|
:. KARALAHANA E-ZİNE :. SAYI 1
|
|
İZLER VE İZDÜŞÜMLER
Mehmet Demirci
Günün yeniyetme saatleri.Sisi’deyiz.S.G. yiyecekleri ayırmakla meşgul.Elime bir kağıt iliştiriyor.Pazartesi piknik mönüsü bende. Dolma konservenin altı kırmızı kalemle çizilmiş.Çat’da eksiklik giderilecek. Doris kağıtta yazılı olan yiyecekleri poşete yerleştirip bana veriyor. Uyku-tulumu,çadır,mat,sprey tüplü ocak ve yedek giysilerimi sırt çantama yerleştiriyorum. Sekiz kişiyiz. Evli bir çift: Sunay ve Berran,onların arkadaşı bir bayan:Ayşe,İsrailli bir çift,Kader,S.G ve ben.Gruptaki kişilerle ilk saatlerde başlayan aramızdaki diyalogsuzluk Kader’i olumsuz etkilemiş görünüyor .Böyle süregitmeyeceğini, süregitse de bizim birbirimize yeteceğimizi anlatarak biraz olsun moral veriyorum. Yükler minibüse yerleştiriliyor. Saat dokuzu gösterirken de Sisi gerilerde kalıyor.Biraz da belli bir ortak noktayı yakalamak ümidi ile minibüs şöförünün O.Gencebay’ını veya A.Kaya’sını dinlettirme arzusuna karşı çıkarak,yanıma aldığım Vivaldi’nin dört mevsimini kasetçalara koyuyorum.O’nun peşisıra da Rodrigo’nun Aranjuez gitar konçertosu ilk ortak noktayı yakalayan faktör oluyor.Zilkale’ye kadar S.G’nin Hemşin tarihi ile ilgili çarpıcı açıklamaları dikkatle dinlendikten sonra burada bir mola verilerek ilk fotoğraflar çekiliyor.Takriben dört kilometre sonra da zorunlu bir mola ile karşı karşıya kalınıyor.Köprünün bir ayağı yok. Uzun bir konvoy ve S.G. geriye dönüp turu başka yöne kaydırmamızı teklif ediyor. Ama görmediğim yerleri görme arzusu ve köprüyü onarmak için çalışan kişilerin gayretleri bana biraz daha beklememiz gerektiğinis söyletiyor. Ben,Ayşe ve Berran S.G.’nin hayret dolu bakışları altında köprünün ayağına taş taşıyoruz.S.G.’nin de katılımıyla ilk diyalog yıkık köprü üzerinde gerçekleşiyor.S.G, gerçek Hemşin şay renginin bordo ve siyah renklerinden oluştuğuna dikkat çekiyor.Karşı tarafa kızılağaçlar tekerleklere sırat köprüsü olmak için kesiliyorlar.Ağaçlar yerleştirilirken S.G. ile konvoyun gerisine doğru yürüyoruz. Bezgin ve uykusuz bir halde Kader hala yerli yerinde oturuyor.S.G. minibüsün içinde oturup kuşe bir kitabı karıştırıyor. İsraillilerin rehber kitabı olduğunu sanarak kısa bir süre kayıtsız kalıyorum.Kitabı bir taraftan dikizlerken kuşlarla ilgili bir kitap olduğunu anlıyorum;diğer tarafından da Berran ve Ayşe’nin doktor olmalarını gözönünde bulundurarak;S.G.’ye,”yoksa onlar kuş doktoru mu?”diye soruyorum.Henüz bu espiri için erken olduğunu,yarın veya öbürsügün ancak yapabileceğimi söylüyor,sonraki günler “kuş doktoru”değil de “kuş hastası”yakıştırmasının daha bir güzel olabileceğini hesaba katmadan. Uzun bir gecikmeden sonra köprünün geçilebilir olduğu haberi geliyor.Köprüyü geçerken şöförü yalnız bırakmama önerime karşılık S.G.”hayır”diyor ve minibüsü boşaltıyoruz.Köprüyü geçince tekrar minibüse binip yola devam ediyoruz. Biraz da başarabilmenin verdiği keyiften olacak,diyalog halkaları genişliyor.Berran’nın anlattığı bir olay ve Kader’in astrolojiye ilgisinden dolayı-biraz da benim onu söyleşiye katabilme isteğimden olacak-,Berran’ın burcunu öğreniyorum.Sonra Kader S.G.’ye burcunu sorup,ikizler yanıtını alınca da bana gizlice”S.G.çift karakterli mi”diye soruyor.Çat’a varınca üç günlük yiyeceğimizi,Çiçekliyayla’daki otele göndermesi için kahvehane sahibine teslim ediyoruz.Benim O’na “doktor bey”diye seslenişim ve O’nun “Adım Sunay,doktor değilim”,Ayşe’nin “eşi doktor”ve tekrar O’nun “ziraat mühendisiyim”şeklindeki düzeltmesiyle Sunay ile ilk resmi tanışmamızı gerçekleştiriyoruz. Rakıların ederini Sunay ile bölüştükten sonra,S.G.’nin yanında taşıyacağı matarasını ve Sunay’ın Çiçekli yayla’ya gelecek olan matarasını doldurup artakalanı ayaküstü içiyoruz. Soğuğa karşı olumlu etkisinden dolayı kanyak bulunup bulunmadığını soruyoruz. Israrlı”yok” deyişlere rağmen vitrindeki altıbin kuruşluk kanyağı indirtip sırt çantama yerleştiriyorum. Minibüsümüze binip,gideceğimiz vadi istikametine doğru yol alıyoruz.Mola verdiğimiz yer üç vadiden gelen yolların kesişme noktası hemen hemen.Solda Elevit,Tirevit,Ortada Kale-Çiçekliyayla,sağda ise ilk rotamız olan Başhemşin yaylası.İkinci yol-ayrımına kadar söyleşiler yavaş yavaş siyasi boyut kazanıyor.Yüksek taşlara”Milliyetçi Türkiye”diye yazıldığını gözlemliyoruz .S.G.’den Kale’nin onların kalesi olduğunu öğrenip yola devam ederken iki km.daha ileride CHP ve Ecevit yazıları ile karşılaşıyoruz.Yol aldıkça sol’a kaydığımızı Başhemşin Yaylası’nda Marx’ın posterini görürsek şaşırmamamız gerektiğini söylüyorum. Sunay da espirisini patlatıyor:”Fazla sola kayarsak sağ’a kaymış oluruz”.Coğrafi olarak da doğruydu bu.Çünkü devamlı doğuya gitmek batıyı bulmak değil de nedir?Ortayayla’nın görkemli ahşap evlerini görüntüledikten sonra Başhemşin Yaylası’na varıyoruz. Rakım binsekizyüz’ün üzerinde olmalı ki orman yok,bitki örtüsü olarak da taş var.Bu yüzden oluşmuş olan evlerin çatıları toprak,toprakta ise çimler boyvermişti.Toprağın ve taşların arasından çıkıyorlarmışcasına doğa ile tam bir uyum içinde olan evlerden insanlar çıkıyordu.Kullandığımız son teknoloji bizi doğayla baş başa bırakarak sesini de peşinde götürüyor. Yarım saatlik bir yürüyüşten sonra ilk piknik yerine varıyoruz.Ton balığı,fasulye pilaki,dolma ve çokokremden oluşan Pazartesi pikniği taştan piknik masasına konuluyor.Az ileride yaylalı çocuklar alabalık avlıyorlar.Kader ve S.G.’nin haricinde olan kişileri herşeyden önce misafir olarak gördüğümden ve onlara değişik-bazıları için belki de ilk kez-bir şey tattırmak isteğimden olacak,iki büyük ve iki küçük balığı oracıkta satın alıyorum.Balıkları sıcağı sıcağına yememiz için yaptığım öneriye karşılık,S.G.dinlenirlerse daha lezzetli olacaklarını öne sürüp,uygun bulmuyor.Piknik yaptığımız yerde,sırt çantalarımızı çadırın üst naylonu ile muhafaza altına aldıktan sonra optik