Mehmet Bilgin

Türk araştırmacılar, Pontos  meselesini genellikle Türkiye ile Yunanistan  arasındaki  bir sorun olarak algılarlar  ve Yunan megali ideasının, Doğu Karadeniz sahillerine kadar uzandığını söyleyerek olayları yorumlarlar. Bu bakış açısını taşıyanlar için Pontos meselesi, Birinci Dünya Savaşı öncesi ve sonrasında, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde cereyan etmiş olaylar zincirinden ve siyasi faaliyetlerden ibarettir. Şüphesiz meselenin kökenini Balkan Savaşı’na kadar indirgeyenler de vardır.[1] Hatta biraz daha tarihi derinliği olanlar ya da konu ile ilgili literatürü tarayanlar  20. yüzyılın  başlangıcına kadar inerler.

Fakat Pontos meselesi olarak adlandırılan olaylar zincirini, bu şekilde ele alan  yaklaşımlar gerçeği bir bütün olarak görmemizi  engeller. Meseleye, bakmamız istenildiği gibi bakar, önümüze konan materyali hiç bir ciddi eleştiri ya da değerlendirmeye tabi tutamadan bir o yana bir bu yana çekiştirme durumunda kalırız. Nitekim son yıllarda,  günümüz şartlarında bile Trabzon bölgesinde,  “Pontos Kültürü”nden bahsetmeye başlayanların sayısı artmaya başlamıştır.

Pontos meselesi, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşamış  Ortodoks – Hıristiyanları esas alan  siyasi ve askeri  bir projedir. Osmanlı’nın,  Ortadoğu ve Balkanlar’da gerçekleştirdiği, “karşılıklı birbirlerinin hak ve inançlarına saygı göstererek, bir arada yaşama kültürü ” günümüzde bile birçok bölgesel sorunun çözümünde örnek gösterilirken, geçmişte yaşananları  doğru değerlendirmek bizim görevimiz olmalıdır. Bunu yapabilmek ise konuyu tarihsel süreklilik içinde ve yakın coğrafyada cereyan eden olaylarla birlikte ele almakla mümkündür.  Meseleye tarihsel ve coğrafi bütünlük içinde baktığımız zaman, bir zenginlik olarak algılanması gereken kültürel farkların, emperyalist güçler tarafından, askeri, siyasi ve ticari amaçlar doğrultusunda kullanıldığını görürüz. Kültürel zenginlikler ise, bir propaganda ve benimsetme süreci işletilerek, hazırlanmış projenin uygulanabilmesi için  gerekçe  haline getirilmektedir.

Pontos projesinin  sahibi,  Doğu Karadeniz Bölgesi’nde yaşamış Ortodoks – Hıristiyanlar  olmadığı gibi bu insanların, köklerini Antik Yunan Medeniyetine bağlayan Yunan Ulusu ile  yakından uzaktan bir alakaları yoktur.[2] Bu insanlara Yunanlılık şuurunun aşılanmaya başlanması, ‘dün’ diyebileceğimiz kadar yakın bir zamanda olmuştur. Bölgeden Yunanistan’a İngilizlerin önerdiği bir mübadele[3] anlaşması ile göçen[4]Ortodoksların, 1923’den bu yana Yunanistan’da yaşamasına ve Yunanistan devletini kontrol eden aşırı milliyetçi akımların, asimilasyon faaliyetlerine rağmen, tam olarak asimile edilebildiklerini söyleyemeyiz. Yunanistan’ı ziyaret edip, mübadele sonucu  Karadeniz Bölgesi’nden göçmüş insanlarla temas edenler, onların Yunanlılardan farklı olduklarını, Yunanistan kökenli olanların, Pontos kökenlileri bu farklılıklarından dolayı ‘öteki’ saydıklarını[5] ve bu insanların dördüncü nesilde bile uyum problemi yaşadıklarını, kendi müziklerini, horonlarını, kendi aralarında yaptıkları etkinlikleri tercih edip, bundan daha fazla mutlu olduklarını görürler.

