RESİMLER
| |
GEREKLİ
LİNKLER
| |
|
|
|
|
| |
|
|
KARADENİZ
Neal Ascherson

Giriş
İtiraf etmeliyim ki, okumak bana tam bir mutluluk verebilir...
ve aynı biçimde, parmaklarımın arasından kum dökerek, rüzgar
yanaklarımı serin, nemli elleriyle okşarken bütün varlığımla
uzanmakla da mutlu olurum. Sahilde başka kimsenin olmaması
memnunluk verici görünüyor ve ta ufka kadar uzanan mavimsi
burunlar, deniz suyunu fışkırtan ayı topluluğu gibi görünüyor.
Gün boyunca, sert otlar kayalıklarda haşırdıyor. Bu ebedi,
yumuşak ses, bu sahilde yüzyıllardır kesilmeden hep duyulan ses,
bilgelik ve basitlik sevgisini açığa vuruyor.
Konstantın paustovsky
Years of Hope [“Umut Yılları”]
Bu [Homerik] zamanda, Deniz’de gemicilik yapılamazdı ve buraya
buz gibi fırtınaları ve çevresinde yaşayan kabilelerin
vahşiliği, özellikle de yabancıların vahşiliği, özellikle de
yabancıları kurban eden İskitler nedeniyle’Aksenos’ [yabancı
düşmanı] denilirdi...ama sonraları İonyalılar kıyılarda şehirler
kurunca 2Eukseinos’ [konuksever] adı verildi.
Strabon Coğrafya- Anadolu (Kitap:XII, XIII, XIV).Çev:Adnan
Pekman, Arkeoloji v
1680 yılında bir gün, sabahın erken saatlerinde, Luigi
Ferdinando Marsigli adlı genç bir İtalyan, İstanbul açıklarında
Boğaz’a demirlenmiş bir gemide, aşağıya ağırlık sarkıtıyordu.
Bütün denizciler Karadeniz’in Boğazlardan kuvvetli bir
akıntıylabatıya doğru aktığnı ve Marmara Denizi ile Çanakkale
Boğazını geçerek Akdenize ulaştığını bilirler ve daima
bilmişlerdir. İÖ üçüncü yüzyılda, Rodoslu Apollonios, İason’la
Argonotların teknelerini Boğazdan geçirip akıntıya karşı
mücadele ederek nasıl doğuya doğru gittiklerini, “iki tarafı
engebeli kayalıklarla çevrili rüzgarlı bir geçitten, alttan akan
güçlü burgacın suları ilerliyen gemiye çarparke” Karadeniz’e
kürek çektiklerini anlatır. Şimdi aynı akıntı Marsigli’nin
teknesini demirini zorlayarak uzaktaki Akdeniz’e doğru
çekiyordu.
Marsigli denize attığı ipe aralıklarla beyaz boyalı mantar
işaretler bağlanmıştı. Önce ipi serbest bıraktı, işaretlerin,
Karadenizden gelen akıntıyla batıya yönelip kıça doğru
sürüklenişini seyretti. Ama sonra, azimle aşağıyı gözlemleyerek,
görmeyi umduğunu gördü.
Daha derindeki işaretler, aşağıda parıldıyarak, ters yönde
ilerlemeye başlamışlardı. Yavaş yavaş teknenin altından geçecek
kadar ilerlediler ve ağır ip, yüzeye yakın yerde batıya
yönelirken, daha derinlerde doğuya dönüp yay şeklini almıştı.
Şimdi biliyordu. Boğaz’a iki akıntı vardı, tek değil. Üstte bir
akıntı, bir de daha derinde karşı yönde bir akıntı vardı;
Akdeniz’in derinliklerinden Karadeniz’e akıyordu.
