışan yaşlı bir nine, öte yanda Beyaz Rus olduğu su
götürmez sarışın bir dilber, diğer yanda minibüsünü doldurmak için
çığırtkanlık yapan muavinin: "Hayde kakayi, kakayi, pinun...Of'a,
Surmene'ye" içerikli, biraz da cinsellik kokan çığırışı, otellerin
önünde bekleşen ve cinsel fantezilerini süsleyebilecek kadın arayan her
yaştan erkekler, bunun yanında onlarla cilveleşen Kafkas kökenli kadınlar,
satışa sunulan mallar dolar üzerinden fiyatlandırıldığından aşağı yukarı
her dükkanda çat pat Rusça bilen birer yardımcı, hepsi bir arada
uluslararası bir pazar görüntüsü vermektedirler.
Kunduracılar Caddesi’nde bir
tek kunduracı yok. Bakırcılar Çarşısı’nda artık çekiç sesleri duyulmuyor.
O dar sokaklı mahalle araları canlılığını kaybetmiş. Kent geceleri sus
pus. Boztepe, Maşatlık, hani, nerede o eski arkadaşlık?
Bu arada Trabzon’u bir düşman kılıcı gibi
ikiye bölen Tanjant yolunu anmayı onuruma yediremiyorum. Bir de ilçelerden
köylere kadar en ücra köşelere yayılan betonarme çıbanları ve ahtapot
kollarını...
Burada bir konuya daha dikkat çekmek
istiyorum. Son yıllarda Amerikan dış politikasının fikir babası olduğu
ileri sürülen ve Medeniyetler Çatışması teziyle ülkemizde de hayli
popüler olan Amerikalı bilim adamı Huntington’a göre:
“... dünya çapındaki sosyal
değişme ve ekonomik modernleşme süreçleri, insanları çok eski mahalli
kimliklerden koparıyor. Bunlar aynı zamanda, bir kimlik kaynağı olarak
milli devleti zayıflatıyor. Dünyanın çoğu yerinde bu boşluğu doldurmak
için din, sık sık ‘fundamentalist’ diye yaftalanan hareketler biçiminde
devreye girmiştir. [Hungtington, Medeniyetler Çatışması, Vadi Yay., s. 26,
1995]”
Bu tespite doğduğum
köy olan Of-Erenköy’de yaşanan bir olayı eklemek istiyorum. 12 Eylül’ün
hemen akabinde özgürlüklerin askıya alınmasıyla köyümde güçlenen dinsel
otorite (İhtiyar Heyeti) horon oynamayı yasaklayacak cesareti bulmuştu.
Yasaklama birkaç yıl hayata geçirilmiştir de. Ancak gençlerin direnişiyle
birkaç yıl sonra düğünlerde ve eğlencelerde horon yeniden oynanabilmiştir.
Yani, yalnızca sosyal değişim ve ekonomik modernleşme süreçleri değil, bu
küçük örnekten de anlaşılacağı üzere, özgürlüklerin yaşanamadığı ortamlar
da baskıcı, yasaklayıcı düşünceleri kışkırtmakta, köktenci ve oportinist
akımları beslemektedir.
Hungtington’un dikkat
çektiği “insanların çok eski mahalli kimliklerinden koparılışı”na ve “bir
kimlik kaynağı olarak milli devleti zayıflatması”na ülkemizde yaşanan
süreci örneklemek istiyorum.
Son yıllarda Karadeniz
insanı, kimlikleri ve kültürel değerleriyle, Tv dizilerinde, komediler,
talk showlar ve sıradan şarkıcıların yaptığı müzik programlarında oldukça
ucuzlatılmaktadır. Karadeniz kültürü, saydığımız faaliyetlere göre,
Temellerin, Fadimelerin apış aralarına hapsetilmiş, deyim yerindeyse
zavallı, aşağı bir kültürdür. İşte ne yazık ki, ülkemizdeki popüler
kültürden, daha doğrusu kültürsüzleştirmeden payımıza düşen, bu
Karadenizlileri aşağılama yarışıdır.
Geride bıraktığımız 30
yıl incelendiğinde (şivelerinden anlaşılacağı gibi) bu aşağılanmadan
özellikle Doğu Karadenizli’lerin daha çok pay aldığına şahit oluyoruz. Bu
süreç televizyonun toplum yaşamına girmesidir. Buyrun size öğretilmek
istenen ortalama bir Doğu Karadenizli tipi: Bozuk bir Türkçe,
olabildiğince gülünç insanlar, karakterler oldukça kültürsüz ve zayıf,
kaba ve cahil müteahhitler, silaha ve uçkuruna düşkün serseriler, v.b.
