ALÂETTİN BAHÇEKAPILI İLE SÖYLEŞİ

Alaettin Bahçekapılı, Trabzon lisesi'nde
öğrencilik yıllarında
“ÇIĞLIK ÇIĞLIĞA” ALÂETTİN BAHÇEKAPILI
GEÇİYOR
Trabzonlu yazar Alâettin Bahçekapılı ile
eserlerinin özünü oluşturan Karadeniz, küresel
çevre kirliliği, Trabzon ve Trabzonluluk üzerine
karalahana adına editörümüz Özhan Öztürk
söyleşti.
Soru 1. Sayın Bahçekapılı,
Çevre Kurtuluş Savaşı, Hemen Şimdi! adlı
kitabınızda bir Amerikan yerlisinin “Dünya bize
dedelerimizden kalan bir miras değil,
torunlarımıza bırakacağımız bir emanettir”
desturu ile, insanoğlunun tabiatın cömertliğine
karşın takındığı mirasyedi tavrına
kızgınlığınızı sıkça vurgulamış, çevre kirliliği
ve yaşanılabilir bir tabiat için çok acil olarak
harekete geçilmesi gerektiğini bildirmiştiniz.
Kitabın yayımlandığı tarihte (2001) küresel
ısınma ve muhtemel etkileri kimsenin gündeminde
değildi. O zamanlar yakın gelecekte bizi
bekleyen buzulların erimesi, tatlı su
kaynaklarının yitimi, iklim mültecilerinin, sel
baskınlarının artışı, kuraklık gibi felaketlerin
ortaya çıkacağını öngörüyor muydunuz? Yoksa
tepki ve mücadeleniz çevre kirliliği odaklı
mıydı?
Yanıt 1.
İlginize, duyarlılığınıza çok teşekkür ederim.
“İnsanoğlunun doğanın cömertliğine karşın
takındığı mirasyedi tavrına kızgınlığım”dan söz
ediyorsunuz. 399 sayfada anlattıklarım salt
“kızgınlık” olarak algılanırsa, demek ki birkaç
bin sayfa daha yazmalıyım. Yazabilirim kuşkusuz.
Yazdım da.
Ben Çevre
Kurtuluş Savaşı, Hemen Şimdi! adlı kitabımı,
belirttiğiniz gibi, Aralık 2001’de yayımladım.
Kitabımda Aralık 2000’e değin ulaşabildiğim
bilimsel bulguların eşliğinde dünyanın,
Türkiye’nin ve “çevre kirliliği ile
sosyoekonomik bakımdan dünyanın en sorunlu bir
bölgesi olduğu için Karadeniz’in” sorunlarını
irdeledim. Belli bir bakış açısıyla, dünya
görüşüyle yazdım bulduğumu, bildiğimi. Evet,
yazın dünyasında kulaç atan biri olmam
dolayısıyla savaşımımı, vardığım hükmü “çığlığa”
benzettim: Şöyle dedim, önsöz olarak:
“Bir ‘çığlığım’ var, yılların birikimi...Başka
fısıltılara, seslere, çığlıklara katmak
istediğim. Duyurmak, buluşturmak, ortak etmek,
büyütmek istediğim bir çığlık.
Atamazsam, başkalarınınkine katamazsam boğacak beni.
Hava ağır. Kurşun gibi: Gökyüzünden iniyor yeryüzünden
yükselen felaket.
Su boğuculuğunun ötesine geçmiş, yanıcı. Cehennem.
Toprak kuru ve ölü. Yaratmıyor, çürütüyor.
İnsan, kendi dünyasına düşman. Aydınlık, karanlıklarda
noktalanmakta. Girilen tünelin çıkışı var mı
bilinmiyor.
Siyah ve gri egemen renklere.
Bu ‘çığlık’ yeşil. Duyan olursa, katılan olursa:
yeşerip gidecek bir uçtan ötekine.”
Evet, böyle başladım ve sonra sayfalar dolusu dünyanın
nereden nereye geldiğini, çevrenin nasıl ve
neden bozulduğunu, bu durumun yarattığı
sorunları yazdım. Kızmadan, bilimsel
soğukkanlılıkla. Belki kimi yerlerde yazın adamı
oluşumuzun etkisiyle.
Burayı geçiyorum.
Asıl sorunuzu yanıtlamadan, bir anekdot -sorularınıza
yanıtlarımı bitirinceye değin, bu sözcüğün
Türkçesini anımsarsam, düzelteceğim,
belirteceğim- anlatmak geliyor içimden:
“Köylünün biri, -diyelim bizim Temel- çırçır böceği
gibi tembel, kış gelmeden önlem alacağına, işin
kolayına sapmış, -nasıl etmişse- Tanrı ile
iletişime geçmiş: “Ulu Allahım,” demiş. “Senin
büyüklüğünden sual olunmaz, sen istersen bu
tembel kulunu da korursun. Ne olursun, bana
kışın geleceğini haber ver, yoksa gafil
avlanacağım, çoluk çocuk kar altında kalıp telef
olmayalım.” Masal bu ya, göklerden “uhrevi” bir
ses duyulur: “Kulum, seni duydum. Dileğini kabul
ettim. Kışın geleceğini sana haber vereceğim.
Korkma!” Köylü rahatlar. Ormana, oduna
gideceğine; ununu, erzağını hazır edeceğine
karısının –sözün yakışığı, bizim Fadime-
eteğinin dibinden ayrılmaz, gününü gün eder. Her
sabah kalktığında uzaklara doğru bakar. Uzaktaki
dağlara kar yağdığını görür bir sabah: “Çok
uzaktaki dağlara yağdı, buraya gelinceye kadar
ooohh.” Gider Fadime’nin dizi dibine, yatar. Bir
sabah, iki sabah, böyle... Bir gün kalkar ki, ne
görsün, kapılara, pencerelere dayanmış kar.
Çocuklar soğuktan titriyor, Fadime de öyle. Evde
ekmek de yok, un da. Ne yapacağını şaşırır
Temel. Yumruğunu gökyüzüne doğru savurur,
kızgınlıkla: “Hani bana söz vermiştin, kışın
geleceğini haber verecektin. Sözünü tutmadın.”
Gökyüzünden o “uhrevi” ses yankılanır dağı taşı
tutmuş, kapıyı bacayı örtmüş karın üzerinde: “Beheyy
ahmak kulum, ben uzaktaki dağın tepesine kar
yağdırdım, sana ‘geliyorum’ dedim, anlamadın.
Daha berideki dağları kar altında bıraktım,
kışın geldiğini anlamadın, daha ne yapacaktım?
Şimdi kime kızıyorsun?”
Biz bunu neden anlattık? Şundan: Biliminsanları
yüzyıllardan beri doğa-insan ilişkisinin dengesi
üzerine uyarılardan bulunuyor. Ekosistemle,
ekonomik sistem arasındaki ilişkiye dikkat
çekiyor. Son yıllarda daha da artan bir ivme ile
sesini duyurmaya çalışıyor. Bir nedeni var
bunun. Söz konusu kitabımdan alıntılayalım:
“Dünya artış baş döndürücü bir hızla
dönüyor/dönüşüyor/değişiyor. Son 40 yılda dünya
nüfusu tam iki katına çıktı: 1960'lı yıllarda 3
milyar olan nüfus 1990'lı yıllarda 5.7 milyar.
2000'de de 6 milyar. Sanayileşmeye bağlı olarak
üretim hızla artıyor; tüketim de...
Yenilenemeyen kaynaklar hızla tükeniyor;
üretim-tüketim ilişkisi de hızla bozuluyor.