Marsigli henüz yalnızca yirmi bir yaşındaydı. Uzun, maceralı ve
verimli bir yaşamı olacaktı. Viyana’da kısa süre Tatarlara esir
düşmüş, Habsburg ordusunda, Tua’da subaylık yapmış ve daha sonra
Avrupa’nın ilk oşinografi araştırma merkezini Fransa’nın
güneyinde Cassis’de kurmuştu. Ama daha sonra yaptığı hiç bir iş
Boğaz’ın alttan geçen akıntısını keşfetmesi kadar önemli
değildi. Bu buluş, yöntem ve etkileriyle yeni deniz biiminin
tarihinde bir dönüm noktasıydı. Ayrıca, çevresinde tuhaf
insanların yaşadığı bir kıyı şeridi olarak değil, denizin
kendisi olarak, Karadeniz araştırmalarının da ilk adımıydı.
Hemen bütün keşifler başarılı bir tanıtma ögesi içerirler.
Alttan geçen akıntı (Marsigli’nin verdiği adla Corrento
Sottano), Marsigli’nin de mertçe itiraf ettiği gibi, boğazın
sularında çalışıp yaşamını kazanan insanlar tarafından
biliniyordu. Buluşuyla ilgili ilk açıklamasında “Bu tasavvurum
yalnızca kendi kafamdan doğan düşüncelerin biçimlendirilişiyle
canlanmadı, ama bir çok Türk balıçının anlattıklarıyla,
hepsinden önemlisi Majesteleri İngiltere Krlının Babıali elçisi
ve doğa incelemeleri konusunda büyük bir alim olan Signor
Cavalier Finch’in [Sir John Finch] teşvikleriyle de
yönlendirildi diye yazar, “bu düşünce ona ilk kez gemilerinden
birinin kaptanı tarafından, belkide zamansızlık nedeniyle deney
yapamadığı için kesin bir sonuca varamadan dile getirilmişti...”
Marsigli’nin gerçek görkemi, ilk deneyinde izlediği ve başarıya
ulaştığı yoldan kaynaklanır. Derinliği ölçtükten sonra farklı
derinliklerden örnekler aldı ve alttan geçen akıntının suyunun,
Karadenizden gelen akıntıdan daha yoğun ve tuzlu olduğunu
kanıtlamayı da başardı. Sonra bunu gösterecek bir düzenek inşa
etti: Dikey olarak derecelendirilmiş bir su tankının bir
yarısını tuzlu ve boyalı deniz suyuyla, öteki yarısını tuzu daha
az suyla doldurdu. Tankı ayıran bölmede bir kapak açarak, iki
suyun karışmasını gözlemledi; boyalı deniz suyu, gözle görünür
biçimde tankın dibine akarak burada tabaka oluşturdu. Ve
Marsigli, gerçekten ne yaptığının tam farkında olmadan,
oşinografinin temel olgularından birinide keşfetmişti:
Akıntılar, ırmakların akması gibi, akışkanlar mekaniğinin
ilkelerince belirlenen başka kuvvetlerle, bu durumda basınç
etkisiyle hareket ederler, yerçekimiyle değil. Daha ağır Akdeniz
suyunun Karadeniz’e doğru akması, daha hafif suyu ters yönde
hareket etmeye zorluyordu.
Marsigli’den sonra başka bilim adamları da, çoğu Rus olmak
üzere, Karadenz’in tuhaf ve inatçı doğasını incelemeye başladı.
Marsigli bu denizin suyunun Akdeniz kadar tuzlu olmadığını ve
yoğunluğunun daha az olduğunu göstermişve bir mucizeyi
açıklamıştı: Deniz seviyesi Boğaz’dan suların akmasına karşın
niçin düşmüyordu. Ama Karadeniz’i bütün öteki denizlerden ayıran
temel özelliği keşfedecek olanlar başkalarıydı: Karadeniz
nerdeyse ölü bir denizdir.
Karadeniz atlasta böbrek biçiminde görülür; dış okyanuslara ip
gibi İstanbul ve Çanakkale boğazlarıyla bağlanır. Ama gene de
denizdir; tatlı su gölü değil: Doğudan batıya 1170 kilometre,
kuzeyden güneye 600 kilometre uzanan tuzlu bir deniz. Yalnız
Kırım Yarımadası’nın içeri doğru uzanan sahili ile Türkiye
arasındaki ‘bel’ kısmında genişlik 270 kilometreye kadar iner.