Tarihi olaylara baktığımız zaman  Pontos projelerini hazırlayanların, 1923 yılına kadar bölgede yaşamış olan Ortodoks – Hıristiyanlara dayanarak bölgeye hakim olma amacı güden emperyalist devletler olduğunu görürüz. Yunanistan’ın bu projedeki  rolü,  ya emperyalist  güce sahip olması ya da emperyalist güce sahip devletler tarafından korunup, kullanılması çizgisinde incelenebilir. Çünkü bölgedeki Ortodoks – Hıristiyanlar, Anadolu[6] hatta Yunanistan’ın birçok  bölgelerindeki Ortodoks – Hıristiyanlar gibiydi.[7] Yani Yunanlı değillerdi[8]. Yunan ulusunu,  siyasi, askeri ve kültürel olarak inşa [9]edenlerin en büyük sorunu da Yunan devletine verilen topraklarda yaşayan Ortodoks – Hıristiyanları Yunanlılaştırmak[10] ve Yunanca konuşturtmak olmuştur.[11] Yunanistan günümüzde de  bu sorunlarla uğraşmaya devam etmektedir.

RUSYA  VE ORTODOKSLAR

Pontos Projesi’nin ortaya çıkışı ve gösterdiği gelişmeleri tarihsel olarak izlediğimiz zaman projeyi ilk şekliyle oluşturanın sıcak denizlere inme politikasını izleyen Çarlık Rusya’sı olduğunu görürüz.

Çarlık Rusya’sı, emperyal bir güç olarak ortaya çıktıktan sonra ısrarla takip ettiği yayılma politikalarını, zaman ve şartların  müsaade ettiği yönlerde  sürdürmüştür. Özellikle Çar Deli Petro (1689 – 1725) zamanında, Rusya kuzeyde denize ulaşmayı başarmış, güneyde ise Karadeniz’e inmek için önemli adımlar atmıştı.[12] Fakat Ruslar, Karadeniz sahillerinde tutunma imkanını II. Katerina (1762 – 1796) zamanında elde ettiler.[13]  Olayların gelişimine bakarak Petro’nun başlattığı işi Katerina’nin sonuçlandırdığını  söyleyebiliriz.

Prut yenilgisine rağmen, Petro’nun izlediği siyasette başarısız olduğunu söyleyemeyiz.[14] Özellikle diğer batılı devletler gibi İstanbul’da daimi bir elçi bulundurma hakkı elde etmesini Petro’nun en önemli başarısı olarak  yazabiliriz. 1700 yılında elde edilen bu hak 1711’de kesintiye uğramasına rağmen 1720’den sonra tekrar kazanılmış ve günümüze kadar devam etmiştir. Bu dönemde İstanbul’daki Rus elçileri,  Osmanlı siyasetinde zaman zaman güç odağı olmuştur.

1701’de İstanbul’a gönderilen ilk Rus elçisi  Petr Andreyeviç Tolstoy (1645 – 1729) idi. İstanbul’a geldikten sonra ilk işi bir istihbarat servisi kurmak olmuştur. O günlerde Osmanlı’ya yönelik Rus siyasetinin görünen gerekçesi Ortodoks – Hıristiyanlık üzerine inşa edilmiş olduğu için çalışmalar da bu yönde olmuştur. İstanbul’daki Rus istihbaratının ilk ve en önemli ayağı Kudüs Patriği Dositheus idi.[15] Rus istihbaratı hiç şüphesiz sadece Rum papazlara dayanmıyordu.[16] Osmanlı bürokrasisinde önemli görevler almış olan Fenerli Rumlardan[17] da önemli ajanları vardı. Baştercüman Aleksander Mavrokordato [18]da bunlardan biriydi.[19]  Tolstoy’un faaliyetleri arasında, Adriyatik kıyılarından gelen Slav, İtalyan ve Rum kaptanları, Rus donanmasına kaydetmesini de  sayabiliriz. Önce Rusya’nın Karadeniz filosunda görev yapan bu denizciler, Petro’nun Karadeniz’de başarısızlığından ve Rus filosunu Osmanlılara satmaya mecbur kalmasından sonra, İsveç Harbi için Baltık Denizi’ne nakledilmişlerdir.