Doğal kaynakların gücü aşırı sömürülüyor ve
azalıyor; dünya ‘nimetlerini’ paylaşmadaki
eşitsizliğin boyutları büyüyor. İnsanoğlunun
doğayla ve birbiriyle "kavga"sı kimlik
değiştirse de sürüyor; ‘savaşımın’ yöneldiği
alanlar ve biçimi değişiyor...
Küresel ekonomi tarihte görülmemiş büyümeye ulaştı:
1950 yılında 5 trilyon dolar, 1980'de 10.9
trilyon dolar olan küresel mal ve hizmet arzı
(dünya geliri) 1997'de 29 trilyon dolara çıktı.
‘1990-1997 yılları arasında küresel ekonomi 5
trilyon dolar daha büyümüştür ki, bu miktar
uygarlığın başından 1950 yılına kadar kaydedilen
iktisadi gelişmeye eştir. Ekonomik büyüme,
yaygın ekonomik ve toplumsal gelişmeyi de
beraberinde getirmiştir. 1950 yılında tüm
dünyada 47 yıl olan ortalama yaşam süresi
beklentisi, 1995 yılında 64 yıla çıkmıştır. Her
kıtada insanların beslenme düzenleri
gelişmiştir.’
Ancak, ‘küresel ekonomi genişledikçe, yerkürenin doğal
sistemleri ve kaynakları üzerindeki baskılar da
artmaktadır. 1950-1997 yılları arasında, kereste
kullanımı 3 katına, kâğıt kullanımı 6 katına,
yakalanan balık miktarı yaklaşık 5 katına,
buğday tüketimi yaklaşık 3 katına, fosil yakıtı
tüketimi yaklaşık 4 katına çıkmış, hava ve suyu
kirleten öğelerin sayısı ise katlanmıştır.
Ekonominin gelişmekte olduğu, ancak ekonominin
üzerinde yükseldiği ekosistem büyümediği, acı
bir gerçektir; bu gerçek ekonomi-ekosistem
arasındaki ilişkinin giderek gerginleşmesine yol
açmaktadır.
Yatırım, üretim ve ticaret gibi ekonomik göstergelerin
istikrarlı bir biçimde olumlu çıkmasına karşın,
temel çevre göstergeleri gidererek daha da
bozulmaktadır. Ormanlar küçülmekte, su
seviyeleri düşmekte, toprak erozyonla
kaybolmakta, sulak alanlar ortadan kalkmakta,
meralar bozulmakta, nehirler kurumakta, ortalama
ısı yükselmekte, mercan adaları ölmekte, bitki
ve hayvan türlerinin nesli tükenmektedir.
Ekonominin üzerinde yükseldiği ekosistem şu anki
hızıyla bozulmaya devam ettiği sürece, küresel
ekonominin halihazırdaki yapısıyla uzun süre
büyümesi olası değildir.
Bilim adamları, ekonomik büyümenin yeni bir yüzyılın
eşiğindeki durumunun, "kanser hücresinin
ideolojisi olan büyümek için büyümek" tavrına
benzediğini vurgulayarak, "sürekli büyüyen
kanserin son olarak konuk olduğu vücudu, kendi
yaşam destek sisteminin mahvetmesi gibi, sürekli
gelişen ve genişleyen küresel ekonomi de kendi
ev sahibini, yerkürenin ekosistemini yok
edecektir’ demektedirler.
Artık insanoğlu, giderek hızlanan ve yerküreyi "yok
etme" noktasına gelmekte olan çevre sorunlarıyla
karşı karşıyadır. Bütün insanlığın ortak sorunu
durumuna gelen çevre sorunları herkesten
(dünyanın hangi ülkesinde, hangi konumunda
yaşarsa yaşasın tüm insanlardan) ortak tavır ve
ivedi çözüm beklemektedir. Ancak yerkürenin
yaşadığı sorunların sorumlusu olan bizler; "HİÇ
ÇOCUĞUMUZ YOKMUŞ, HİÇ GELECEK KUŞAKLAR
OLMAYACAKMIŞ GİBİ DAVRANIYORUZ."
"İnsanoğlu bazı şeyleri farkına vardığından daha hızlı
ve hatta bitmeden değiştirmektedir. Oregon
Eyalet Üniversitesi'nde ekolojist Jane Lubchenko
bu durumu şöyle tanımlamaktadır:
“Dünyayı daha önce hiç değiştirmediğimiz
biçimlerde ve hızlarda, daha büyük ölçeklerde
değiştiriyoruz ve bunun doğuracağı sonuçları da
bilmiyoruz."
Bilim adamları, insanoğlunun, dünyanın geldiği
-kitapta ayrıntılarıyla açıklanan- noktada
karşılaştığı tehlikelere etkin bir biçimde tepki
verme konusundaki yetersizliğinin bir dizi
soruyu gündeme getirdiğini vurguluyor ve
soruyor:
‘1- Kontrol edilemeyecek bir dizi sorun mu
biriktiriyoruz?
2- Siyasi kurumlarımıza duyduğumuz güvenin altını
mı boşaltıyoruz?
3- Bu durum kurumlarımızın çöküşüne ve toplumsal
çözülmeye mi yol açacak?
4- Bir tür olarak dünyanın ekosistemi, küresel
ekonomi ve siyasi sistemlerimiz arasındaki
karmaşık ilişkiyi anlayacak türde bir zekâyı
geliştirecek, ortaya çıkan ve yavaş yavaş
biriken tehlikelere tepki verecek disiplin ve
öngörüyü geliştirmekten ve yeterince hızlı
evrimleşme kapasitesinden yoksun muyuz?
5- Kendi mal mülk düşkünlüğümüzü ve/veya
üretkenliğe ilişkin tavrımızı denetleme
yeteneğine sahip değil miyiz?’
Aynı sorular Türkiye için de geçerli. Bunu,
insanoğlunun yarattığı sorunların ve geldiği
durumun bizim için de geçerli olduğunu, ülkemiz
özeline baktığımızda kavrıyoruz:
Gerçekten de, Türkiye ekonomisinin gelişmesinde,
toplumun gönenç içinde yaşamasında birincil
önemde olan doğal üretim kaynaklarından hava,
toprak ve su varlığımız çevre sorunları başlığı
altında toplanabilecek her durumla karşı
karşıyadır:
Ülkemiz her yıl, 1 milyar 400 milyon ton yurt toprağını
aşınımla yitirmektedir... Aşınım nedeniyle
barajlarımız dolmakta ve ömürleri kısalmakta;
toprak kaymaları, taşkınlar, sel ve çığ
felaketleri artmakta; ormanlar azalmakta;
meraların bozulması/azalması hayvancılığın
gerilemesine yol açmakta; ülkemizin jeolojik
dengeleri ve iklim yapısı bozulmaktadır.
Ülkemizde her yıl, ortalama, bin dolayında
yangınla 13-15 bin hektar orman yanmakta; 4-5
bin hektar tarla açılmakta; 3-4 bin hektara
yerleşim yapılmakta; binlerce metreküp ağaç
kesilmektedir.
Son 60 yılda yarı yarıya azalan çayır ve meralarımız,
bitkisel amaçla kullanılmak; aşırı otlama, erken
ve geç otlama; iyileştirme ve yönetim
çalışmalarındaki yetersizlik gibi sorunlarla
boğuşmaktadır.
Katı ve sıvı atıkları, gaz salınımları aracılığıyla
toprakta, havada ve suda kirlilik oluşturan
sanayi kuruluşları, yanlış ekonomik kararlar
sonucu, hem ülke geneline dağılımları, hem de I.
ve II. deprem bölgeleri üzerine kurulu olmaları
nedenleriyle yarattıkları sorunları çözümsüzlüğe
doğru götürmektedir.