Karadeniz derindir; yer yer derinlik 700 metreden aşağıya iner.
Fakat kuzey batı köşesinde geniş, sığ bir düzlük vardır; batıda
Romanya’daki Tuna Delatsının civarından kuzeyde Kırım’a kadar
uzanır. Yüz metreden derin olmayan bu düzlük Karadeniz balı
türlerinin çoğunun yavrulama yeri olmuştur.
Boğaz’dan başlayarak saat yönünde Karadeniz’in çevresi
dolaşıldığında, Bulgaristan ve Romanya kıyıları, Ukrayna
kıyısının çoğu yeri gibi alçaktır. Sonra Kırım dağlarının yüksek
kayalıkları gelir. Doğu ve güney kıyıları (Abhazya, Gürcistan
veTürkiye) çoğunlukla dağınıktır ve bazen ince bir sahil şeridi
vardır, bazen de – kuzey doğu Türkiye’de olduğu gibi- ormanlık
dağ sıraları ve koyaklar denize dik iner.
Fakat Karadenize egemen olan ırmaklardır. Karadeniz’den daha
büyük olan Akdeni’e yalnıca üç büyük ırmak, Rhone, Nil ve Po
akar. Oysa Karadeniz’e akan beş büyük ırmak vardır: Kuban, Don,
Dinyeper, Dinyester ve hepsinden önemlisi, havzası Fransa
sınırına kadar uzanan ve bütün doğu ve orta Avrupa’yı kapsayan
Tuna. Tuna tek başına her yıl 203 kilimetre küp tatlı suyu
Karadeniz’e taşır. Bu miktar Kuzey Denizi’ne akan bütün tatlı
sulardan fazladır.
Yaşam kaynağı olan bu ırmaklar on binlerce yıl boyunca
Karadeniz’in derinliklerinde yaşamı öldürmüştür. Irmaklardan
gelen organik madde miktarı deniz suyundaki bakterilerin
normalde ayrışabileceğinden çok daha fazladır. Bakteriler
besinlerini okside ederek alırlar, deniz suyunda normalde
bulunan çözünmüş oksijeni kullanırlar. Fakat organik akış çok
fazla olduğndaçözünmüş oksijen miktarı yetmez, o zaman
bakteriler başka bir kimyasal işleme yönelirler: deniz suyunun
bir bileşeni olan sülfür iyonlarından oksijeni ayırırlar. Bu
işlemin sonucunda ortaya bir gaz çıkar: hidrojen sülfür, H2S.
Doğal dünyanın en öldürücü maddelerinden biri bu gazdır. Dolu
dolu bir nefes çekmek insanı öldürmeye yeter. Petrol işçileri bu
gazı bilir ve korkarlar, çürük yumurta kokusunu tanır ve ilk
kokuyu aldıklarında kaçarlar. Haklılar. Hidrojen Sülfür çok kısa
sürede koku alma duyusunu köreltir, dolayısıyla ilk nefesten
sonra daha fazla kokladığını anlamak olanaksızlaşır.
Karadeniz dünyanın en büyük hidrojen sülfür rezervidir. 150-200
metre arasında değişen derinliklerin altında yaşam yoktur. Suda
oksijen bulunmaz ve H2S yüklüdür. Karadeniz çoğu yerinde derin
olduğu için, Deniz hacminin yüzde doksanı steril demektir. H2S
biriken tek deniz burası değildir. Baltık denizinn dibimnde ve
su dolaşımının az olduğu bazı Norveç fiyordlarında oksijensiz
bölgeler vardır. Peru açıklarında, hidrojen sülfür bazen
derinliklerden yüzeye çıkar ve “el nino” diye bilinen felkete
yol açar; bütün eko sistemi öldürür, sahil balıkçılığını tahrip
eder ve gemilerin altını yarattığı kimyasal bileşimle siyah
renge boyar (Callao Boyası etkisi). Gene de dünyanın en büyük
yaşam bulunmayan su kitlesi Karadeniz’in derinliklerindedir.