Aynı aşağılamalardan Karadenizli’lerin karşıtı gibi gösterilmek istenen
Kürtler de nasibini almaktadır. Bugün Türkiye’deki Kürt imajı, sadece bir
avuç kara bıyıklı, kara bir çarşaf, sadece “le, le” ve “lo lo”su Kürtçe
olan ne olduğu belirsiz bir çirkin müzik, yavan filmlerde görülen akılsız
ve kızgın, iradesiz tiplere indirgenmiştir.
Komplo teorilerine
inanan birisi olsam, bu aşağılamaların altında kasıt arayacağım. Buna
ulusçuluğa bağlı bir asimilasyon politikası da denemez. Çünkü böylesi bir
kasıt, insanlığın kendi mezarını kazmasıyla eşdeğerdir. Tıpkı değirmen
taşının öğütecek birşey kalmadığında kendi kendini öğütmesi gibi... Bu
olayda dar görüşlülük, kimi zaman bilinçli kimi zamansa bilinçsiz bir
kültürel tüketim söz konusudur.
Zamanımızın iletişim
ve reklam sektörü tam bir tüketim canavarı iştahıyla ne bulursa önüne
katıp, silip süpürüyor. Kültürler, sosyal değişim ve ekonomik modernleşme
sürecine gücü yettiğince dirense de, geleneksel ögeleri yok edilip, ustaca
popüler bir tüketim malzemesine dönüştürülüyor. Doğal olarak Doğu
Karadeniz kültürleri de bu acımasız süreçten paylarını almaktadırlar.
İlginç olduğu için
eklemek istiyorum. Aynı kader Yunanistandaki Pontosluların da başına
geliyor; Temel ve Fadime yerini Kostika ve Yorika’ya bırakmakta, aynı
aşağılama ve yok etme yöntemleriyle geleneksel kültürler orada da aynı
şekilde tüketim malzemesine dönüştürülmektedir.
Tüketicilerse
bellidir; bizler, yani geleneksel köy kökenliler, kentlerdeki işçi-memur
ve küçük burjuvalar, henüz gelenekselleşemeyen modern-popüler (!)
kültürlerin sahipleri. Bunlar yukarıda andığım birinci ve ikinci gruptaki
insanlardır. Anlaşılmaktadır ki, yaşanılan tüketim süreci lokal değil,
global/küreseldir. Büyük balık küçük balıkları yok etmektedir.
Trabzonlu Homeros
Bir çam yaşar Zigana’da
Yaban değil oralıdır
Yamaçlarda öbek öbek
Doruklarda sıralıdır
[Yaralı Çam, Kayaoğlu]
Yazımın girişindeki üçüncü grupta olan
çok pencereli, her şeyi gören, hatta görünmeyeni bilen, sorgulayan ve
ifade edenler dikilirler Trabzon’daki yok oluşun karşısına. Dikilirler
ama, ne yazık ki birçoğu kent dışında, gurbetteler. Sayılarını ise hiç
sormayın.
Dikilen, dik durmayı becerebilen, köklü ve
güçlü ağaçlardan biri hiç kuşkusuz Ömer Kayaoğlu’dur.
Ömer Kayaoğlu’nun
şiirleri, türküleri ve destanlarıyla 1980’li yılların sonunda tanıştım.
Tam da Trabzonla ilgili nostaljik yönelimlerimin başladığı yıllardı.
Arayışlarımın sürdüğü sıralarda
Trabzonlu Kemençeden
adlı kitabını edinmiş, şaşırmıştım. Kemençenin Trabzonlu olması benim
için yeni bir şey değildi, ama bir kitaba ad olmasını beklemiyordum.