Deprem kuşakları üzerindeki yurdumuzda, nüfusun %45'i
I. derecede, %26'sı II. derecede, %18'i III.
derecede deprem bölgesinde yaşıyor.
Topraklarımızın %96'sının deprem bölgesinde
olduğu, nüfusumuzun %98'inin bu bölgelerde
yaşadığı düşünülmeden verilen ekonomik kararlar
tehlikenin boyutlarını günden güne
artırmaktadır. Bu bağlamda kentleşmede ve
sanayileşmede deprem bölgelerine yığılmayı
önleyici/düzenleyici hukuksal ve kurumsal
anlayışlar etkili oluncaya değin savaşmalıyız.
Sulak alanlarımız, endemik bitkilerimiz, milli park,
doğayı koruma alanları ve doğa parklarımız yoğun
sorunların baskısı altında yaşamaktadır.
Evsel ısınmadan, taşıtlardan, kentleşmelerden,
sanayileşmeden ve çevre ülkelerin kirlilik
kaynaklarından etkilenen havamız, tehlike
sınırlarını zorlayacak denli kirlenmiş
bulunmaktadır. İvedi önlem alınmadığından büyük
sağlık sorunları ortaya
çıkabilecektir/çıkmaktadır. Son yıllarda,
dünyadaki iklim değişikliklerine, dolayısıyla
sel, taşkın, fırtına gibi felaketlere yol açan
etkenleri ve sonuçlarını biz de
yaşadık/yaşıyoruz. İklim değişikliklerine ve
asit yağmurlarına yol açan sera gazlarını
azaltmada dünyada alınan önlemlerdeki
başarısızlık ülkemiz için de geçerliliğini
sürdürmektedir. Bu sorunları da savaşım
planımıza almalıyız.”
Bu kısa alıntı bile dünyanın insanoğlunun elinde
geldiği noktayı bütün açıklığı ve acılığıyla
sergiliyor. Ayrıca son tümceler sizin asıl
sorunuza da yanıt niteliğinde. Biliminsanları
değil son birkaç yılda, çok uzun zaman önceden
beri “küresel ısınmaya karşı” uyarılarda
bulunuyor. Keşke 399 sayfalık Çevre Kurtuluş
Savaşı, Hemen Şimdi! kitabımın tümünü buraya
aktarabilsem. Bu olanaksız olduğuna göre, birkaç
kısa alıntıyla yetineyim: Kitabımın 27-28-29
sayfaları “küresel iklim değişikliğinin olası
etkilerine” ayrılmış. 28. sayfada yer alan BM
Hükümetlerarası İklim Değişimi Paneli’nin
haritasında “günümüzde hızla artan küresel
ısınmanın 21. Yüzyılda yaratacağı felaketler”
gösterilmiş. Aynı kaynaktan (1998) aktardığım şu
satırlar sorunuza yanıt değil midir?
“...ABD’de su gibi tüketilen enerjinin neden olduğu
küresel ısınma da artık bütün dünyanın
sorunudur: Geçen yüzyıl içinde küresel ısı
ortalaması 0.55 santigrat (derece) artık
göstermiştir. Dahası yapılan araştırmaların
sonuçları ısı ortalamasıyla atmosferdeki
karbondioksit oranı arasında güçlü bir ilişki
olduğunu ortaya koyuyor. 21. Yüzyıl içinde (bir
başka hesaba göre 2050 yılına dek) dünyanın
ortalama ısısı muhtemelen 1.1 ile 3.3 santigrat
arasında (başka bir araştırmada 1.5 ile 4.5
derece) bir artış gösterecek; atmosferdeki
karbondioksit oranı ikiye katlanacak,
okyanuslarda ısınma sonucu deniz seviyesi 50 cm
yükselecek; geriye dönüşü mümkün olmayacak
biçimde mevsimlerde değişim meydana
gelecek..kaybedilebilir.”
Evet, 2007’de popüler olan “küresel ısınmaya”
biliminsanları çok öncelerden dikkat çekmiş. Ben
de bunu aktarmışım 2000’de. Haritaya
bakıldığında, nerede ne olacağı açıkça
görülüyor. Kitabımda, küresel ısınma nedeniyle
değişecek iklimlerin ve yükselecek deniz
düzeyinin yol açacağı tehditler de sıralanmış.
Japonya’da, Avrupa ülkelerinde, Karadeniz kıyı
ülkelerinde, Türkiye’nin özellikle güney ve batı
bölgelerinde (Akdeniz ve Ege kıyılarında)
sanayi, turizm, tarım alanlarının karşı karşıya
kalacağı tehlikeler vurgulanmış. Çevre Kurtuluş
Savaşı, Hemen Şimdi! kitabımda “attığım çığlık”
duyulmalıydı, diyorum yalnızca.
Geldik bugüne. Siz söylüyorsunuz: “Kitabın
yayımlandığı tarihte (2001) küresel ısınma ve
muhtemel etkileri kimsenin gündeminde değildi. O
zamanlar yakın gelecekte bizi bekleyen
buzulların erimesi, tatlı su kaynaklarının
yitimi, iklim mültecilerinin, sel baskınlarının
artışı, kuraklık gibi felaketlerin ortaya
çıkacağını...”
Az önce anlattığım anekdotu bir kez daha
okuyunuz, lütfen.
Bilim yanılmadı. Bilime saygılı olanlar da. Onun
yolundan giderek “çığlık çığlığa” toplumu
“yeniden bir kurtuluş savaşına” çağıranlar da...
Haklı çıktık. Keşke çıkmasaydık. Haklı çıkmak
her zaman insanı sevindirmez.
Soru 2. Karadeniz Sahil
Yolu’nu, siyanürle altın aranması planlanan
Artvin Cerattepe madenini ve Sinop’a yapılması
planlanan Nükleer Enerji Santrali’ni “Çevre
kurtuluş savaşı”nda kaybedilmiş muharebeler
olarak mı görüyorsunuz? Yoksa global çevre
felaketlerinin yanında bunlar önemsiz detaylar
mı?
Yanıt 2.
Hayır, “küresel çevre felaketlerinin yanında
önemsiz ayrıntılar” değil bunların hiçbiri.
Karadeniz Sahil Yolu da yarattığı ve yaratacağı
etkilerle, siyanürle altın aranması da, nükleer
enerji santralleri de çevreye etkileri
bakımından sorgulanması gereken yatırımlardır.
Bana göre yanlış yatırımlardır.
Soru 3. Karadeniz’de
binlerce yıldır birikmiş Hidrojen Sülfür
tabakası...özellikle 20. yüzyıl boyunca bu
denize eklenen evsel, tarımsal ve
endüstriyel atıklarından oluşan kirlilik... ve
birkaç yıldır kabusumuz olan küresel ısınmanın
da etkileri...bütün bunlar bir araya gelince
denizimizi ve yanı başında yaşayan bizleri nasıl
bir gelecek bekliyor?
Yanıt 3.
Bu sorunun yanıtı bilinmektedir: Böyle giderse
“geleceğimiz yoktur.”
Karadeniz Vakfı’ndaki görevim sırasında yazdığım
ve Vakıf Başkanı, işadamı İbrahim Cevahir
açıkladığı “2002 Uluslararası Karadeniz Günü
Bildirisi”ne temel oluşturan şu bilgilere bir
göz gezdirelim:
“ Türkiye, Bulgaristan, Romanya, Ukrayna,
Moldovya, Rusya Federasyonu ve Gürcistan
topraklarınca çevrelenen Karadeniz'in
kıyılarında 160 milyon kişi yaşamaktadır.