Ve gene, son yüzyıla kadar, Karadeniz insanlara devasa bir
bolluk yeri olarak görünmüştür. Derinliklerindeki karanlık
zehiri kimse bilmez. Yüzeyden yüz metreden itibaren, oksijensiz
sınırı bekleyen ‘haloklin’ veya ‘oksilin’ çizgisinin üstünde,
denizde yaşam kaynamaktadır. Som balığı ve dev mersin balıkları-
mersin morinası bazen küçük bir balinanın uzunluk ve ağırlığına
ulaşabilir- yumurtlamak için büyük ırmak ağızalrında kaynaşır
(havyar14.yüzyıl Bizans’ında o kadar boldur ki fakir
yiyeceğidir). Karadeniz’İn kıyılrında ve kuzey batı alçak
düzlüğünde, çoğu sualtı Zostera deniz-otuçayırlarından beslenen
dikenli kalkan, çaçabalığı, kayabalığı,vatoz, has kefal,
mezgitler yaşamıştır.
Kırım Yarımadası’nın öteki tarafında, Karadeniz’in uzak kuzey
doğu köşesindeki Azak Denizi, büyük denize bağlanan dar kanalı –
Kerç Boğazı- ve biçimiyle Karadeniz’in minyatürü gibidir. Bu sığ
ve karalar arasına sıkışmış küçük deniz, Kerç Bğazı ile Don
Irmağı’nn bataklık deltasıarasındaki 370 km kilometrelik
mesafede yüzden fazla balık türüne ev sahipliği yapmıştır. Her
büyük sağanakta Don Deltasının kilometrelerce uzanan kamışlık ve
tuzlu çamuru kabarır ve el arabasıyla yakalanan semiz ırmak
balıklarına yumurtlama yerleri sağlar. Milyonlarca deniz balığı,
yumurtlama bölgelerine göç ederken, İstanbul Boğazı’na veya Azak
Denizi’nin Kerç Boğazı’na sürüklenirler. Onları yakalamak için
denize bakan bir pencereden ağ atmaktan başka çaba göstermeye
gerek yoktur ve Strabon Haliç’te, Boğaz’ın İstanbul surlarının
dibine uzandığı koyda, palamudun çıplak elle yakalandığını
yazar.
Açık sularda, yunus ve domuz balığı kolonileri arasında, iki tür
Karadeniz’i dolaşan yavaş, daire biçiminde bir gç yolu izler,
neredeyse tarifeli gemi gibidüzenli bir biçimde yol alırlar.
Bunlardan biri palamuttur, yiyecek ve ticaret açısından Bizans
paralarına resmi yapılacak kadar önem taşımış olan uskumru
ailesindendir. Diğeri hamsi, Karadeniz ançuezidir.
Soyunu sürdürüp bugüne kadar kalabilen hamsi sürüleri Temmuz
veya Ağustosta Odessa Körfezi’nde yumurtlar ve saat yönünün
tersine olan göçlerine Ağustosun son haftası ile Eylül
başlarında devam ederler. Günde yirmi kilometre kadar kat
ederek, bugün bile her birinin ağırlığı 20.000 tona ulaşan
sürülerle Tuna Deltasını geçer, Romanya ve Bulgaristan
açıklarından doğuya yönelir ve Anadolu kıyılarına ulaşırlar.
Kası başlarında sürü İstanbulla Sinop arasında, bir kaç yüz
kilometre daha doğudadır. Balık ağırlaşmıştır ve daha yoğun
guruplar halinde daha yavaş hareket ederek Trabzon’un balıkçılık
sahasoına girer. Sonunda, Yeni Yıl da, hamsi, Karadeniz’in güney
doğu köşesine, Batum çevresine ulaşır. Burada ikiye ayrılırlar:
Bir bölümü Gürcistan, Abhazya kıyılarından kuzeye yönelip
ayrılma noktalarındabir daire çizer: ötekiler Sinop’a dönüp
Karadeniz’i kısa yoldan eçerek tekrar Odessa Körfezi’ne
gelirler. 1980’lerde balık türlerinin canına okuyan aşırı
avlanma döneminden önce yapılan bir tahmine göre, her yıl bu hac
ziyaretini yapan hamsi varlığı bir milyon tona ulaşmktaydı.