malzemelerimizle birlikte Atmeydanı gölüne doğru tırmanışa geçiyoruz.Yerdumanı döneceğe benzemiyor,görüş mesafesi çok kısa ve çise de ıslatıyor. Öyle ki bilmem kaçıncı çıkışı olmasına rağmen rehberimiz S.G. bile doğru yolu bulmakta tereddüt ediyor.Belli bir noktada sola, Sunay ve ben de sağa tırmanıp tekrar aynı noktaya gelerek,sağı tercih ediyoruz ve sonunda Atmeydanı gölünden gelen ırmağı buluyoruz.Yarım saatten fazla bir yürüyüşten sonra göle ulaşıyoruz.Rakım:İkibinsekizyüz,suyu görüyoruz ama gölü göremiyoruz.Aleyhimize işleyen zaman,yerdumanının geri gitmesine yetmiyor.Dumanaltı olmamıza bakılırsa tanrının sigarayı bırakmaya niyeti olmadığını söylüyorum.Kader, belki de ateşi olmadığını,bu yüzden de sigaralarını peşisıra söndürmeden yakmak zorunda olduğunu belirtiyor.Sunay,Hemşin’e özgü bazı sesleniş biçimlerini bana yönelterek”espri yeteneğin müthiş”diyor.S.G.’nin henüz kaybolmamış bastonunu kendine benzetiyorum.Sunay ise “zeytinyağı,olabilir”uyarıma aldırmadan yıllanmış kanyağı yudumluyor.O’nun ardından ben de içince,S.G.aldığı antibiyotiklerin ne kadar zararlı birşeyler olduklarının belki de orada farkına varıyor. Gölde sıçrayan balıkları da gördükten sonra,sırtçantalarımızı bıraktığımız yere doğru inişe geçiyoruz. Kader ve ben,Ayşe’e,taşların üzerindeki sarı lekelerin doğal kına olduklarını anlatmaya çalışıyoruz.Gövdesi, iç-içe geçmiş yaprak saplarından oluşan,yörede “şişug”denilen bitkiyi çobanlık zamanlarımda “davarcık” yapıp boynuma astığımı anlatırken,S.G.,”siz ne de çok şey biliyorsunuz”diyor ve yüzündeki memnuniyetin ifadesini yakalıyorum. Vadiye inince,bıraktığımız şekilde duran sırt çantalarımızı omuzlayıp,dik ve yorucu bir yokuşa tırmanıyoruz. Bir ara geriye bakındığımda Berran’nın yürümekte zorluk çektiğini ve Sunayın onun sırt çantasını da yüklendiğini görüyorum.Kırk dakikalık zorlu bir tırmanış,bizi ana kamp yerimize, yani Verçenik Vadisi’ne ulaştırıyor. Çadırlar,Sunay ile benim beceriksizliğimizden dolayı,biraz geç de olsa S.G.’nin yardımıyla kuruluyor. İsraillilerin çadırının uzaysallığı ve kuruluşundaki pratiklik beni hayretler içerisinde bırakıyor.Verçenik Dağı’nın etetklerindeki krater gölünün yanı başında otağlarını kuran,İsrailoğulları,Dulkadiroğulları ve Germiyanoğulları muhteşem birşeye tanık oluyorlar.Yerdumanının bir anlık dönekleşmesi ile birlikte o ana kadar göremediğimiz üçbinyediyüzelli metre yükseklikteki Verçenik Dağı,güneşin,sanki ondan başka bir şey göstermek istemiyormuşçasına,sadece O’na doğmasıyla birlikte,tüm dehşetiyle beliriveriyor.Hiçbir şekilde açıklayamadığımız bu azizlik çok kısa sürüyor ve yerdumanı yine gölün öteki yakasını göremeyeceğimiz şekilde bastırıyor.Sunay,Pazartesi akşamı için olan yiyecekleri çıkarıp S.G.’ye teslim ediyor.Çadırlarda ıslak ve teli giyecekler,kuruları ile değiştirilirken,S.G. arkasını dayadığı yüksekçe bir taşın önünde,yorgunluk çorbası yapmak için gölden aldığı suyu ısıtıyor.Ayşe,emaye fincanı elinde sıraya geçmiş bile,taa Atmeydanı Gölü’nden itibaren,aşırı terlemesine neden olduğundan dolayı çıkarmasını söylediğim siyah yün kazağını çıkarmış bir halde.Çorbalar içildikten sonra akşam yemeği yiyiliyor.Sunay,kanyaklı neskafeyi tercih ediyor,bense çaylı.Berran sek rakıda karar kılıp,uyarılarıma rağmen,antibiyotik aldığını bildiği halde ve bir doktor kimliği ile S.G.’ye rakı içmesi için ısrar ediyor.Ama bir kadehten fazla içmemesi olayın üzerine gitmememe neden oluyor.Kader,denediğini kanyaklı çayı içemeyip bana veriyor.S.G.”hiçbir tur içecek yönünden bu kadar çok seçenekli değildi”diyor. Gece sohbeti için bizimkinden biraz daha büyük olan Sunay,Berran ve Ayşe’nin yatacakları Germiyanoğullarının çadırını tercih ediyoruz.Kız istemekten tut da,Ayşe’nin seks fıkralarından,benim Can Yücel’den,Sunay’nın Ece Ayhan’dan şiir söylememize kadar birçok şey,çadırı kahkaha tufanına boğuyor.Kanyak bana eksi iki derecede kazak çıkarttırıyor.Yatma zamanının geldiğine dikkat çekerek çadırdan çıktığımızda,gördüğümüz ikinci muhteşemlik ise dehşet verici değildi.Bir ay bu kadar çıplak olabilirdi Buket Uzuner,Ay ayakta değildi Arif Damar,Ay profilden bir meme görüntüsünde değildi M.Demirci,karanlığı emziren dolunay vardı gecede,dolgun yüzünü anımsatan.Ve su ikinci bir dolunayı yerde pürüzsüz gösteriyordu.Görüntünün resmini çekebilmek için Berran ile sırt-sırta veriyoruz.Makinenin kıpırdamaması gerekli ama deklanşöre basmamla birlikte O da basıyor kahkahayı.(Bu dia,daha sonra,siyah bir zemin üze rinde,fotoğrafın üst kısmında gerçek ay,alt kısmında ise göle vuran ay bir kalp şeklinde çıkacaktır.)Saatler dokuzotuz’u gösterirken, S.G. ve ben hiç programda olamayan bir durum yaratıyoruz.Arkadaşlarımızı vadide bırakarak küçük bir tepeye tırmanmaya başlıyoruz.Tepeye çıktığımızda ise önümüzde uzanan sonsuz bir vadiler diyarında bizi geç vakitlere kadar dumanaltı eden yer dumanının biriktiğini hayranlıkla seyrediyoruz.S.G. armağanım olan mızıkasını çıkarıp –ki o mızıka tur bitiminden sonra sisi de taşla ezilerek,mızıkatafalka kaldırılacaktır-vivldi çalmaya başlayınca ben de yüksek sesle Turgut Uyar’ın ‘’SONSUZ VE ÖBÜRÜ’’adlı şiirini söylüyorum.’’en güzel vakitlerinizi bana ayırdınız,sağolunuz efendim’’diyorum,karşılardan 7-8 kez net olarak aynı sözcükler tekrar ediliyor.Dört Mevsim ve Aranjues S.G.’nin iki dudağı arasından,dağların ısrarlı geri gönderişleri ile birlikte daha bir başkalaşıyor.Vadide ise tam bir ayaklanma yaşanıyor.Sunay uyumak için Uykutulumu’na girdiği halde sesleri duyunca tekrar dışarı fırlıyor.Alkış seslerini duyunca ve yanlarına inince gerçek şöleni onların yaşadığını anlıyoruz.Dolunay’ı,söyleşileri,müziği ve şiirleri geride bırakarak uyumak için çadırlarımıza giriyoruz. Çadırda yatmak Kader’e komik gelmiş olmalı ki devamlı gülüyor.Uyumadığımız saatlerde Kader’in çadıra dayalı bölgesinin ıslandığını ve soğuktan