Rusya’nın, Hıristiyan – Ortodoks unsurları kullanarak Osmanlı’ya müdahale politikası günümüzde çok iyi bilinmektedir.[20] Osmanlı İmparatorluğu’nda bulunan  Hıristiyanlar üzerinde, Hıristiyanlığı esas alan  siyasi projeleri vardı.Rusya’nın Osmanlı hakimiyetindeki Ortodoks- Hıristiyanlar,[21] bazı Kafkas kabileleri, Gürcüler ve Ermenilerle ilgili olanlar bunlardan belli başlılarıdır. Rusya’nın yayılmak için geliştirdiği bu  projelere, Slav ırkı esas alınarak geliştirilen  projeleri[22] de  ilave edebiliriz.

Rusya’nın, tüm Balkanlardaki Ortodoksları, Osmanlı’ya karşı kullanmayı amaçlayan çalışmalarını biliyoruz. Tezimizi açıklamak için bunları sıralayabilir, benzer bir şekilde Ermenileri kullanma faaliyetlerini de bunlara ilave edebiliriz. Fakat bu yazımızın  amacını aşan bir çalışma olur. Bu nedenle burada sadece konumuzla bağlantılı olanlara değinecek, maksadımızı açıklamaya yeterli olan kadarı ile yetineceğiz. Mora isyanları, Yunanistan devletinin kuruluşu ve benzer konularda, günümüzde de geçerli olan uygulamaları açıklayabilmek bakımından çok önemli olan bu çalışmaları, 20. yüzyılın ilk çeyreğinde Karadeniz’deki  gelişmeleri açıklarken hatırlarsak bu iki konunun birbirinin devamı olduğunu görürüz.

1750’lerde keşiş Theoklitos Poliklidis, Agathangelos adlı risalesinde, Hıristiyanların sarışın bir halk tarafından kurtarılacağı kehanetinde bulunmuştu. Rusya’nın güneye doğru inme siyasetini uygulamaya ve 1768-1774 Osmanlı Rus savaşından sonra, Osmanlı tebaası olan Ortodoks – Hıristiyanların hamisi olduğunu iddia etmeye başlamasının hemen öncesinde yapılan bu kehanet, konumuzun başlangıcına yerleşecek kadar dikkat çekicidir.

Zaman ve şartları değerlendirip yayılma politikasını  geliştiren Rusya’nın, Kuzey Denizi ve Karadeniz’e ulaştıktan sonra boğazları ele geçirme ve sıcak denize açılma siyasetinin ısrarlı  takipçisi olduğu bilinmektedir. Rusya bu siyasetini öncelikle askeri gücüne dayanarak sürdürmüştür. Ayrıca Rusya’nın  güçlü bir donanma ve ticari filoya sahip olmaya her zaman dikkat ettiğini biliyoruz. Fakat  bunların güçlü bir imparatorluk için gerekli ama yeterli olmadığı da bir gerçektir. Bunun farkında olan Rusya gerekli olan ideolojik zeminleri  oluşturmuş ve bunlara dayalı siyasi projeler geliştirmiştir. Moskova’nın Roma’nın devamı olduğu iddiası bunların belli başlılarındandır.[23]

Kendini Bizans’ın devamı olarak gören Rusya, Roma ve İstanbul’dan sonra Moskova’yı III. Roma olarak görmüş ve bunu siyasi bir proje olarak geliştirmiştir.[24] Bu projenin esası Müslüman boyunduruğu altındaki Ortodoksları kurtarmak, Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine Rusya’nın kontrolünde bir Bizans devleti kurmaktı. İstanbul’daki batılı büyükelçilerin, Babıâli’yi sık sık Rusya’nın Ortodoksları Rus ordularına destek olacak ayaklanmalar için kışkırttığı şeklinde uyarmaları[25] bu projenin uygulamaya konmuş olması nedeni iledir.