Karadeniz’i tarihe sokan balıktır. Elbette başka etkenlerde
vardır: Başka mükemmel yiyecek ve zenginlik kaynakları. Pontus
stepleri adı verilen Güney Rusya ovaları örneği, Volga
ırmağından batıda Karpat Dağları’nın eteklerine kadar 1300
kilometre uzanan, deniz kıyısından kuzeyin ormanlık arazisi
arasında 320 kilometre genişliğe varan, enin bir çayırlıktır.
Pontus steplerinin çayırları bütün birt göçebe ulusun at ve
sığırlarını besleyebilmiş, daha sonra verimli toprağı, Kuzey
Amerika’da tarım başlamadan önce, dünyanın en iyi buğdayının
yetiştirildiği bölge olmuştur. Karlı zirveleri açık denizden
görülebilen Kafkas Dağlarında kereste ve altın vardır. Irmak
deltaları arasında, göç ederken göğü karartan yenebilir
yenebilir kuşlar yaşar. Ama bütün bu sonsuz görünen doğal yaşam
zenginlikleri içinde en öenmlisi balık olmuştur.
Argo’nun seyehati Tunç Çağı efsanesidir. İason Karadeniz’i
aştığında, teknesini Kolkhis’ teki (bugünkü Gürcistan’da bir
bölge) Phasis ırmağına yönlendirdi ve kıyıdan sarkan ağaçlara
bağladı. Büyülü bir hazinenin peşindeydi- Kolhis’in altın postu.
Ama altın kahramanlara özgüdür. Bütün Karadeniz kıyısında toprak
taranan çalışmalarda, deniz yatağından ortası delikli büyük
taşlar çıkmaktadır. Bunlar Miken gemilerinin çapalarıdır. Tunç
Çağı’nın gerçek maceracılarını bu gemiler taşıdılar. Boyalı
çanak ve süslü kılıç gibi Ege’nin lüks ticaret mallarını onlar
yanlarında getirdiler, ama geri eve götürecekleri bir şey
arıyorlardı. Ve anlaşılan en çok götürdükleri şey balıktı:
Güneşte ve Dinyeper ve Dinyester ırmaklarının tuzlu haliçlerinde
kurutulmuş balık. Miken krallıklarının devri geçip yerlerini
Yunanistan ve İonya burunlarında kurulmuş küçük, açşehir
devletleri aldğında gemiler Karadeniz’e aynı iş için gittiler.
Bu iş, şehir devletleri daha kalabalıklaştıkça ve tarım alanları
fazla ekimden verimlilğini yitirmeye başlayınca, daha cidi hale
gelmeye başladı. İÖ yedinci yüzyıla gelindiğinde, İonyalı
Yunanlılar bütün Karadeiz çevresinde koloniler kurmaya
başladılar. Bu toplulukların ilk işleri balık tuzaklamak,
paketlemek ve ihraç etmekti.
Bu basit ihtiyacı karşılamak, beklenmedik biçimde insanlık
tarihinin gelişimiyle ilgili önemli bir an olmuştur. Durum
yanlız yerleşik, okur yazar bir halkın pastoral göçebelerle
karşılaşmış olmasından dolayı önem kazanmıyor. Bu daha öncede
olmuştur ve gene olabilir. Buradaki gelişme önemlidir çünkü
yerleşikler bu gelişme üzerine düşünmüş ve- Avrupa deneyimindeki
ilk ‘kolonyal’ karşılama olarak bize kadar gelen bir dizi
sorgulayıcı söylem üretmişlerdir.
Söylemlerden biri ‘uygarlık’ ve ‘barbarlıkla’ ilgilidir. Bir
ikincisi kültürel kimlik hakkındadır ve ayrım ve sınır
çizgisinin nerden geçebileceği konu edinir. Üçüncüsü, teknik ve
topumsal incelemenin yalnız kazanım değil kayıplarda – bilinç ve
akılcı davranışın, doğal ve kendiliğinden olandan kopuşu-
getirdiğini içeren köklü bir özeleştiridir.