etkilendiğini görünce ortada yatmakla iyi bir şey etmediğimi anlıyorum.Birden uyanıyorum ve sabahın güneş doğarkenki görünümünü yakalayamamak telaşı ile saat 7 diye bağırıyorum.Uykutulumumdan bir çırpıda sıyrılıyorum ve çadırdan kafamı çıkarıp,ortalığın karanlık olduğunu görünce de saatime bir kez daha bakıyorum:saat:23.35.Kader’in ve S.G’nin kahkahaları arasında tekrar uykutulumuma giriyorum.Belirli aralıklarla uyuyuş ve uyanışlardan sonra çadırımızdan çıkınca günün buraya özgü ve çok özel ışıklarını görüyoruz.Gün,akşamdan dumanla geceden ayla temizlenmiş.Güneş,‘’ben de varım’’ demesine hazır bir şekilde tüm berraklığı ve yalınlığı ile açmış.S.G.’’gölde yüzlerinizi yıkamak için güneşin doğmasını bekleyin’’ diyor ve ekliyor:’’pislikten kimse ölmedi ama donarak ölenler çok oldu’’. Su ısıtılıyor ve çay demleniyor.Kahvaltıdan sonra çevre temizliğine başlanıp,konserve tenekeleri,ayaklarım ve iki taşın aracılığı ile presleniyorlar.Sonra da boş kanyak şişesi ile birlikte Sisi’ye taşınmak üzere S.G.’nin çantasına yerleştiriliyorlar.O plastik artıkları yakarken ben de sırtını yasladığı taşın ovuğuna içemediğimiz Rus şarabını doğadan etkilenmeyecek bir şekilde yerleştirmeye çalışıyorum.Güneş’in Verçeniğin hemen ardından’’merhaba’’deyişini görüntülemek isteğim,yavaş hareket edişim ve güneşin doğmak için sabırsızlığı nedeni ile başarusızlıkla son buluyor.Çadırlarımızı toparlayıp nemli yerleri güneş görecek şekilde bırakıyoruz.İçimde bir gece geçirdiğim muhteşem bir mekandan ayrılışın burukluğu olsa da S.G.’den asıl muhteşemliklerin bu noktadan sonra başlayacağının garantisini aldığım için sevinçliyim de.Son kez güneşten Verçenik Gölü’ne düşen üç adet yıldızı görüntüleyerek bir yıl sonra yine böyle bir gecede buluşmak üzere Verçeniğe ‘’elveda diyorum. Küçük bir tepeyi aştıktan sonra sıcaktan ve botlardan olumsuz etkilenen ayaklarımı,içinde çok az bir süre tutabildiğim buzullardan süzülüp gelen ırmakta dinlendiriyorum.S.G.tepede görünür görünmez,Kader ile benim guruptan kopma eğiliminde olduğumuzu anlayıp,hangi güzergahı takip edeceğimizi tarif ediyor. Önceki tepeden biraz daha yüksek bir tepeyi aştığımızda,çıkacağımız en yüksek nokta olan üçbinikiyüz metre yükseklikteki Tatos Aşıdını görüyoruz.S.G. tekrar bize yetişip aşıdın dibindeki Adalı Göl’de grubu beklememiz için direktif veriyor.Yorucu olmayan iniş ve çıkışlardan sonra Adalı Göl lacivert ve yeşil arasındaki rengini adeta gözlerimize sokuyordu.Göle az bir mesafe kala sonra sırt çantalarımız fora edip güzelliğe ve uzun bir tırmanış sonrası çıkacağımız Tatos Aşıdına dalıp gidiyoruz.Önce İsrailliler,ardından Ayşe daha sonra da S.G.,Sunay ve Berran görünüyorlar.Hep birlikte gölün ortasındaki adada bulunan yabancı bir maddeyi gösterip”o bir çuval çimentoyu adaya kalıcı bir baraka yapmak için getirmiştim” diyor.Ardından,şişme bot da getirdiğini ve gölde onunla gezindiğini söyleyince de şaşkınlığımızı gizlemeye çalışıyoruz.Aşıda tırmanmak için ilk kalkanlar biz oluyoruz.Dağların sözleri beste yapmasındaki ustalığı,benim ağzımın kapanmamasına neden oluyor.Ayşe susmamı istiyor.Bunu,kendince benim duyamayacağım bir şekilde söylüyor.Ama basıncın fazla oksijenin azlığından olacak her küçük fısıltı bile duyuluyor.Az sonra da S.G.’den zirvenin hemen arkasında dağ tavuklarının görülebileceğini-ki Sunay’a göre bu bölgelerde dağ tavuğu olduğu kuşbilimcilerce bilinmiyormuş-ve onun için sessiz olmak gerektiğini öğreniyorum.Zirveye az bir mesafe kala çantalarımız çıkarmadan bir mola daha vermek üzereyken epeyce aşağılardayken,S.G.’nin “çantanı bırak ve gel” tümcesini duyuyorum.Çıkmak için çok uğraştığım bu yokuşu tekrar inmek ve tekrar çıkmak zorunda kalmak biraz anlamsız geldiyse de kalbinden rahatsız olan Berran’ın sırt çantasını almam için indiğimi anlayınca,anlamsızlık ben de tekrar anlamlılığa dönüşüyor.Kader’le mola verdiğimiz yere gelince,S.G. sırt çantamı alıyor ve benimkinden daha hafif olan kendi sırt çantası ile Berran’ın sırt çantasını bana yükleyerek “zirvede görüşürüz” diyor.Yirmi kiloya yakın yükümle birlikte,geçtiğim güzellikleri de arkama alarak,sessizce ve bir dağın arkasını müthiş merak edercesine yaklaşıyorum.Zirveye çıkınca gördüklerime inanamıyorum.Manzarayı henüz görmemiş olan ardımdan gelen Kader’e diğerlerine doğru tekrar geri dönüp hamle yapıyorum.Bir şeyi ilk görenin ötekilerden önce ona sahip olma arzusundan mı yoksa görünenin muhteşem olduğundan dolayı ona bakarak tüketmemek isteğinden mi bilmiyorum ama,hem onlara doğru yürüyorum hem de “sakın gelmeyin,görmeyin” v.b. bilinçdışı sözcükler sıralıyorum.Güneş tam tepemizde ve “hadi S.G. hak ettik” diyorum,”herkese bir mini tadelle”. Macera arama isteğimizden olacak,Sunay’la birlikte aşıdın hemen yanındaki küçük bir zirveye tırmanma arzumuz,çıkacağımız yerin uzaktan göründüğü gibi olmaması nedeni ile kursağımızda kalıyor.Ve S.G. yanıbaşından göremediğimiz Atmeydanı Gölü’nü kilometrelerce uzaklıktan gösteriyor.Bu sırada S.G.’ye ufak çaplı bir tartışma sonrası söylediğim “narsist”nitelendirmesi,Ayşe’nin onu savunmasına ve beni narsistlikle suçlamasına ve ikimizinde narsist olduğumuzdan haberdar olduğumuzu,suçlamadığını,aslında iltifat ettiğini söylediğimde ise susmasına neden oluyor.Yirmibeş dakikalık güzelliklerle dolu bir moladan sonra ikinci piknik yeri olan Tatos Gölü’ne inişe geçiyoruz.Göle indiğimizde ise sırt çantalarımızı çıkarıp iki saate yakın sürecek olan uzun bir dinlenceye hazırlanıyoruz. Artık iyice sıkan botlarımı ve çoraplarımı çıkarıp pantolonumu yukarı kıvırıyorum. Su ayaklarımı bir iksir gibi tekrar hayata döndürüyor.Bu arada,gölün öteki ucunda hareketsiz olarak duran bir kuş,kuş hastalarının dikkatlerini çekiyor.Dürbünler çıkarılıp,kuş kitabı açılıyor.Kuşun isminin en sonunda “Bahri” olduğuna karar verilince de mayışık bir şekilde büyükçe bir taşın sotasına uzanmışken,birden