Rus politikasının bir diğer ayağı ise, Patrikhaneye düzenli olarak mali yardım yapmak, Rum papazlara sadakalar vermek, Rumlar için kutsal olan yerlere mali destek sağlamaktır. Bu çerçevede Maçka’daki Soumela – Meryemana manastırı keşişlerinin Rusya’da dolaşarak manastırları için yardım topladıklarını biliyoruz.

Rus devlet erkânı, I. Petro  zamanından bu yana, Osmanlı İmparatorluğu’nun gücünü kaybetmeye başladığını biliyorlardı. Rus politikaları, bu zaaf dikkate alınarak geliştirilmiş, ilk hamle Karadeniz’e ulaşıp, Kırım’ı ele geçirme şeklinde olmuştu. Uzak hedef ise Boğazları ele geçirip sıcak denizlere inmekti. Bunun kalıcı olabilmesi için Ege adalarının Rus hakimiyeti altına alınması gerekiyordu. Bunun için bir Yunan devleti kurulmalı ve Osmanlı hakimiyeti sona erdirilmeliydi.

Katerina II’nin “Doğu Sisteminin Büyük Planı” olarak anılan ve Osmanlı İmparatorluğu’nu yıkmayı amaçlayan  planının bir bölümünü “Grek projesi” oluşturmaktaydı. Bu projeye göre  Osmanlı İmparatorluğu yıkılacak, Avrupa’daki toprakları Avusturya ile Rusya arasında paylaştırılacaktı.[26] Rusya payına düşen kısımda Bizans / Grek Devleti’ni canlandırmayı planlıyordu. Bir Rus prensinin idaresinde kurulması tasarlanan “Grek Devleti” için bir çok hazırlık yapılmıştı. Katerina II’nin, Nisan 1779’da doğan  ikinci torununa, Kostantin adı verildi. Sarayda özel olarak Rum  dadılar tarafından yetiştirildi. Bir askeri mektep açılarak  buraya sadece Rum gençleri alındı ve kurulacak Grek devleti için subaylar yetiştirilmeye başlandı. Bu proje kapsamında, İstanbul’un Ruslar tarafından zaptının hatırası olmak üzere  madalya bile bastırıldı.[27]

Rusya, Balkanlardaki Ortodoksları Osmanlı aleyhine kullanmaya karar verdikten sonra aslen Makedonyalı olup maceralı bir hayattan sonra Petersburg topçu komutanı olan Papazoğlu’nu[28] Mora Yarımadası’na yollamıştı. Papazoğlu, bir yandan haç, İncil ve Katerina II.’nin resimlerini dağıtırken, bir yandan da  birçok Rus askeri nizamnamesini Yunanca’ya çevirerek, papazlara, Rum asıllı ayanlara ve ahaliye dağıtmıştı. Kısa zamanda meydana getirdiği ihtilalci teşkilatın önemli unsurlarından ikisi, şark dillerinin yanı sıra Türkçe’yi de iyi bilen Hacı Murat kod adlı bir Rus casusu ve onun Damara adlı yardımcısıydı[29]. Bunlar, Manya bölgesinde köyleri dolaşarak ahaliyi isyana teşvik ediyordu. Bu faaliyetlerin sonucu  Petersburg’a  bir Rus filosu gönderilirse kısa zamanda 100 bin  Rum’un ayaklanacağı bildirildi. Katerina, Petersburg’da ticaretle uğraşan Maroçi adlı Korfu’lu bir Rum’u, şövalye unvanı ile Venedik Konsolosu tayin ederek bölgeye gönderdi. Maroçi’nin görevi Akdeniz’e gelen Rus filosunun masraflarını karşılamaktı ve bunu sağladı.