Karadeniz’deki karşılaşmanın tahrik ettiği bu üç tema, klasik
dünyada tartışılmıştır. Batı Roma İmparatorluğunun İS altıncı ve
yedinci yüzyıllarda çöküşünden sonra bu tartışmalar terkedildi.
Ama modern çağların başında, Amerikalar, Afrika ve Asya’yla
karşı karşı karşıya gelince ve daha sonra ulusçuluk
ideolojisinin gelişmesiyle, çok daha belirleyici bir acillikle
Avrupa vicdanında gene sorgulanır oldular. Karadeniz’in
kendisinde ise bu konular yaşandığı kadar tartışılmadı. Balık
kurutma kafesleri ve tütsüleme yerlerinin çevresindeki etnik ve
toplumsal karışımın tipik örüntüleri halen tamamıyla tarih olmuş
değil.
Ünlü kitabı Güney Rusya’da İranlılar ve Yunanlılar’ın girişinde
Rus Mihail Rostovzeff şunları yazar: “Çıkış noktam olarak Güney
Rusya adını verdiğimiz bölgenin oluşturduğu birliği alıyorum: Bu
geniş ülkede çeşitli etkilerin kesişmesini – Doğu ve güneyden
Kafkasya ve Karadeniz yollarıyla gelen Yunan etksi; ve sonuçta,
karma uygarlıkların yarattığı, zaman zaman ve çok garip bir
oluşum.”
Bu “çok garip ve çok ilginç” toplulukların ortaya çıktığı tek
bölge karadeniz’in kuzey yöreleri değil ve ya bu yalnız klasik
çağlara özgü de değil. Sonradan Konstantinapolis ve nihayet
İstanbul olan Bizantion şehri, ortaçağlar boyunca ve yirminci
yüzyılda Osmanlı İmparatorluğu sona erene kadar, böyle bir
topluluktu. Ortaçağda Karadeniz’in güney sahilinde, Trabzon’daki
Büyük Komnenos İmparatorluğu, Tuna deltası yanındaki on
dokuzuncu yüzyıl Constanta’sı [Köstence] ve 1794’de Ukrayna
sahilinde kurulan Odessa da öyle. Daha küçük ölçekte, bir
zamanlar Kolkhis olan sahilde Yunan kolonileri olarak tarihleri
başlayan ve Sovyet döneminin sonuna kadar çok farklı dil, din,
adet ve soyun bir arada yaşadığı Sohumkale, Poti ve Batum gibi
şehirler de.
Bu şehirler ‘garipti’ çünkü buralarda iktidar yoğunlaşmış
değildi. Tersine, Deniz’in sıcak üst tabakalarında buharlaşan
oksijen gibi bir çok topluluk arasında dağılmıştı.Yüce yönetici
ünvanı, aile kökleri Türkik, İranlı veya Moğol olan pastoral
bozkır göçebelerinden bir erkek veya kadıa verilmiş olabilirdi.
Yerel yönetim ve ekonomik işleyiş Yunanlı, Yahudi, İtalyan veya
Ermeni tüccarların eline bırakılmış olabilirdi. Genellikle
kiralık olan askerler İskit veya Sarmat, Kafkasyalı veya Gotik,
Viking veya Anglo- Sakson, Fransız veya Germen olabilirdi.
Genellikle Yunanca’yı ve Yunan geleneklerini benimsemiş olan
yerel halktan zanaatkarlar kendi haklarına sahipti. Yalnızca
köleler – çünkü bu şehirler var oldukları zamanın çoğunda köle
kullandılar ve köle ticareti yaptılar- hiç bir zaman iktidar
sahibi değidildi.
Kırım sahilindeki Sudak şehri önce Yunan, sonra Bizans ve
sonunda Ceneviz kolonisi oldu. Şimdi Meganom Burnu’nun
batısındaki kayalıkların üstünde eğilmiş, ortaçağ İtalyan duvar
ve kuleleriyle çevrili bir alandan başka bir şey yok. Burada
bana, Bizans temelleri arasına kazılmış bir mezar gösterdiler;
içinde bir Hazar soylusunun gövdesi varmış.
|
|
| |