doğrulup,”Bahri mi?Hangi Bahri?” diye bağırıorum.S.G.,Ayşe ve Berran’nın ben yokken kendisine söylediklerini,sanki balıkların sahibi benmişçesine bana iletiyor:”Balıkların küçüklerini hasta olduğu anlaşılan Bahri’ye verelim mi?”Hiçbir şeyin kendimizin olmadığı düşüncesini anımsatarak,”bence bir sakıncası yok “deyip ekliyorum:Bahri’nin yaşaması cansız iki balığa bağlıysa,biz de yemeyiveririz.” Turun son pikniği olduğundan fazla konserveleri de açıp iştahla yiyoruz.Karınlar doyuruluyor ve balıkların alınmasına en çok sevinenlerden biri olan Ayşe, balıkları temizlemek için göl kenarına iniyor.Balıkların birinin bozulduğunu duymamla,Ayşe’nin bozuk olan balığı gölün ortasına doğru savurduğunu görmem bir oluyor.Kalan tek balık,temizlenmiş haliyle poşete konuyor.Berran da öteki küçük balıkları alıp,Bahri’ye vermek üzere gölün öteki ucuna doğru yol alıyor.S.G.,balıkları almakla yaptığım hatayı bir kez daha anımsatıp,rakımı neden bitirmediğimi soruyor. “Hem seni içmeye teşvik etmemekten,hem de bu güzelliklere flu bakmak istemediğimden” yanıtını verince de kalan rakımı yudumluyor ve kilometrelerce bizim için taşıdığı matarasından,çinko bardağına tekrar rakı dolduruyor.Güneşin yakıcılığına ve altında hareketsiz yatışımıza bakılırsa,güzel bir havada dağlardan geldiğimiz anlaşılacağa benziyor.Sunay ve S.G.’nin konusu müzik olan tartışmalarına bir ara kulak misafiri oluyorum.Doğrulup,pipomu tüttürüyorum ve mezar taşı gibi toprağa gömülü iki taşın arasına boylu boyunca uzanıyorum.S.G.,tam boyuna göre deyip,rakısından bir fırt daha çekiyor.Berran,gölün öteki yakasına ancak ulaşabilmiş,”bir Bahri daha var” diye sesleniyor.S.G’ye hareket saatimizi sorunca,Çiçekliyayla’da bizi çok şey lerin beklemediğini ve bu güzelim güneşten ancak burada kalmakla yararlanabileceğimizi,çünkü gittikçe sise doğru gideceğimizi söylüyor. Dakikalar süren sessizlikten sonra gözlerimi açtığımda,tam gideceğimiz doğrultuda bir duman kümesinin belirdiğini görüyorum.S.G.,görünürdeki tepeye kadar gidip dumanın ne çeşit,yani”yer”mi yoksa “başıboş” mu olduğunu öğrenmemi istiyor.Bense gitme gereksinimi bile duyma dan sanki görecekmişim gibi havaya zıplıyorum ve “evet o,geliyor hüzünveren” diyorum.S.G.sessiz gülüşünü patlatıp yine rakıya yumuluyor.Berran,döndüğünde Bahri’lerin balıkları farketmediklerinin endişesini dilegetiriyor.Ve ölü balığın su üstünde mi durduğu yoksa dibe mi çöktüğü tartışması başlıyor.Öne sürülen çeşitli düşüncelerden sonra da “balığın dibe çöküp çökmemesi ölüm şekline bağlıdır” diyorum ve hiçbir bilimsel açıklama getiremediğimden de yalnızca yenilmiş olmamak için söylediğimi anlıyorum.Az ötede,Sunay makinemin kaç milimlik olduğunu sorup,beni yakından çiçek fotoğrafı çekmek için yanına çağırıyor.Çiçek ve çiçeğe konmuş bir arı oracıkta dialaştırılıyor.Daha içmemesi için uyarmamıza rağmen S.G.,inatla içiyor ve bir yandan da “bu akşam beni,gerçek ben’i,tüm çirkinliklerimi,çirkefliklerimi,değişik bir kimliğimi göstereceğim size;sizinse,hasıraltı ettiğiniz çirkinlikleriniz içinizde kalacak” diyor.S.G.’yi pek tanımayan ötekiler söylediklerine pek aldırış etmiyorlar ama,ben içimden “bu akşam işimiz iş” diye geçiriyorum. S.G’ den gideceğimiz yönü öğrenip, ‘’biz de geliyoruz’’olurunu aldıktan sonra, Kader ile yola koyuluyoruz. Tepeyi aştıktan sonra biraz tereddütte kalsak da, sola doğru ikinci gölün çevresinden dolaşıp inişe geçiyoruz. İnişteki güçlük, Kader’e’’çıkış acaba nasıl olurdu’’ tümcesini söyletiyor. Görünürdeki ikinci yükseltinin hemen dibinde israillileri görüyoruz. Ama biz onlar gibi dik bir inişi değil de meneviyi tercih ediyoruz. Geriye baktığımızda Ayşe’nin geldiğini görüp, bize yetişebilmesi için biraz ayak asıyoruz. Dere ile buluştuğumuz yerde ise ayaklarım tekrar hayata kavuşuyor ve Ayşe’nin de bizimle birlikteliğini gözlüyorum. Kısa bir moladan sonra tekrar hareket edip esas yolu buluyoruz. Ara sıra Ayşe’den kopsakta yük indirmeksizin verdiğimiz molalarla bize yetişmesini sağlıyoruz. Geridekileri önce çıplak gözle, başarısız oluncada dürbünle görmeye çalışıyorum. Ama ne gelen var nede giden. Biraz bizim gitmemiz birazda onun gelmesiyle, hüzünveren ile nihayet buluşuyoruz. Küçük bir ırmak kenarında ayaklarımı son kez suyla buluştururken,bir yandanda arkadakileri merak ediyorum. Şimdiye kadar görünürlerde olmamalarını, tüm olasılıkları düşünerek birşeylere bağlamaya çalışıyorum. Uzun yürüyüşlerden sonra, on yaşlarında, sığırlara çobanlık eden üç erkek çocukla karşılaşıyoruz. Ayaküstü, çocuklarla söyleşiken, çocuklardan biri babasının bir yayla şenliğinde (vartovor) horon oynarken kaza sonucu vurulup öldüğünü söylüyor. Ve böylesine bir yerde insanın üzünçle karşılaşabileceğini anlıyorum. Çocuklar yolu takip etmemizi ve önümüze çıkacak olan otoyoldan menevi bir şekilde gittiğimizde yaylayı bulabileceğimizi söylüyorlar. Çocuklardan buruk bir şekilde ayrılarak, bir türlü tükenmeyen yolları katetmeye çalışıyoruz. Yaylaya yaklaştıkça yetişkin balıkçılarla karşılaşıyoruz. Uzaktan seslenişlerine bakılırsa bizi yabancı turist sanıyorlar. Otoyola kavuştuğumuzda sis dağılır gibi oluyor. Ve güzelim doğanın betona teslim olduğunu gözlemliyoruz. Uzun süre ayrı kaldığımız teknolojiye, yine bir dozer sesiyle kavuşuyoruz. Ayşe,Kader ve ben, yüklerimizi indirmeden, otoyolun kenarındaki taşlara oturup,otelinde konaklayacağımız Çiçekliyayla’nın, görünen yaylamı, yoksa çocukların tarif ettikleri buyolun sonundaki yaylamı olduğunu tartışıyoruz. Beni S.G’ den sonra, yöreyi bilmesemde,rehberlik konusunda en tecrübeli kişi görmelerinden olacakki benimle zıt olan fikirlerine rağmen, ‘’beni seven arkamdan gelsin’’sözünede dayanamayıp, bana uymayı tercih ediyorlar.