Üstelik daha ben o zamanlar “kimlik, mimlik”, diye yavelemeye başlamadan
o, itaatsiz tavrını ortaya koymuştu bile “Kimlik” adlı şiirinde:
Nerde
haksız eylem varsa
Ben orda
oyunbozanım
[Kimlik]
Yıllar sonra ise, benim de haksızlık
ettiğimi veya bir başka kimliğe sarılmış olduğumu düşünmüş olacak ki,
Trabzon adına yaptığım oyunbozanlığa Maçkayı Ettim Türkü adlı
kitabında şöyle yanıt verecekti Kayaoğlu usta:
Ula adaşım Asan
Baktım büyüktür tasan
Yitirdin kimliğini
Bildir bana bulursan
[Ö. Asan için]
Konunun tartışmasına girmeyeceğim. Gerek de
yok zaten. Ancak bir kentin insan yaşamında neyi ifade ettiğini,
Trabzon’dan yaşça oldukça küçük olan Paris’i yere göğe sığdıramayan
Montaigne’e anlattırarak konuya biraz daha geniş pencereden bakmak
istiyorum:
“Fransaya ne kadar
kızsam Paris’e kötü gözle bakamam; çocukluğumdan beri yüreğim ona
bağlıdır. O, benim içimde en güzel şeylerle bir aradadır: Sonradan başka
güzel şehirler gördükçe onun güzelliğine daha derin bir sevgiyle
bağlandım. Paris’i yalnız kendisi için seviyorum; yabancı süslere boğulmuş
olarak değil, kendi haliyle seviyorum; kusurlu, belalı taraflarına
varıncaya kadar her şeyi ile ve candan seviyorum. Beni Fransız yapan
yalnız bu büyük şehirdir; halkıyla büyük, dünyadaki yeriyle büyük, hele
türlü türlü rahatlıklarıyla büyük ve eşşiz olan, Fransanın şerefi ve
dünyanın en soylu ziynetlerinden biri sayılan bu şehirdir. (...) Paris
için beni korkutan yalnız kendisidir; ve onun için kortuğum kadar,
doğrusu, bu devletin hiçbir parçası için korkmam. [Montaigne, Denemeler,
Cem Yay., s.62]”
Yüksek bir kültüre
ulaşmanın yolu geleneksel kimlikleri ve kültürleri reddetmekten değil,
onların üstüne yeni şeyler eklemek ve evrenselliğe (dayatılan küreselliğe
değil) ulaştırmaktan geçer. Diyebilirizki biz böyle yapmadık, ya da
yapamadık. Pek çok haklı gerekçe sıralayabiliriz. Oysa haklı olmak
yalnızca ait olduğumuz yeri belirler. Yüksek kültür yaratmak isteyen
birçok Trabzonlu aydınımız ya köy/kır kültürü diyerek veya ulusalcı
sığlıklar içerisine sıkışarak yüzyılların birikimlerini, Trabzon’un
olmazsa olmaz kültürel ögelerini yok saydılar. Trabzon onların yakasını
bırakmadığında başka kentlere, kültürlere ve daha “üst” kimliklere
sığındılar. Hiçbir insani tercihi yadsımam, haddime değil belki. Ama
kentimize ve atalarımıza karşı olan borcumuzu unuttuğumuz kanısındayım.
Dolayısıyla varlık sebebimizi ve bundan sonra var olabilecekleri yok
ediyoruz, diye düşünmekteyim.
Ömer Kayaoğlu, Trabzon’u, ona olan borcunu
unutmayan, dolayısıyla Trabzonlu kimliğini hak eden ender
aydınlarımızdan biridir. O, Ömer Aga’dır.
Yakından tanımış değilim Ömer Aga’yı. Onunla
ne saatlerce sohbet etmişliğim var, ne de yaşamı ve mücadelesi hakkında
herhangi bir işitmişliğim. Bir kez, o da son yıllarında hasta yatağında
görüşmüşlüğüm var. O kısa görüşmemizde kitabımdan dolayı olabildiğince
nazik eleştiriler ve öğütler almıştım kendisinden, o kadar. Ben Ömer
Aga’yı Trabzonlu Kemençeden tanırım. Tıpkı Homeros’u İlyada’dan
tanıdığım gibi.
İşte benim penceremden Ömer Aga:
Trabzonlu Kemençeden,
adlı eser baştan sona Trabzon’un ve Trabzonluların destanıdır. Ancak
söz konusu olan geleneksel bir destan değildir; çeşitli ölçülerle yazılan,
gelenekselle modern şiirin birbirini kıskandıran akıcılığından ve çok
boyutlu bir destandan söz ediyorum. Kimlik, Trabzon’a Sesleniş,
Kemençe, Horon, Maçka’ya, Bizim Kızlar, Bizim Uşaklar, Tonya’lı, Kalaycı,
Çiçeklerim, Tütün, Karayemiş, Hamsiye Türküler, Güneş Duası başlıklı
bölümler ve kitapta yer alan diğer şiirlerle türküler bu destanın
tamamlayıcılarıdır. Her ne kadar bu eser klasik destan tarifine uymuyorsa
da, bütün olarak değerlendirildiğinde taklitten uzak, kendine özgü
anlatımıyla modern bir epostur. Destan’da geleneği reddetmeyen, var
olan kültürü olabildiğince yücelten, doğa ve insan tutkusunu öne çıkaran
özellikler ağır basmaktadır. Öyle ki ozan kemençenin sesiyle kendini
doğada buluverir:
Çal kemençeci gitsin gönlümün
pası
Dolsun ciğerime
yayla havası
[Kemençe]
Bilindiği gibi horon, sözde “eğitim”lerle
kimliğinden soyutlanmış, yavanlaştırılmıştır. Ömer Aga, horonun
ehilleştirilip, ekipleştirilmesine ve salonlaştırılmasına karşı çıkar.