Karadeniz'in kıyılarında milyonlarca aile bu
denizden ve kıyılarından geçimini
sağla-maktadır. Ve bu Karadeniz, bugün, denizi,
karası ve havasıyla bir bütün olarak çevre
kirlenmesi felaketiyle karşı karşıyadır:
- Karadeniz'in ortalama 200 metrelik üst
tabakasının altı, jeolojik dönemlerde oksijensiz
sularla (hidrojen sülfür) kaplanmıştır. Son
30-40 yılda, kirlenmeye bağlı olarak canlıları
barındıran üst tabaka iyice incelmiş ve 100
metrenin altına düşmüştür. Bu durumun baş
suçlusu Tuna Nehri'dir. Karadeniz'in
kirlenmesinde % 75 oranında payı olan Tuna
Nehri, Kıta Avrupası'nın neden olduğu kirliliğin
üçte birini Karadeniz'e ulaştırmaktadır.
Tuna Nehri, doğduğu Almanya'dan dökülmek için
Karadeniz'e doğru gelirken 81 milyon nüfusun
yaşadığı yerleşmelerden ve yoğun sanayi
bölgelerinden geçmekte ve her yıl Karadeniz'e 9
milyon 800 bin ton organik madde, 575 bin ton
inorganik azot, 55 bin ton inorganik fosfor, 30
bin ton organik fosfor, 90 bin ton demir, 206
bin ton petrol kökenli kimyasallar, 48 bin ton
deterjanlar, 12 bin ton çinko, 6 bin 700 ton
manganez, 4 bin 500 ton kurşun, 2 bin 200 ton
fenoller, 1700 ton arsenik ve 80 ton civa
getirmektedir.
Gelen bu atıklar aşırı miktarda azot ve fosfor
içermektedir. Bu maddeler Karadeniz'in besin
zincirini olumsuz yönde etkilemekte ve balık
üretiminde azalmaya yol açmaktadır. Son 25 yılda
Tuna'daki nitrat birikimi 6 kat ve fosfat
birikimi 4 kat artmıştır. Bu duruma ivedi çözüm
bulunmalıdır.
- Havza ülkelerinden 150 milyon ton katı malzeme
erozyon yoluyla Karadeniz'e taşınıyor; bunun
sadece 17 milyon tonu Türkiye'den.
- Karadeniz, havzasında yer alan ülkelerdeki
yoğun tarımsal faaliyet ve yüksek miktarda
kullanılan tarım ilaçları nedeniyle de
kirlenmektedir.
- Ukrayna ve Rusya Federasyonu'ndan Karadeniz'e
dökülen akarsular üzerinde yapılan barajlar
büyük ölçüde suyun tutulmasına neden olmaktadır.
Don Nehri'nin doğal olarak getirdiği su miktarı
1981-85 yılları arasında % 27, Dinyester'in %
40, Kuban'ın % 49 ve Dinyeper'in % 52
azalmıştır.
- Evsel, tarımsal ve endüstriyel atıkların
denetimsiz ve arıtılmadan denize boşaltılması
ötrofikasyon olayının meydana gelmesine ve
ışığın nüfuz ettiği derinliğin azalmasına yol
açmaktadır. Aşırı ötrofikasyon besin ağını
etkiliyor, türler azalıyor. Denizde balık
yataklarının yok olması ve kıyı turizminin
zorlaşması önemli ekonomik kayıplara yol açıyor.
Bütün bu nedenlerle, Karadeniz'de yaşayan deniz
ürünleri nicel ve nitel olarak azalmaktadır:
Ekonomik kayıplar her yıl artmaktadır. Bu kayıp
Türkiye için son 10 yılda 600 milyon ABD doları
olarak tahmin edilmektedir. Karadeniz'de sadece
balık türlerinin % 40'ı tehlike altındadır. Bu
nedenle, Karadeniz'de yaşayan yaklaşık 300 balık
türünden 60'ının yeniden restore edilmesi
gerekmektedir.
Karadeniz'e gemilerin balast sularıyla geldiği
sanılan, denizanası benzeri bir yaratık
(Mnemiopsis leidyi), kabuklu deniz hayvanlarını,
balıkları, balık yumurtalarını ve deniz
hayvanlarının besini olan planktonları yiyip
bitirmektedir. Şu anda Karadeniz'in ıslak yaşam
hacminin % 95'ini bu jelatin yapılı yaratık
oluşturuyor.
- Karadeniz'in kirlenmesinde, İstanbul Boğazı'nın
alt akıntısına arıtılmadan verilen İstanbul
metropolünün evsel atıklarının da rolü büyüktür.
Her yıl Ordu'da 210 bin ton çöp Melet Irmağı'na,
Giresun'da 130 bin ton çöp araziye, Trabzon'da
280 bin ton v e Rize'de 105 bin ton çöp denize
atılmaktadır.
- Karadeniz Dağları'nın İç Anadolu'ya bakan
bölümlerinde erozyon, denize ve akarsulara bakan
yerlerde toprak kaymaları, heyelanlar yoğundur.
Bölgenin, toprak kaymalarına, sellere açık olan
yapısına insanın yüklediği ev, işyeri, fabrika,
köprü gibi birçok unsur çevreye baskıyı
artırmakta ve doğanın tepkisine neden
olmaktadır. Son yıllarda, toprak kaymalarından,
aşırı yağmurlardan, sellerden dolayı uğranılan
ekonomik ve toplumsal acı giderek artmaktadır.
- Ulaşımda, demiryolu ve denizyolu
olanağının arka plana itilmesini sağlayan
politikalar, Karadeniz'i kumsalı, körfezi, koyu,
falezi olmayan bir deniz durumuna getirmektedir.
Yerel yönetimlerin denizi doldurma, böylece
denizi kaybederken toprak kazanma tutumu tüm
hızıyla sürmektedir. Rant sağlayıcı, ancak
tarihe, doğaya, topluma saygısız bu tutum,
denizle karanın düşmanlığını ve kıyılarda çirkin
yapılaşmayı gündeme getirmektedir.
- Karadeniz'in özelliklerinden biri olan
yaylalardaki çayır ve mer'alar bitkisel üretim
amacıyla kullanma, aşırı otlatma, erken ve geç
otlatma, iyileştirme ve yönetim çalışmalarındaki
yetersizlikler nedenleriyle sorunlar yaşarken
ormanlar da tarla açma, yerleşme, otlatma,
kesme, taşıma ve az da olsa yangın gibi zarar
verici etkenlerle karşı karşıyadır.
- Ayrıca, olağanüstü biyolojik zenginliğe,
eşsiz güzelliğe sahip "doğal yaşlı ormanlar" da
tehdit altındadır. Özellikle Çoruh Vadisi'nde
yapımına başlanan enerji yatırımları, bölge
ekonomisine katkılarının ötesinde kaygılara da
yol açmaya başlamıştır. Yatırımların, bölgenin
doğal ve kültürel yapısı üzerinde bozucu
etkilere yolaçacağı kuşkusu giderilememiştir.
Dünyada, barındırdığı hayvan ve bitki varlığı
nedeniyle korunması gereken 200 endemik (çok az
bulunur) alandan biri olan Fırtına Vadisi'ne
yapılan, ülkemizin elektrik enerjisinin ancak
binde dördünü karşılayacak hidroelektrik
santralının çevreye vereceği zarar düşünülmeden
yatırım kararı alınmıştır. ÇED raporu
yetersizliklerle doludur. Bölge halkı yasal
yollara başvurmak zorunda bırakılmıştır.