(daha sonra, İstanbuldaki bir sohbette,Kader, görünen yaylaya gitme isteklerinin acilen tuvalet gereksinimlerinden kaynaklandığını, görülen yaylanın çiçekliyayla olup olmamasının o anda onları pek ilgilendirmediğini anlatacaktır.) Devamlı engebeye ve zora alışmış ayaklarımız,düz yolda yürümekte zorluk çekiyorlar. Epeyce uzaktaki,hızlı adımlarla yürüyen yaşlıca bir kadına yetişme isteğim,beni Ayşe ve Kader’den iyice koparıyor. Koşuşturmayı bırakıp sırtımı bir taşa yaslayarak dinleniyorum. Hemen yolun üst tarafında, sisin içinde , sığırları yaylaya doğru indirmeye çalışan,genç ve doğanın sadeliği yüzüne yansımış bir kıza, otelin ve çiçekliyayla’nın nerede olduğunu sorduğumda, bu yolun sonundaki yaylanında çiçekliyayla olduğunu, ama otelin aşağıdaki yaylada bulunduğunu öğrenir öğrenmez, Kader ile Ayşe’ye gelmemeleri için sesleniyorum. Uzakta olmalarına rağmen, haklılıklarına dair hareketleri net olarak seçiliyor. Onlara doğru giderken biryandan da ‘’beni sevdiklerini kanıtladılar ama beni sevmenin bedeli de bu olmamalıydı’’ diye düşünüyorum. Sığırları güden kızla birlikte, yanlarına yaklaştığım andan,taa ki otele yakın olan kızın evine kadar tüm savunmalarıma rağmen,kızıda saflarına katmalarıyla birlikte üç karşı-cins üçlü ittifak’a dönüşüyor vebir kez daha feminist olmamaya karar veriyorum. Otele yaklaşırken,Kader eşarbını düşürdüğünü söylüyor.Ben aldırmıyorum ama Kader’in aramak için tekrar geriye dönmesindeki ısrarı üzerine,bize doğru gelmekte olan bir çocuğu eşarbı bulması için görevlendiriyorum.Otele varır varmaz da eşarp bize ulaşıyor.Bizden epeyce gerilerde olan İsraillilerin oteli bizden önce bulduklarına şahit olur olmaz,ben yedek rehber bir kez daha espri konusu oluyorum.En son, Tatos Gölü’ndeki moladan sonra,dört saatlik uzun bir yürüyüşün ardından,saat onsekizotuz’u gösterirken eş-yalarımı değiştirip,boş odalardan birindeki,benden hayli kısa bir yatağa vucüdumu teslim ediyorum. Uyumaya çalışıyorum ama nafile.Yorgun bedenin uyumakta zorluk çektiğini biliyordum.Ama sanıyorum,bedenimden çok gözlerim yorgun,güzellikler görmekten.Uykuya dalınca silineceklermişçesine,görünüleri tekrar tekrar izlettiriyorlar bana,hem de bazılarını dndurarak.O güzelim görünüleri arasıra da olsa bir parazit gibi bozan tek şey ise gruptaki eksiklikten duyduğum kaygı.Nihayet dinlenmem kısa sürüyor ve kalkıp, Çat’ta,otele gönderilmesi için torbadan çıkarıyorum.Sunay’nın matarasına doldurulmuş rakı sapasağlam ve malzemelerde bir eksiklik gözükmüyor.İlk işim,S.G.’nin içkili olması halinde isteyeceğini bildiğim matarayı,yastığımın altına gizlemek oluyor.Otelin balkonuna çıktığımda ise tahminimde yanılmadığımı görüyorum.İçkili olduğunu çok uzaktan belli eden S.G.’ye,yanıma yaklaşınca ,Sunay ve Berran’ı soruyorum.Yanıtı tek sözcük:”Bilmiyorum”.Arkasından da kendi sorusunu yöneltiyor:”Onlar gelmediler mi? Fazla bir şey söylemese de,aralarında yol boyunca uzun süreli bir kopukluk olduğunu anlıyorum ama,bu kopukluğun S.G.’nin içkili oluşundan mı,Berran’ın hastalığından mı yoksa büyük bir tartışmadan dolayı mı oluştuğuna bir türlü karar veremiyorum.Otele giriyoruz.Odaları,Bekarlık-evlilik,dişilik-erkeklik durumuna göre ayarlamamıza rağmen,benimle aynı odayı paylaşması gereken S.G.,benim yerleştiğim değilde başka bir odayı tercih ediyor.Otel sahibi gelip bir arzumuzun olup olmadığını soruyor.Islaklarımızı kurutabilmek için sobaya biraz odun,yiyecek olarak da muhlema ve tabii ki yayla yoğurdu getirebileceğini,ardından da gruptan iki kişinin eksik olduğunu ve yemek için biraz daha beklememiz gerektiğini söylüyorum.Zaman ileledikçe Ayşe’nin Sunay ve Berran ile ilgili merağı endişeye dönüşüyor.Ve S.G. herşeyi göze alıp,akşamın sisli ve hüzünlü alaca-karanlığı ile tekrar yola koyuluyor.Ama bu dönüş,benim Tatos Aşıdı’na çıkarken geri dönüşüme hiç benzemiyor.Büyük bir belirsizlikler yumağı:nereye kadar,nasıl gidecek ve kendince de “niçin?” Bu arada Ayşe’de biraz olsun rahatlamış görünüyor.Ayşe’nin yetersiz İngilizcesi,Kader’in arasıra söze karışması sonrasında,o ana kadar israillilerle hiçbir ingilizce diyaloğumuz olmamasına rağmen,Telaviv’e o müthiş İngilizcemle soruyorum:”What do you do in your spare time Telaviv”?Telaviv hayretini gizleyemiyor ve “good”,”very good” diyerek,boş zamanlarında neler yaptığını anlatıyor.İki saate yakın süren bu yumuşak ortam,S.G.’nin perişan bir halde içeri girmesi ile tekrar gerginleşiyor.Yine yalnız,dizkapakları çatlamış,dudakları yarılmış ve şişmiş,bastonunu,gözlüğünü ve saatini kaybetmiş bir halde.Sunay ve Berran’ın Pornak’ta çadır kurduklarını(daha sonra Sunay’ın çadır kurmakta yine başarısız olduğunu öğreneceğiz),oraya varır varmaz “bana bu korkuyu yaşatmaya ne hakkınız vardı” diye söylendiğini,Sunay’ın da kendilerini neden bırakıp gittiğini yüksek sesle bağırdığını,karı-kocanın değişik bir seçeneği tercih edip yalnız kalmak isteyebileceklerini ve bulundukları yerden yaylanın ışıkları görüldüğü halde,ısrarl orda kalmalarına başka bir anlamın verilemeyeceğini anlatmaya çalışıyor. Ben de, gelmemeleri için zorlada olsa baskı yapması gerektiğini, çünkü yiyecekleri ve matları olmadığını, en önemlisi de Pornag’ın bu saatten sonra kurt kaynadığını söylüyorum. Ama biryandanda, Sunay’ın, onca yolları teptikten sonra, gecenin zifiri karanlığına, yalnızlığına ve perişanlığına aldırış etmeden onlar için dört kilometrelik bir yolu tekrar dönmek için kateden S.G’ye yanlış tavır takındığını da düşünmeden edemiyorum. S.G. matarayı istiyor; nerde olduğunu bilmediğimi söyleyip vermemekte ısrar ediyorum. Bana karşı tavır alıncada tartışma büyüyor ve en sonunda da matarayı vermek zorunda kalıyorum. Bu arada Kader sofrayı hazırlarken ben de kalan son balığı, sobanın üzerinde, tereyağında kızartıyorum. Ayşe, süzmeyi, su katarak açmama sinirlenen ve özelliğinin bozulduğu söyleyen S.G’ye kendi çaresizliğini ve onun anlamsızlığını vurgularcasına bakıyor.Kader’in tam bir ev kızı gibi davrandığını ve kendisinin yapması gerekenleri onun yaptığını gören S.G., o binbir