Çünkü horon, kimi zaman tek başına, kimi zamansa birlikte edilen bir
özgürlük oyunudur, ne değnekçileri kabul eder ne de itaatkarlığı düstur
edinen çok bilmiş öğreticileri. Nerde görülmüştür halk oyunlarının
arkasından ağıt yakıldığı?
Ömer Aga’da:
Şehrinde meydan mı yoktu
Köyünde harman mı yoktu
Yaylanda çimen mi yoktu
Horon’um oy bahtı
kara
Nasıl sığdın
salonlara
[Horon İçin]
Burada da görülebileceği gibi Ömer Aga’nın
destanı kimi zaman coşkulu, kimi zaman hüzünlü, ama ozanıyla barışık bir
bütünlük taşır. Ben bu bütün içerisinden “kimlik” ögesini öne çıkarak Ömer
Aga’nın konuya yaklaşımını biraz olsun irdelemeye çalıştım. Aslında
Trabzonlu Kemençeden destanı farklı gözlerle baştan sona incelenmesi
gereken çok önemli bir yapıttır.
Kayaoğlu’nun doğa, kent,
köy, türkü, oyun ve insan sevgisinin ulaşabileceği en uç nokta olan söz
konusu kitabından sayısız örnekler verebilirim. Ancak bir başka kitabı var
ki, geleceğimiz olan çocuklara, yani Kayaoğlu’nun torunlarına sunulmuş en
iyi hediye, en bilgece öğütlerle doludur. Sevgi Bayramı adlı
kitabın içinde yer alan şiirlerin yalnızca başlıklarını okumak bile, onun
ruhunu anlamaya yetecektir sanırım: Ben Ormanım, Fidanın Dileği, Yaralı
Çam, Ressam Amca, Ahlat Ağacı, Irmak, Bu Bulut, Serçe, Sapan ve Taşı,
Avcı, Tavşan Kardeş, Arı ile Karınca, Karga ile Tilki.
Sözün özü; Ömer Kayaoğlu’nu,
küreselleşmeye karşı İstanbul’da dikilen bir direniş sembolü olarak
görmekteyim. Çünkü artık ülkemizdeki küreselleşme merkezi İstanbul’dur.
Başka ülkelerde Paris, Londra, New York ve diğer metropollerde olduğu
gibi.
Yazıyı başından beri okuyanların Ömer
Kayaoğlu’nun Homeros’la ne ilgisi var, sorusunun yanıtını aradıklarını
biliyorum. Anımsatayım; bugüne kadar Trabzon’un ne bir romanı, ne bir
hikayesi, ne baştan sona bir tarihi, ne de adam akıllı bir destanı
yazıldı. Bildiğim kadarıyla Yaşar Miraç’ın Trabzonlu Delikanlı’sından
başka kendi içinde bütünlük taşıyan bir şiir yapıtı da yok. Oysa Trabzon
kökenli pek çok ulusal aydınımız var. Birçoğu da kendi alanlarında
Türkiye’nin önde gelen yazarları, ressamları, şairleri ve edebiyatçıları
üstelik. Oysa kentimizin hala karanlıkta kalan veya ortaya serilmemiş
yüzlerce yıllık dönemleri var. O zaman, eğer yeni bir şey yazılmaz ve
söylenmezse, önümüzdeki yüz yıl veya daha sonrasında Trabzon ve
Trabzonlular, Trabzonlu Kemençeden öğrenilecek demektir. Yeterlidir
veya değildir. Bir başkası yerini alana kadar Ömer Aga benim için tıpkı o
büyük ozan gibi, Trabzonlu Homeros’tur. Artık Trabzon ona borçludur. Çünkü
henüz hiç kimse Trabzonlu kimliğini ve Trabzon’un adını onun kadar
yüceltemedi.
Seslendim bütün gücümle
dağlara
Dağdan duyulmadı
şehirdeki nara
Ben eleneni taşıdım
ambara
Ve şiirler kalburda kaldı
[Gidenler]
|