- Bölgede, Samsun'da bulunan gübre ve bakır,
Ereğli ve Karabük'te demir-çelik, Çaycuma'da
selüloz-kâğıt, Bartın, Trabzon ve Ünye'deki
çimento fabrikalarından kaynaklanan hava
kirliliği görülmekte, Murgul ve Zonguldak'taki
maden işletmeleri de partikül madde kirliliğine
neden olmaktadır.
- Ayrıca, özellikle Batı Karadeniz evsel
ısınmadan kaynaklanan hava kirliliği sorununu
yaşamaktadır.
- Türk Boğazları'yla birlikte Karadeniz'i tehdit
eden bir etken de "tehlikeli madde
taşımacılığı"dır: Karadeniz'e her yıl eklenen
200 bin tonluk petrol kirliliğinin ancak 2 bin
tonu doğa tarafından temizlenebilmektedir. Durum
buyken, Hazar petrollerinin gündeme girmesiyle
Karadeniz'de tehlikeli madde taşımacılığının
boyutları katlanılamaz boyutlara ulaşmıştır. Bu
yüzden, Karadeniz'in büyük bir felaketle
karşılaşmaması için Bakü-Ceyhan Petrol Boru
Hattı'nın yaşama geçirilmesi ve tek seçenek
olarak desteklenmesi gerektiğine inanıyoruz.
Ancak, uluslararası petrol tekellerinin, bu
hattın dışında yeni liman ve hatlarla
Karadeniz'de tankerler aracılığıyla petrol
taşımacılığını sürdürecekleri kuşkusunu
taşıyoruz.
- Bölgenin kentsel, mimari, tarihi , doğal ve
kültürel değerleri kıskançlıkla ve titizlikle
korunmayı gerektirecek sorunlar içindedir.
- Bergama'da siyanürle altın aranmasının
benzerlerini bölgede yaşama geçirme
girişimlerini kaygıyla karşılıyoruz.
- Bölgenin tek ürüne bağlı geçim kaynakları
çeşitlendirilmeye muhtaç ve olanaklıdır.
- Karadeniz Bölgesi, yatırımlardan ve ulusal
gelirden en az pay alan konumdadır. Bu nedenle
içe ve dışa hem beyin, hem de sermaye kaçışı,
göç olgusu önlenememektedir.
- Bölgeye özgü kültür alaşımı önyargılı ve
bilgiye dayanmayan saldırılar altındadır."
Bu tablo karşısında siz
yanıtlayınız “bizleri nasıl bir gelecek
bekliyor?”
Soru 4. Karadenizliler,
diğer Anadolu çocuklarından farklı olarak,
köklü bir denizcilik kültürüne sahip bir halkız;
ama gittikçe gerileyen tekne yapımcılığı ve
hamsi avıyla sınırlanmış balıkçılık mesleği
dışında “hamsinin kilosu ne kadar oldu?” merakı
sayılmazsa deniz ile çok da alakalı değiliz.
Yelkencilik, scuba, rüzgâr sörfü gibi biraz da
sosyal refaha bağlı etkinlikleri bir tarafa
bırakalım, Soçi’ye alternatif bir turizm
mekânları yaratma konusunda da pek yol alamadık
sanırım. Karadenizlilerin Karadeniz ile
ilişkisini nasıl yorumluyorsunuz? Karadeniz’e
asırlardır cömertçe bize sunduğu nimetlere karşı
vefa duyduğumuzu söyleyebilir miyiz?
Yanıt 4.
Burayı “ağlama duvarı”na çevirmek istemem;
ancak, “ağlayıp iki gözümüzden, dövünüp iki
dizimizden olsak” da, durum hiç de iç acıcı
değildir. Bunu, büyük bir üzüntü içinde
söylediğimi, belirtmek isterim. Çünkü ben,
Karadeniz’in “siyah” anlamındaki “Kara”sının ve
masmavi “deniz”inin çocuğuyum. Bu anlamda
kendimi “güneyli” sayarım. Bunda,
Karadenizimizin yalnızca bir güney kıyılarına
değil, bütününe sahip çıkma bilincinin rol
oynadığına inanırım. Ben kendimi hem coğrafi
olarak, hem de düşünsel temel olarak Karadenizli
duyumsuyorum ve bu konumlandığım yer itibariyle
“Karadeniz’in güneyinin çocuğu” olarak
tanımlıyorum. Bu öznel ayrıntıdan sonra,
sorunuzun son bölümüne dönersek
“asırlardır cömertçe bize sunduğu nimetlere”
bakmamız gerekiyor:
Karadeniz, mavi sularının sevgiyle dövdüğü
1695 km uzunluğundaki Türkiye kıyılarında
çay, fındık, tütün, mısır, buğday, narenciye
yetiştirilen bir denizdir.
Ülkemizin çay ve fındık üretiminin
tümünü, dünya fındığının %65-75'ini tek
başına sağlayan...Tuttuğumuz/tükettiğimiz
balığın % 75'ini,
yetiştirdiğimiz/içtiğimiz/sattığımız tütünün
% 12'sini karşılayan.. Sığır varlığımızın %
16'sını barındıran, süt üretimimizin % 12.7'sini
soframıza getiren...Murgul'unda bakırı,
Zonguldak'ında kömürü yararlanmamıza sunan
bir bölgedir Karadeniz.
Peki “bu nimetleri bize sunan Karadeniz’e
karşı vefa borcumuzu ödeyebiliyor muyuz?”
sorunuza gelince, izninizle, yine bir
durum saptaması yapmalıyım. Önce durumumuzu
bilelim ki, kararımız sağlam olsun. (Çok
sevdiğim Uğur Mumcu’nun dediği gibi ‘bilgi
sahibi olmadan fikir sahibi olunmaz.’)
7500 yıl önce, Nuh Tufanı'yla "dolup
taşan" Karadeniz, bugün de aynı durumda: belki
onun için bir türkümüz “Uyy deniz
Karadeniz/ Doldi da taşamayi” diyor.
Belli ki, türkü, "Karadeniz'in 2.2 milyon
km2 büyüklüğündeki toplama alanının önemli bir
kesimini oluşturan ve en yüksek kirlilik yükü
payına sahip olan Tuna Nehri'nin getirdiği
organik madde yükü 1950'lerden beri 10 kat
arttığı" için Karadeniz "doldi da taşamayi"
diyor. Tuna'nın doğduğu Almanya'dan Karadeniz'e
dökülünceye kadar 81 milyon kişinin yarattığı
kirliliği sularına aldığını...her yıl 60 ton
civa, 900 ton bakır, 1000 ton krom, 4 bin 500
ton kurşun, 6 bin ton çinko, 60 bin ton fosfor,
340 bin ton azot ve 50 bin ton petrol
kirliliğini Karadeniz'e taşıdığını bize duyurmak
istiyor türkü; Karadeniz'i % 75 oranında Tuna
aracılığıyla Avrupa ülkelerinin, % 20 oranında
Bağımsız Devletler Topluluğu'nun ve % 5 oranında
Türkiye ve Bulgaristan'ın kirlettiğini açıklıyor
bize. İstanbul'un evsel atıklarının Boğaziçi'nin
alt akıntısına verilerek Karadeniz'e
gönderildiğini haykırıyor. Her yıl Ordu'da 210
bin ton çöpün Melet Irmağı’na, Giresun'da 130
bin ton çöpün araziye, Trabzon'da 280 bin ve
Rize'de 105 bin ton çöpün denize atıldığını "boş
bir eldiven gibi" yüzümüze çarpıyor.