şekle giren yüz ifadesini tekrar değiştirerk, karpuzu israilli kızın kesmesini istiyor.Hayatında ilk defa karpuz kesecek olan kız,büyük bir şaşkınlık içerisinde bıçağı karpuzun tepesinden saplayarak ve aşağı doğru yanpiri yanpiri bir kavis çizerek kesmeye çalışırken, karpuzun imdadına Kader yetişiyor. Masaya oturuluyor ve Ayşe, özellikle onun için kızartığımı söylememe rağmen kalan son balığı yememekte diretiyor. Espiri ile dolu güzel bir biçimde geçeceğini sandığımız akşam yemeği, büyük bir gerginlik içerisinde ve iştahsızca yiyiliyor. Sofrayı toparlamaya çalışan Kader’e S.G.’’acelen ne’’ diyor. Ayşe yine önceden oturduğu köşeye çekilerek, ellerini göğsünün üzerinde kavuşturmuş bir halde, ayak bilekleri üstüste gelecek bir biçimde, bacaklarını sedirden aşağı uzatmış ve gözlerini sonuna kadar açarak,boş bakışlarını, rakısını yudunlayan S.G. de odaklaştırıyor.Ara sıra da birşeyler yapmamız gerektiğini ifade eden bakışlarını bana yöneltiyor.Sonra kalkıp, sobanın üzerindeki telden, kuruyan kazağını alıyor ve giyiyor. Mutlaka gidilmesi gerektiğini, ama, yalnız gitmemin olanaksız,Ayşe ile gitmemin ise, benimle yürüyememesi ve bu durumun zaman kaybına neden olacağı, hatta herşeyden vazgeçip onunla uğraşmamın olasılıklar dahilinde olduğunu düşünürken birden nedensiz ve amaçsız bir şekilde dışarı atıyorum kendimi. Aşağı inip otel sahibini arıyorum ama bulamıyorum. Tam otele çıkarken de yukarıdan elfenerli iki kişinin geldiğini görüyorum. Otelcinin yeğenleri olduklarını söyleyen yirmi yaşlarındaki iki delikanlıya, böyle bir sorunumuz olduğunu ve yöreyi bilenler olarak bize yardım edip edemiyeceklerini soruyorum. Getirmeye gidecekleri kişilerin Pornag’da olduklarını söylediğimde ise, delikanlılardan biri ötekine dönerek ‘’şimdi pornag kurt kaynar ‘’ diyor ve gitmenin kendileri için tehlikeli ama gitmemenin ise oradakiler için çok daha tehlikeli olduğunu anlatmaya çalışıyor. Herşeye karşın bize yardım edeceklerini söyleyen delikanlılarla içeri giriyoruz.Kader ve Ayşe’nin yüz ifadelerinde bir yumuşama gözlemlenirken, S.G sinirli bir şekilde bana yaptığım şeyin yanlış olduğunu söylüyor.’’Benim pisliğimi temizlemeye ne hakkın var ‘’diyor .Ve nihayet düşünsel tepkisini eyleme dönüştürüp, delikanlılardan birinin çiğnediği çam-sakızını istiyor ve çiğnemek için istediğini sanan delikanlının şaşkın bakışları arasında sakızı sobaya atıyor. Ayşe’nin taşıdığı için yanında olmayan matlarını ve yiyeceklerini ellerine tutuşturup ‘’matları ve yiyecekleri göstermeyin, tüm ısrarlarınıza rağmen gelmezlerse, onları ozaman verin,yani ilk işiniz onları buraya getirmek olsun’’diyorum. Onlar gidince tartışmalar ayyuka çıkıyor. Yaptığım şeyin kendimi yüceltmekten ve kahraman olmak isteğimden başka bir şey olmadığını, kendisinin ilk baştan görevini aksatsa dasonra tekrar gitmekle görevini yerine getirdiğini, ama onların ve de özellikle Sunay’ın bunu anlayamadıklarını banayüksek sesle söylüyor.Bense onların ilk kez böyle bir tura katıldıklarını onlardan kopacağını hiç tahmin etmediklerini, büyük bir olasılıkla Berran’ın yürüyememesinden dolayı orada kalmak zorunda olduklarını ama yine de zorla da olsa, gittiğinde onları getirmesi gerektiğini söylüyorum.! Çık dışarı S.G ‘’diyorum,’’dışarıda bırakacağın bir şey var, çık, bırak ve gel’’. İlkin umursamazlığını koruyor. İyice üsteleyincede’’nedir dışarıda bırakıp geleceğim şey ‘’diye soruyor.’’Hani her tartışmamızda dışarıda bıraktığını söylediğin içindeki faşistlik ‘’ ‘diyorum. Bir ara oturduğu yerde sigarasını arıyor. Bulamayınca da, sırt çantasını bıraktığı odaya geçiyor. Arkasından gidip baktığımda, odanın bir Rus pazarından farksız olduğunu görüyorum. İçeri gelince Kader Marlboro sigarası uzatıyor. Bir sürü eleştiri getirerek Amerikan sigarası içmediğini söylüyor.Uzun bir sigarasızlıktan sonra, canına tak diyor ve başka seçeneği olmayıncada Kader’den sigara istiyor. Bu seferde çelişkiye düştüğünü belirterek, Kader vermiyor.Ayşe yine bakışlarını S.G.de yoğunlaştırırken ayak sallamaya devam ediyor. Bundan iyice rahatsız olan S.G’’beden öyle bakıyorsun ulan sizi davet mi ettim diyor.’’ S.G.,bakmaması ve ayak salıtmaması için birsürü şey söylemesine rağmen, Ayşe sanki elinde değilmişçesine davranıyor.Kader’de karşı tavır takınınca iyice kendini yalnız hissediyor ve eleştirileri ‘’ben’’den ‘’biz’’e kayıyor. Daha içmemesi için gerek yalvarır bir dille ve gerekse sert bir şekilde ikaz etmeme rağmen içmeye devam ediyor. Saat onbir’e gelirken Sunay ve Berran içeri giriyorlar.S.G.bizim yüzümüzdeki sevinç ifadelerini gördükçe daha da öfkeleniyor.Sunay sinirliliğini her haliyle belli ediyor.Berranın yüzünde ise daha rahat bir ifade var. Sunay susmayı tercih ederken, Berran ,yaylanın ışıklarını gördükleri halde artık yürüyemediğinden dolayı orada kalmak zorunda kaldıklarını anlatmaya çalışıyor. Kader’le birlikte tekrar yiyecek birşeyler hazırlayıp,Berran ve Sunay’ı masaya davet ediyoruz. Tavada yağı donmuş balığı tüpde ısıtıp,yemeleri için son şansımı deniyorum. Ama ne yazıkki hiç dokunulmuyor ve masadan kaldırılıp tekrar beklemeye alınıyor. İştahlı bir şekilde yiyecek kadar aç oldukları halde, olayın şokundan olacak çok az yemeyi tercih ediyorlar.Sunay, S.G nin kendisini suçlamasına karşı uzun bir süre ilgisiz kalışının gerekçesini açıklıyor:’’seninle yarın veya daha sonra tartışacağım.’’Belliki yeterince içkili olan S.G.ile tartışmanın belli bir sonuca varmayacağının bilinci içerisinde.S.G,bu seferde onları bırakıp bana yükleniyor ve eliyle beni göstererek,’’işte karşınızda bir kahraman’’gibisinden tümceler savuruyor.