1769 Temmuz’unda ilk Rus filosu Baltık Denizi’nden hareket ederek önce İngiltere’ye uğradı. Rus filosunu limanlarına kabul eden İngilizler, gemilerin eksiklerini giderdi. Tamirlerini yaptı, eksik subay ve mürettebatını tamamladı. 1770 başında hareket eden ikinci Rus filosuna da aynı şekilde yardım edildikten sonra lojistik destek için bazı gemiler tedarik edildi. Kont Orlof komutasındaki Rus donanması, Akdeniz’e girip, Mora önlerine geldiği zaman gemilerde, karaya çıkartılacak askerlerle birlikte 100 adet Moralı Rum da bulunuyordu. Bunlar isyan ederek Ruslara katılacak olan Rumları koordine edecekti.

Rusya ve İngiltere ile arası açık olan Fransa, Rus filosunun hareketini Bâbıâli’ye bildirmişti. Bu dönemde  Osmanlı devletinin tek destekçisi, Amerikan Bağımsızlık Savaşı nedeni ile İngiltere ile arası açık olan  Fransa idi. Fransa ile dünya çapında koloni rekabetine giren İngiltere ise aynı zamanda ticari ortağı olan Rusya’yı desteklemekteydi. Rus filosunun, hiçbir dayanak noktasının bulunmadığı Akdeniz’e gelmesinin zor olacağını düşünen Osmanlı yöneticileri, beklemekten başka bir şey yapmamışlardı.

Koron’u kuşatan Ruslar, iki aylık bu kuşatmadan bir netice alamayınca Navarin’e hücum etmeye karar verdiler. Ancak, bir fırtına nedeni ile Manya limanına sığınmak zorunda kalan  Rus filosunu gören Manyalılar, daha önce hazırlanan  teşkilat aracılığı ile isyanı başlattılar ve isyan tüm Mora’ya yayıldı. Köy ve kasabalardaki Müslümanlar katledilmeye başlandı. Yerel yöneticiler faaliyetlerden haberdardılar, fakat önemsemedikleri için hiçbir tedbir alınmamıştı.

Erken başlayan isyan, aslında Rusların da planını bozmuştu. Ruslar acele olarak Mora’ya 800  asker çıkarttılar. Daha önceden hazırlanan 4 bin Rum isyancıya Rus asker elbisesi giydirerek Koron üzerine gönderdiler. 400 askerden oluşan Koron muhafızları halkın da desteği ile direnmeye devam etti. Bölgedeki Müslümanlar muhasaraları yararak çevredeki kalelere sığınmaya başlamıştı. Manyalıların saldırdığı Mezistre kalesi ahalisi, diğer kaleler gibi direnecekleri yerde bir anlaşma ile teslim oldular. Fakat isyancılar teslim olanları vahşice öldürürken, direnen 50 kadar asker Tiriepoliçe’ye çekilmeye muvaffak oldu. Mora’nın merkezi olan Triepoliçe daha sonra 600 Rus askeri ve topçusu ile beraber 20.000 kadar isyancı tarafından kuşatıldı. Ama Çatalcalı Ali Ağa ve  bölükbaşıları, Triepoliçe’nin imdadına yetişti. Türkler içerden, yardıma gelen Türk ve Arnavutlar dışarıdan Tirepoliçe’yi kuşatanlara saldırdı ve hezimete uğrattılar. Rusların tamamı ve 2500 kadar isyancı öldürülmüştü. Tüm Mora’da benzer sahneler yaşanıyordu. Uzun süren mücadele sonucu Ruslar, kara savaşlarında büyük kayıplara uğrayarak geri çekilmek zorunda kaldılar. İsyancılar, Rusların kendilerini yüz üstü bırakıp gitmelerini uzun yıllar unutmadılar.