"Uyyy deniz, Karadeniz,/ Doldi da taşamayi."
Karadeniz'i petrol boru hattı gibi kullanan
uluslararası petrol tekelleri her yıl, 200 bin
ton petrol kirliliği yaratıyor. Deniz, bu
kirliliğin ancak 2 bin tonunu doğal yollarla
temizleyebiliyor.
Karadeniz'in kuzeyinde gemi yapım ve söküm
tesisleri hâlâ çalışıyor. Zehirleyici madde dolu
variller "İtalyanların yanına kâr kaldı."
Karadeniz'in canlıların beslenebildiği
verimli su tabakasının kalınlığı 200
metreden 100 metreye dek indi. Balık verimi
nitel ve nicel olarak azaldı: Avlanabilen
türlerin sayısı 3'e, 5'e, miktarı 265 bin
tondan önce 97 bin, sonra da 66 bin tona keskin
ve anlamlı biçimde düştü. Yunusların sayısı
azaldı.
"Doldi da taşamayi."
Karadenizlinin geçim kaynaklarının başında
gelen fındığın, çayın ve tütünün verimi giderek
düşüyor, üretilen de geçimi sağlayacak para
getirmiyor.
Araştırmalar, gelir dağılımında
Karadeniz'in en kötü bölge olduğunu gösteriyor.
"Sosyo-ekonomik gelişmişlik sıralamasında
Karadeniz Bölgesi 5. sırada. Kamu yatırım
harcamalarında Bölgeler arasında sonuncu sırada
Karadeniz. Bütçeden Karadeniz illerine ayrılan
payların oranı binde ile ifade ediliyor.1983-93
arasında devletin kişi başına en az yatırım
yaptığı 10 ilin 4'ü Karadeniz'de. Eğitim,
sağlık, içme suyu ve asfalt karayolu gibi
göstergelerle bölgesel sıralamada Karadeniz 5.
durumda.
1990-97 arasında ülkemizin nüfusu
6.392.539 kişi artarken, Karadeniz illerinde
nüfus toplam olarak 293.018 kişi azalıyor. 17
Karadeniz ilinin 3'ü dışında kalanlar yurt içine
ve dışına göç veriyor.
Benzer bulguları yineledim mi? Ne
zararı var. Çinlilerin bir atasözü var, çok
severim ve uygularım her fırsatta: “Mermere her
gün damlarsanız, aşındırırsınız.” Bu söyleşiyi
bölüm bölüm okuduğunuzu varsayıyorum ve “her gün
damlamaya” çalışıyorum. Tekrar, öğrenmenin bir
yolu değil midir?
Hayır hayır. Karadeniz’e vefalı
davrandığımız söylenemez. Gelinen bu noktada
herkesin az ya da çok bir payı var; Yani
“masum değiliz hiçbirimiz.” Karadeniz’i
çok sevdiğimizi, yeşiline, mavisine, balığına,
yaylasına vurgun, tutkun olduğumuzu, “sevdalı
değil, karasevdalı” olduğumuzu söyleriz de, bu
biraz sözde kalır. Üzülerek söylüyorum ki,
“Vefa”, hâlâ, İstanbul’da Fatih’te bir semt adı.
Ancak, bizler Karadeniz'i sevmeyi sürdüreceğiz.
O'nun da bizi bağışlamasını sağlayacak
çabaları göstereceğiz. Asla yitirmediğimiz
Kuvayi Milliye ruhumuz yol gösterecek bize.
Çevre için, kültür için Kurtuluş Savaşını
yeniden başlatacağız.
Sevginin bedelini ödeyeceğiz.
Yalanın, dolanın, kandırmacanın, savsaklamanın
hesabını soracağız: "Uyyy deniz"
inlemelerimizi "ohhh deniz" sevincine
döndürünceye değin, "oy"umuzu bilinçle
kullanacağız. Kullanacağız ki, "Karadeniz Yarına
da Kalsın." Türkiye de... Dünya da.
Ve bir gün o güzelim Karadeniz
türküsünü şöyle söyleyeceğiz:
"Oh deniz, Karadeniz, /
Dolup da taşma artuk.
Gel edelum sevdaluk, / Bu
dünyayı kurtarduk."
Soru 5. Kariyerinize şiirle
başladınız ve ilk şiir kitabınız 15
yaşınızdayken Trabzon’da basıldı. Türk
edebiyatında kendi ekollerini oluşturmuş Trabzon
kökenli pek çok şair ve yazarın yanı sıra Kıyı
gibi güçlü bir sanat dergisini uzun yıllar
yaşatacak iklimi yaratmış kentimizin, 70’lerde
yoğunlaşan metropollere göç yüzünden bahsi geçen
iklimin zarar gördüğünü ya da değiştiğini
düşünüyor musunuz?
Yanıt 5.
Evet, iklim değişmiştir. Uzun süre Trabzon’da
şiir yağardı, öykü yağardı gökyüzünden. Resim,
karikatür, müzik, düşünsel yazılar... Öyle
bir iklim egemendi. Yazın ve düşünce
merkezlerinden biriydi Trabzon. Hem yerel, hem
ulusal alanda güçlü bir kültür ortamı boy atardı
Trabzon’da. Ayakları kent kültürüne basan bir
ortamdı. Yerel kültürün düzeyini yukarı çeken
bir ortam: Opera ile tanışmış, piyano ile el ele
vermiş, alttan gelen kültürü yukarı çeken bir
iklim. Şimdi gökyüzünden mermi yağıyor. Belki de
bunlar, eskiden bizim gökyüzüne saldığımız
mermilerdir. Ama biz onları, “düğünde, dernekte,
şenliğimizde” salmıştık gökyüzümüze, yani
“şenlik” olsun diye patlatmıştık. Bizim
hedefimiz gökyüzüydü, insan değil. Biz
söylediklerimizi insanların “yüzüne karşı”
düşünceye sarmalanmış söz olarak
söylüyorduk/söylüyoruz. Trabzon denildiğinde,
coğrafyanın verdikleriyle birlikte, tarihin,
edebiyatın, kültürün yüzyıllardan beri
getirdikleri geliyordu aklına başka yörelerde
yaşayanların, insanlığın. Trabzon “bir tutku”
olduğunca, orada yaşayanlar için “bir utku” idi
de... Toprağı ve denizi yalnızca, yeşilin kırk
bin tonunu, mavinin on bin çeşidini değil,
insanın “adam gibi” olanını yetiştirirdi. “Adam
gibi”nin “gibi”si bile fazlaydı. Adam
yetiştirirdi, “cüdam” değil. Şimdi de, öyledir
Trabzon, kuşkusuz. Adamın hasını, sanatçının
klasını yetiştiriyor. Ancak, bunlarla anılmıyor
artık, Trabzon. “Vuravur”la, “silahla”, “kaba
kuvvetle”, “odaklarla” anılıyor. Trabzon bunu
hak etmiyor. Trabzonlu bu değil. Bu görüntüyü,
bu algılamayı değiştirmemiz gerekiyor. Bunun
nasıl yapılacağını düşünmemiz, tartışmamız
gerek.
Silahı “şenliğimizin” bir parçası olma durumuna yeniden
getirmeliyiz. Silah “benliğimizin” bir
göstergesi olmamalıdır.
Tamam, silahtan vaz geçemiyor hemşehrilerimiz. En
azından şunu yapamaz mıyız? Belimizde
silah, elimizde kitap olamaz mı? Elimizdeki
kitap, okunduğunda, belimizdeki silahı
unutturur, diye düşünüyorum.
Ancak, bunca kötümser de olmamak gerekir, belki.