Üzerime gelmemesini söyleyip, içkinin kendisini ikinci bir kişiliğe büründürdüğünü söylüyorum. Uzun süren tartışmalardan sonra, S.G. ve benim haricimde olanlar yatmak için odalarına çekiliyorlar. Tabii S.G.nin taşınmasındaki güçlükleri düşünerek yerleştiğim odayı boşaltmak zorunda kalıyorum. S.G.ile başbaşayız ve sözcükler ağızdan çıkmakta zorluk çekiyor. Bir ara mızıkasını alıp çalmak istiyor. Kimseyi rahatsız etmeye hakkı olmadığını söyleyerek güç bela ikna ediyorum. Muziplik olsun diye,her takıldığı dizeyi, şiiri bilmediğim halde kendime uygun tamamladığım aşağıdaki şiiri söyleyebilmek için uzun bir süre uğraşıyor ama sonunu getiremiyor!Kapla gökyüzünü /kara bulutlarınla zeus / ve / gürgen doruklarında sına gücünü / devedikeninin kellesini koparan çocuk gibi / bırakacaksın ama ateşimi / bana / ve kulübemi /ocağının sıcaklığı için / beni kıskandığın / ki onu sen yapmadın / işte burada oturuyorum/ ve yeni bir nesil yaratıyorum /ağlamak gülmek / yaşamak ve ölmek üzere / ve seni saymamak / benim gibi. Bir ara dışarı çıkıp, girişteki balkonda unuttuğu sigarası elinde içeri giriyor. Artık uyumamız gerektiğini söyleyip odaya geçiyorum. Az bir süre sonra da, dağ ayakkabılarını çıkarma gereksinimi bile duymadan gelip yatağa uzanıyor. İyi bir uyku çeker diye düşünürken, birden doğruluyor ve önce sigarasını, bulamayıncada mızıkasını aramaya başlıyor.Sonrada bulamayışının vermiş olduğu sinirlilikle bana dönüyor ve ‘’seni davet mi ettim ulan ‘’ deyip tekrar yatağa uzanıyor. Hareketlerindeki çarpıklık gözlerimin kapanmasına büsbütün engel oluyor. Ve nihayet uzun bir aradan sonra doğrulup ‘’burası neresi, niçin burdayız ve sen kimsin?’’ gibisinden sorular soruyor. Burasının Çiçekliyayla’daki bir dağ oteli olduğunu, turumuzun son gecesini burada geçireceğimizi söylüyorum. Kendimi tanıtmama sıra gelince de kendimle hiç ilgisi olmayan bir tip çiziyorum. ‘’Anladım bunları ancak o söyler sen Mehmet’sin ‘’diye bağırıyor.Sabaha artık bir şey kalmadığını, biraz uyumamızın bize iyi geleceğini söyleyip, sakinleştirmeye çalışıyorum. Gözlerim kapanırken gördüğüm en son görüntü ise altında kalan battaniyesini, hiç doğrulmadan üzerine çekmeye çalışması oluyor. Gözlerimi açar açmaz kalkıp giyiniyorum. S.G.de kalkıyor ve birlikte balkona çıkıyoruz.Bulutsuz ve masmavi gökyüzünü görünce, içimden ‘’gitmek için kötü bir neden ‘’ diye geçiriyorum. S.G,geceki halinden fazla bir şey kaybettiği yok ve yine matara derdinde. Herkes odalarından yavaş yavaş çıkmaya başlıyor.S.G,İsraillilere, bizim bundan sonraki programa katılamayacağımızı, devam etmek istedikleri takdirde izleyecekleri güzergahı kağıt üzerinde ve anlatarak izah etmeye çalışıyor.Kader ile son kez kahvaltı için kolları sıvıyoruz.Kahvaltıdan sonra, Sunay ile yaylanın zirvesine çıkmaya karar veriyoruz. S.G.Kader’e gideceğimiz yerin görülmeye değer olduğunu söyleyerek, bizimle gelmesi için öneride bulunuyor. Kader ise ayaklarından şikayetçi olduğunu belirtip gidemeyeceğini söylüyor. Otoyolu takip ederek gideceğimiz yere ulaşmaın uzun süreceğini düşünerek, otelin arkasındaki dik bayırdan yorucu olmaması için zigzaglar çizerek tırmanışa geçiyoruz.Konu yine dün geceden açılıyor ve Sunay yol boyunca,S.G.nin belli bir yerden sonra onlardan koptuğunu, daha sonra ona pornagın epeyce yukarılarında bir yerlerde rastladıklarını, kendilerine, yürümelerini ve arkadan yetişeceğini söylediğini, S.G. ,geride olduğu halde belli bir süre yürüdükten sonra S.G’nin onları farketmeksizin gelip geçtiğini, geçtikten sonrada müthiş bir düşüş yaptığını,Berranın artık yürüyemez hale geldiğini, görüş alanının dar olduğunu ve kaybolduklarını sandıklarını, yaylanın ışıklarını gördüklerini ama hangi yayla olduğunu bilmedikleri için o rizikoya girmediklerini anlatıyor. Ben de ağır ağır da olsa görünen ışığa doğru yürümelerini gerektiğini hatta ve hatta S.G’nin onları almaya geldiğinde içkili olduğunu da göz önüne alarak, gururu bir kenara bırakıp onunla dönmeleri gerektiğini söylüyorum. Ardındanda S.G.’yi iyi tanıyamadıklarını ve böyle bir kişiliğe bürünebileceğini düşünemediklerinden dolayı olayın bu boyutlara vardığını ekliyorum. Bu arada arkasındaki çayır yükü ile birlikte, yetmiş yaşlarında bir kadın, ısrarla kendisinin fotoğrafını çekmemizi istiyor. Tarih ve çile, objektiflerimize, eskimemişliği, dinçliği ve tüm sevecenliği ile poz veriyor. Nefes nefese ve sık sık duraksayarak sonunda zirvedeki yaylaya ulaşıyoruz.Evlerinin önündeki sudan susuzluğumuzu giderdiğimiz yaşlı kadınlar gitmek istediğimiz yeri titizlikle tarif ediyorlar. Yaylanın içerisine girmeden menevi bir şekilde yolu takip edip kısa bir yokuşu tırmanıyoruz. Hayvanların otlarından faydalanabilmesi ve yine onların girememesi için, yol boyunca kenarları duvarlarla ve dikenli tellerle çevrili, hemen aşağısında kadınların ot biçtiği alanın üzerinden yürüyüp zirveye ulaşıyoruz. Derinliğine bir sonsuzlukta, zirvenin çeşitli yerlerinden Tatos’tan itibaren katettiğimiz yollar dahil olmak üzere tam yedi tane yayla ve bunları takiben vadiler zinciri;bu vadilerden birinin üzerine yığılmış, ortalığı kaplamak için bekleyen hüzünveren ve göğün mavisiyle hüzünverenin maviye çalar rengini ortadan bir kılıç gibi kesen başka bir mavi:deniz. Ne iyi ettik de geldik diyorum Sunay’a,otelde bıraktıklarımızın hiç de iyi etmediklerini düşünerek.Bakmaya doyamadığımız bu görünürlerden bir kez daha zamana yenilip ayrılıyoruz. Dönüşte yaylanın içinden geçerek inmeyi tercih ediyoruz. Ahşap ve taşlı karışık evlerin üzerleri çimlenmiş toprakla örtülüydü. Bu tip bir yayla evinin hemen yanı başında betondan inşa edilen ev bize iyi bir kıyaslamalı fotoğraf malzemesi oluyordu. Bayırdan aşağı inip otele vardığımızda benim ilk gözüme ilişen S.G’nin önündeki,içinde akşamdan kalma balık olan boş tava oluyor.Bizimle doğru dürüst kahvaltı yapmayan S.G.,anlaşılan sabah kahvaltısında balık ve rakıyı tercih etmiş.Bir yandan içiyor bir yandan da sol elinin avucuna sıkıştırdığı yağlı balık kılçığını değişik bir yumruk mezesi olarak kullanıyor ve yağlar ağız kenarlarına ,sakalına ve elin yayılıyor.Ayşe,Berran Kader ve o derin bir sohbete dalmışlar.Konunun ana başlığı ise ben.Kader S.G’nin kendisine İstanbuldaki Mehmet’i sorduğunu,anlattıktan sonra da Çiçekliyayladaki Mehmet’ten bir farkı olmadığını anlayınca da biraz hayret ettiğini,aslında S.G’nin beni özel yaşamım dahil daha etraflıca tanıdığını sandığını söylüyor. Ben de S.G. ile birlikteliklerimizin kendimizi tanımaktan çok felsefe ve tartışma ortamı içinde geçtiğini,zaten karşılıklı anlaşılırlığın ve tanımanın bir son olduğunu,sonlardan da hoşlanmadığım için S.G’yi tanımaya çalışmadığımı,ama onun eğer böyle bir gereksinimi vardıysa neden birinci değil ikinci bir ağızı tercih ettiğini S.G. de orada olduğu halde soruyorum.Hiçbir açıklama getirmek istemeyen S.G.son kadehini de yudumluyor.Kader matarayı yine sakladığını,kendisinin vermediğini ama onun arayıp bulduğunu söylüyor.Bir ara S.G.’nin masadan kalkmasını fırsat bilerek matarada kalan rakı’yı lavaboya boca ediyorum.Artık matara konusunda S.G. ile dalaşmaya vaktimiz kalmıyor,çünkü minibüsümüz hazır ve bizi bekliyor. Hesapları ödedikten sonra vedalaşıp,bizden başka yolcuların da olduğu minibüse oturuyoruz.Kader,Sunay,Ayşe ve Berran arkayı dörtlüyorlar.S.G. hemen Kaderin önündeki tek koltukta,ben de ikili koltuğun arasına yerleştirilmiş bir taburede oturuyorum.Balığın kılçığı halen S.G’nin sol avucunda ve bana dokundurmamaya özen gösteriyor.Sağ eli ise devamlı hareket içerisinde,kah yumrukluyor,kah çimdik atıyor ve minibüsteki diğer kişilerle aramızdaki diyalogsuzluğun memnuniyetsizliğini t,,aşıyor.En sonun da da yüksk sesle ve onlara seslenir bir şekilde bunu vurguluyor.Çat’a yaklaşırken minibüsten ineceğimizi ve orada Çat’ta biraz oyalandıktan sonra gitmek için tekrar araç bulabileceğimizi söylüyor.Yerimden ve yağ kokusundan rahatsız olduğumdan bunu ilkin olumlu karşıladımsa da bunun sırf içki içmek istemesinden sebep olduğunu anlayıp önerisine karşı çıkıyorum.Ama o yine minibüsü durdurup,’görüşeceğim biri var’ diyerek kahvenin yolunu tutuyor.Gelmesi uzun sürünce ardından gittiğimde ise hiç istifini bozmadan sanki beklettiği kimse yomuşcasına oturup içtiğini görüyorum.Bardağı bitirmesini bekliyorum ve tekrar minibüse biniyoruz. Çat sınırlarını geçerken arkasındakilere dönerek,’’bu eski çat köyü,bu çam ağacı ve bu da (yakınında oturan delikanlıyı göstererek ) halamın oğlu’’deyince gülmemek için kendimizi zor tutuyoruz. Bu arada gelen bir minibüs şöföründen kendisi geçtikten sonra orada çalışan bir dozerin köprünün ayağını iyice yıktığını ve köprüyü geçmenin olanaksız olduğunu öğreniyoruz. Yola devam edip köprüye vardığımızda, durumun hiç de iç açıcı olmadığını görüyoruz. Yürümekten başka bir seçeneğimiz olmadığını düşünürken, gözü pek şöförümüz bizim hayret dolu bakışlarımız arasında, iki kalası, toprakla köprü arasında kalan boşluğa doğru uzatıyor. Kalasların tekerleklerle aynı doğrultuda uzatılmasının tekerleklerin kaymalarına veya sıkışmalarına neden olabileceğini söyledimse de direksiyonun başına geçiyor. Gaza yüklenip hızlı bir şekilde geçmeye çalışırken, bir ara minübüsün sol arka tekerinin ve büyük bir kısmının boşlukta çırpındığını görüyoruz. Köprü zeminine ulaşmış olan ön tekerlekler sayesinde, çırpınış kısa sürüyor ve derin bir nefes alıyoruz. S.G’ye içimden ‘’işte gerçek kahramanlık bu’’ diyorum. Onca yolu yürümekten kurtulmanın verdiği keyifle Sisi’ye doğru yol alıyoruz.Kader’le ben Sisi’ye uğramadan İlçeye inmeye karar vermemize rağmen ;S.G,annelerimizi özlediğimizi ve bu nedenlede hiç zaman kaybetmeden onlara kavuşmak gerektiğini ironik bir dille söylüyor. Eleştirisine kulak veriyoruz ve iki gün önce, neşeli ama bazı güzelliklere aç bir şekilde geride bıraktığımız Sisi’ye , bitim’in vermiş olduğu buruklukla ama güzelliklere doymuş olarak geri dönüyoruz. Köpeğin haber vermesıyle, Doa, Evrim ve Asia dışarı fırlıyorlar,ardlarından da Doris. Karşıya geçebilmemiz için teleferiği bize doğru gönderiyorlar. Fırtına Deresi’nin üzerinden, kısa süren bu yolculuktan sonra çardaktaki büyükçe bir masanın etrafında oturuyoruz.S.G.,çay demleme hazırlıklarında olan Doris ‘e , onca yol bıkmadan usanmadan avucunda sıkıştırarak taşıdığı balık kılçığını, ilk kez elini açarak gösteriyor ve yağda kızartmasını istiyor. S.G.’nin de yardımıyla olayın ciddiyetini anlayıp, kılçıkları kızartıyor. Rakı da galiyor ve S.G.kimsenin kolay kolay anlayamayacağı bir duyarlılıkla ve düşüncelerini eyleme geçirmesindeki müthiş inceliğiyle, iki küçük arkrdaşı Bahrilere verilen, öteki akranı da heder olmuş bir halde Tatos’un soğuk sularına gömülen bir balığın kızartılmış kılçığını rakısına meze yapıyor. Sunay’lar hazır olduklarını söyleyince kalkıyoruz. Teleferiğe binme sırası Ayşe’ye geldiğinde S.G.ile vedalaşmak için tokalaşıyor ve bir yandanda sakallı yüzüne bakarak ‘’seni bir yerinden öpmem gerekiyor’’diyor. Düşünce ve eylem arasındaki ince zarı tekrar yırtılan S.G,dudaklarını aniden Ayşe’nin dudaklarına yapıştırıveriyor.Kader’i yolcu ederken’’tekrar gel başımın belası ‘’ diyor.Sisi bir savaş gemisi ve ben de bu gemide ayrılacak olan son tayfayım. Sıkıca sarılıyoruz. Umutsuzlukla umudun birbirine dolandığı nemli gözleriyle söylemek istediklerini sessiz söylüyor. Teleferiğe yerleşip biraz uzaklaşmamdan sonra da, dere kenarından aldığı çakıl taşlarını üzerime doğru fırlatarak son eylemini gerçekleştiriyor ve bir yandan da bağırıyor:’’GİDİN ULAN GİDİN ‘’
Bu sayfada bahsedilen konuya eleştirerek, ekleme ya da düzeltme yaparak katkıda bulunabileceğinizi düşünüyorsanız, bu yazıyı tıklayınca açılacak olan formu eksiksiz ve doğru doldurarak "send" düğmesine basarak bize gönderin. Yayınlamaya değer gördüğümüz mesajları bu sayfanın alt köşesinde tarih sırasına göre yayınlayacağız. Yukarıdaki yazı için mesaj gönder BU SAYFA İÇİN GÖNDERİLEN MESAJLAR .........
|
| karalahana.com | karalahana e-zine | web guide | eski sayılar |
|
|