Bir panelde, o anda usuma düşen ve dilimden
dökülen bir düşünceyi burada da sunmak isterim.
Derim ki, “kentlerin sınırları sonsuzdur,
sevenleri bulundukça.” Ol nedenle, Trabzon’un
toprağına ayağı değmiş, havasından suyundan
yararlanmış; doğasının-kültürünün, yaşam
biçiminin şair, yazar, müzisyen, ressam,
düşünür özetle sanatçı ve “adam gibi adam”
ettiği her kimse ve her nerede yaşıyorsa, şayet
Trabzon sevgisini ve tutkusunu gönlünden uzak
düşürmemişse “göç etmiş” , yurdundan “cüda
düşmüş” sayılmaz. O kişi nerede yaşıyorsa;
“metropollerde” değil, dünyanın en uzak
ıssızlığında bile tutunmuşsa yaşama; ekmeğini
orda kazanıyorsa, orda doyuruyorsa karnını,
çoluğunu çocuğunu orda “namerde muhtaç
etmiyorsa”; başını dik, omuzlarını gergin
tutabiliyor ve gözünü daha iyiye, daha güzele,
daha aydınlığa dikebiliyorsa, ne gam, işte
Trabzon orasıdır. Trabzon’un sınırı oraya dek
uzar/uzamıştır. Şairin dediği gibi “sol
memesinin altındaki cevahir solmamışsa” koyver
gitsin, dünyanın öteki ucuna. Çünkü Trabzon
orasıdır. Selam olsun, ardında bıraktıklarını
unutmadan, ardına bakmadan gidene.
Soru 6. Ben eğitimimin
tamamını İstanbul’da tamamladım; ama babam
KTÜ’nün olmadığı yıllarda Trabzon Lisesi’ni
bitirmiş, pek çok arkadaşı gibi gurbetin kader
olacağının idrak edilemediği yıllarda İstanbul’a
gelip yerleşmişti. Hoş anılar ve unutulmaz
dostluklar dışında Trabzon Lisesi’ni ya da
1950-60’larda Trabzon Liseli olmayı özel yapan
bir şeyler var mıydı?
Yanıt 6. –
Trabzon lisesini “özel” yapan, belki de “hoş
anılar ve unutulmaz dostluklar”dır. Bunları
“dışta” tutmayıp “içselleştirirsek” belki de
Trabzon Liselilik ruhunu daha iyi anlarız.
Ben Trabzon Lisesi’ne “leyli meccani” olarak girdim,
yani “parasız yatılı” olarak. O yıl, - 1962 idi-
Türkiye çapında, 18 öğrenci kazanmıştı Trabzon
Lisesi’nin parasız yatılı sınavlarını...Ben,
bunlardan biriydim. İyi bir derece yapmıştım
sınavda. Aynı dereceyi yine parasız yatılı
olarak Trabzon Öğretmen Okulu ve Trabzon Sağlık
Koleji’nde de gösterdim. Babam “kısa yoldan”
gitmemi istiyordu. “Öğretmen Okulu’na git, üç
yıl sonra maaşa bağlanırsın” diyordu. Bense,
gözlerimi ufkun ötesine dikmiştim. Babamın
inadını nasıl kırdım, ayrı bir öyküdür. Belki
anlatırım... Lise’ye kayıt olduğumun ilk
haftasının sonunda, -önceden dilekçe vermek
gerektiğini bilmediğimden- 26 km uzaklıktaki
Maçka’ya, anama, babama, belki kardeşlerime
gidemediğim için, hüngür hüngür ağladığımı
anımsıyorum: bir de Haziran l965’te, Fen
kolundan derece ile mezun olduğumda, Lise ile
simgeleşmiş o manolya ağacının altında
durduğumu, kendimi uzun bir yola çıkmak için
donanımlı, engelleri aşmaya kararlı; ancak
sevdiğim bir kentten ve okuldan ayrılacağım için
buruk, mahzun ve sözcüğün tam anlamıyla ezik
duyumsadım. O manolyanın altında yine ağladım.
Beynim doldurulmuştu, çiçeklendirilmişti bu
okulda, bu kentte, evet, bu bakımdan korkum
yoktu. Beynimle dilim arasındaki mesafe
kısaltılmıştı bu okulda, bu kentte, evet,
kendimi savunabilirdim. Ancak, yokluyordum
bedenimi, gönlümü, kendimi –sözcüğün tam
anlamıyla- “çıplak” duyumsuyordum.
Alıştığım/alıştırıldığım bir şeydi, sevmek,
sevilmek. İşte, buradan uzaklaştığımda, bu
çatının altından çıktığımda, o uzaklarda bu
alışkanlığımı doyurabilecek ortamı bulacak
mıydım? Gideceğim yerde beni nasıl bir ortam
bekliyordu? Sevginin egemen olduğu bir çevre mi?
Yoksa..? Burada, buralarda her şey, insanın
“yüzüne karşı” söylenirdi, oralarda da öyle
midir? Burada, buralarda hiçbir varlığımıza el
uzatıldığını görmedim, Lise’de özel
dolabımızdan, köyde, yaylada konutumuzdan bir
şeyimizin eksildiğini... Burada, buralarda
kafama çiçek ekenleri herkes tanır, bu beni
korur...Orada da öyle mi olacak? Burada,
buralarda... uzatmayalım, “çıplak”tım utanmadım,
korktum ağladım. Yani Lise yıllarım “iki damla
gözyaşı” arasında geçti. Bu Trabzon Lisesi’ni
“özel” yapar mı? Genel için yapmaz, benim için
yapar.
Genel için Trabzon Lisesi’ni “özel”, “özellikli”
yapanın “köklü bir kuruluş” olduğudur, bilirim.
80 yaşa yaklaşan bir gençti. Sıradan değildi;
özeldi. Biz öğrencilere özgüveni aşılayan bir
kurumdu; içi boş bir özgüven de değildi bu;
bilgi doldurulmuş beyinlerin duyduğu özgüven;
üstelik özümsenmiş, eyleme geçirilebilecek
bilginin... Eğitim-öğretim düzeyi yüksekti.
Öğretmenleri, hem öğret’endi, hem de “men”di,
“adam gibi adam”dı. Sevgiyle harmanlanmış bir
otoriteleri vardı; görürdük ki, çatık kaşlarının
altında bize gülümseyen bir çift göz var;
anlardık, yanağımıza değse de ellerinin
kadifeden olduğunu...Yatılı olmanın perçinlediği
arkadaş dayanışmasına nasıl sevgiyle
baktıklarını ve bu dayanışmayı, bu sadakati
kırmaya yönelik bir harekette bulunmaktan
kaçındıklarını duyumsardık. Bu bizi şımartmaz
mıydı? Kuşkusuz şımartırdı; ancak -şımarıkça
yaptıklarımızdan- sonra utanan biz olurduk...
Biz hırçın ve hızlıydık; onlar sakin ve bilge;
zaman onlardan yana işliyordu; bunun
bilincindeydiler... Bilirdik cezanın terbiye
ediciliğini...Kırık notun bizler gibi onları da
yaraladığını bilirdik. Başarı düzeyini
yükseltmek için, öğrenciler kadar öğretmenler de
yarışırdı, hem kendileriyle, hem birbirleriyle.
Bu son tümcemi bir kez daha okuyunuz. Buncası
yeter... Lisem için üçüncü kez ağlatmayın beni.
Kentlerin sınırları
sonsuzdur, sevenleri bulundukça
Soru 7. 15 çocuklu bir
ailenin ortanca çocuğu olarak İstanbul’a
geldiniz. Ömer Kayaoğlu’nun sözleriyle
“İstanbul’da Trabezan” olduğunuzu sık sık
hissettiniz mi? Yoksa Maçka’nın dağlarını
metropolde başarılı olabilmek için geçmişte
bırakılması gereken hoş bir anı olarak bir
raftaki resim çerçevesine mi sığdırmak zorunda
kaldınız? Doğduğu yerden 1000 km ötede kendine
ve kendinden doğacak nesillere yeni bir
başlangıç yapma zorunluluğu neler katıp neler
eksiltti hayat hikayelerimizden?
Yanıt 7.
– Ne zor soru bu. Şimdi benden, burada
derinlemesine bir yanıt vermemi, birkaç kitap
dolduracak bir çözümlemeye gitmemi
beklemiyorsunuz değil mi?
İzninizle, iki anekdot (hâlâ Türkçe karşılığını
bulamadım/anımsayamadım, inanır mısınız?)
anlatayım, belki yardımcı olur içinde bulunduğum
durumun anlaşılmasına.
Az önce, Trabzon Lisesi’ne gitmek istediğimde, babamın
“kısa yoldan git oğlum, öğretmen ol” diyerek
karşı durduğunu anlatmıştım. Onu anlıyordum, 15
çocuğu vardı, ben ortancaydım, 7 benden büyük, 7
de küçük kardeşimin arasında nazar boncuğu gibi
(!) duyumsardım kendimi. Hepimiz olmasa bile,
8-9’umuz “bir keserin yontmasına”, “bir nasırlı
elin taşı taş üstüne koymasına” bakıyorduk.
Babam (önceleri “aga” derdik ona, sonra “baba”)
yapı ustasıydı. Anam (hep “anne”ydi, uzaktaysa
sesimizi duyurmak için “kız anneee” diye
seslenirdik) ev ve toprak emekçisi. “Kısa yoldan
gitmemi” istemeleri haklarıydı. Ben önce Lise,
sonra Üniversite istiyordum. Babamı iknaya, ne
ortaokuldaki öğretmenlerimin yüreklendirmeleri,
ne komşularımızın dil dökmeleri yetti.
Çaresizdim.
Bir gün. Babamla evimizin dibindeki tarlada, bir taşın
üstünde oturuyorduk. Benim Bozo diye çağırdığım
bir boz eşeğimiz vardı. O da yanı başımızda
otluyordu. Pasalı (ucuna ip bağlanan demir
parçası) toprağa çakılıydı. İpi boynundaydı.
İpin yetiştiğin alandaki otları bitirmiş,
uzaktakilere ulaşmak için ipini zorlamaktaydı.
“Baba, şu eşeğe bak” dedim. Baktık. Boz eşek,
ipine asıldı, asıldı, pasalı topraktan kurtardı
ve uzaktaki ot küme’sinin başına gitti. Babam,
yüzüme baktı: “Eee ?” dedi. “Ben Bozo’nun
yaptığını yapmak, karnımı nerede
doyurabileceksem, oraya gitmek istiyorum. Beni
bir pasala bağlama. Bir ip boyu alan, eşeğimize
yetmedi, bana hiç yetmez.” dedim. Babam –şimdi
l05 yaşındadır ve o tarlamızın başındaki evinden
hiç ayrılmamıştır, dağların, toprakların bir
anlamda “bekçiliğini” yapmaktadır, ellerinden
saygıyla, sevgiyle öperim- boynunu büktü,
elindeki çubukla toprağa bir çizik attı, uzun
bir çizikti, -bilmiyordum o zaman, gurbet orada
başladı- düşünceli ve üzgün: “Yani sen, ‘beni
serbest bırak’ diyorsun. ‘Ben ekmeğimi
nerede kazanacaksam, karnımı nerede doyuracaksam
oraya kadar gideyim’ diyorsun, öyle mi?” “Evet,
baba!” “’Başarırım, beceririm’, diyorsun, öyle
mi?” Kararlı bir sesle: “Evet, baba!” “’Ele güne
muhtaç olmam, seni de çok zorlamam’, diyorsun,
öyle mi?” Yutkundum: “Evet, baba!” Babam, başını
kaldırdı, bir az ötede -şimdi daha da uzağa
gitmişti- otlayan boz eşeğe baktı, bir bana,
gözleri dolu doluydu: “Peki oğlum, kararını
kendi veren, yolunu kendi çizen ilk oğlum
sensin, yolun açık olsun. Yarın inelim
Trabzon’a, kaydını yaptıralım Lise’ye.” Babamın
elini öptüm. Nasırlı elleriyle başımı okşadı.
Kalktım, Bozo’nun yanına gittim, alnından öpmek
geçti içimden, babama ayıp olur diye düşündüm,
başını okşadım.
Gurbet yolu o üstünde oturduğumuz taştan başladı.
Bilerek çıktım bu taşlı dikenli yola. “Kararımı
kendim vermiştim.” “Başaracağıma, becereceğime”
de söz vermiştim. Ekonomik durumumuzun ötesinde
“sözümün mahkûmuydum.” Başarıya “tutsaktım.”
Gurbet, benim için, üstüne kendi kararımla
çıktığım bir huysuz at. Dört nala değil,
on dört nala koşan bir at. Üstünden atmasın
diye, yelesine on bin parmağımla, gövdesine yüz
iki bacağımla tutunduğum bir deli at. Atamadı
şimdiye dek. İnmek kararı, kendi elimde değil.
İpim bu deli atın boynunda. Nerede, nasıl, ne
zaman ineceğime o karar verecek.
Şimdi anlatacaklarım da, bu gurbete nasıl baktığımı,
nasıl yorumladığımı, hangi değerleri yanımda
taşıdığımı ve bunları nasıl koruduğumu
gösteriyor.
Yeni tanıştığımız bir Anadolulu, işadamı, yarım saatlik
söyleşimizden sonra sorar:
- Alâettin Bey, nerelisiniz?
- Karadenizli.
- Karadeniz’in neresinden?
- İçinden.
- İçi neresidir yahu?
- Trabzon.
- Diliniz hiç benzemiyor.
- Evet, doğrudur. İstanbul’a
geldim, dilim bozuldu, böyle oldu.
Kıssadan hisse çıkaralım mı? Çıkarmayalım. Okuyucunun
zekâsından kuşkulandığımız gibi yanlış bir
düşünce doğar.
Şu düşüncemi yinelememe izin verin, lütfen : “Kentlerin
sınırları sonsuzdur, sevenleri bulundukça.”
Ve şunu da eklememe: “Selam olsun,
ardında bıraktıklarını unutmadan, ardına
bakmadan gidene.”
Sevgili Özhan Öztürk, görüyorum ki, sorularınızın daha
yarısını yanıtlayabildim. Yoruldum dersem, yalan
olur. Yine de, okuyucuyu düşünerek, ara verelim
diyorum. Öteki sorularınızı, bir ay sonra
yanıtlayayım. Okuyucu bu söyleşinin ilk bölümü
için ne diyecek, görelim. Belki ona göre,
kendime çekidüzen de veririm. Her yaşta
öğrenciyiz...
Sevgiyle...
Alâettin
Bahçekapılı
Araştırmacı Yazar, TRT Program
Yapımcısı (E)
*Karadeniz Kültür ve Çevre Derneği Genel Başkanı,
(1996-2000)
*Karadeniz Eğitim Kültür ve Çevre Koruma Vakfı
Yönetim Kurulu Üyesi, Çevre Kurulu Başkanı
(2000-2004)
* Ataşehir Sakinleri Dayanışma Derneği Başkanı
(2003-2005)
|