Mora’da hezimete uğrayan Orlof, eski planına geri döndü. Türk donanmasını bertaraf ederek, Ege Denizi’ne ve adalara hakim olmaya teşebbüs etti. Bu sırada İstanbul’dan hareket eden Türk donanması da Ege’ye açılmıştı. Menekşe, Anapoli ve Hidra’da Türk gemileri ile Rus gemileri arasında çatışmalar oldu.[30] 7 Temmuz 1770 günü İzmir – Çeşme’de Osmanlı donanmasını gafil avlayıp yakan Ruslar, bazı adalara asker çıkardılarsa da, Çanakkale’yi zorlamaya cesaret edemediler. Rumları, Karadağlıları ve Mısır’da Osmanlıya karşı isyan etmiş bulunan Ali Bey’i kışkırtarak Osmanlıların başına yeni gaileler açmaya çalıştılar. Fakat başarılı olamadılar. Bir müddet daha Ege denizinde bulunan Rus donanması daha sonra  geri döndü.

II. Katerina’nın kaydedilmesi gereken  bir projesi daha vardır. Bu projeye göre, Kırım’ı ekonomik olarak çökertmek için Kırımdaki Hıristiyan nüfus değişik vaadlerle Kırım’dan ayrılmaya teşvik edilmiştir. Bir çoğu Türk asıllı olan ve Türkçe’den başka dil bilmeyen, onbinlerce Rum ve Ermeni’nin katıldığı bu kampanyaya rağmen bölgede kalanlar oldu ama istenilen sonuc elde edilmişti.

1769-1774 Osmanlı-Rus Harbi’nin sonunda  10 / 21 Temmuz 1774 tarihinde imzalanan Küçük Kaynarca Antlaşması, Osmanlı  devleti için önemli kırılma noktalarından biridir. Bu anlaşmanın muğlak ifadelerle yazılan maddeleri, Rusların  Ortodoks kilisesine mensup reaya üzerinde koruyucu gibi davranmasına ve Rum reaya arasında Rus nüfuzunun yerleşmeye başlamasına neden olmuştur. Bu gelişmeler sonucu Osmanlı imparatorluğundaki Ortodoks reaya arasında, Rus çarları kurtarıcı olarak görülmeye başlanmıştı.[31]

Bu döneme kadar Rusya’nın bu tür faaliyetlerini destekleyen İngiltere, iyice kuvvetlenen Rusya’nın Osmanlı karşısında üstünlük kurduğunu, Karadeniz’e ve Akdeniz’e çıkarak İngiltere’nin Hindistan yolu üzerinde tehdit oluşturabilecek duruma geldiğini fark etmekte gecikmedi. İngiltere’nin düşüncesi 1770’lerden sonra değişmeye başlamıştı. İngiliz Başbakanı William Pitt,  29 Mart 1791 tarihinde parlamentoda yaptığı konuşmada, Rus tehlikesinin durdurulmasını istedi. Fakat İngiltere’de bu konuda farklı düşünenler  vardı ve Türklerin Avrupa’dan kovulmasını isteyenler, Rusya’nın ilerlemesi ile İngiltere’nin de kazanacağını ileri sürerek Rusya’ya müdahaleye yanaşmadılar.[32]  Bundan sonra İngilizler için, Rusların Akdeniz’e inerek Hindistan yolunu tehdit ihtimali ve bu ihtimali önleme politikaları her zaman gündemde kalmıştır. Bu çerçevede İngilizler, 1791 yılından itibaren  gittikçe belirgin bir şekilde Osmanlı İmparatorluğu’nun bağımsızlığını ve toprak bütünlüğünü koruma politikası izlemeye başladılar.

Rusya’dan başka Fransızların da Rumlar üzerinde kışkırtma politikaları vardı. Fransa, 1797 yılında Yedi Adalara[33] yerleşmiş, Mısır seferi hazırlıkları esnasında adalarda ve Mora’daki Rumları kışkırtarak ayaklandırmak istemişti. İngiltere, Rusya, Avusturya ve Osmanlı’nın Napoli Krallığı ile birlikte Napolyon Fransa’sına karşı kurdukları ittifak nedeniyle Rus –Osmanlı ortak donanması, Fransızları İon adalarından atar. Yunan İhtilalinin hazırlayıcılarının en önde kişisi olan Velestinli Regas,[34] Fransa’nın  desteği ile ihtilal yapma çalışmaları nedeniyle Avusturya’da tutuklanır. Daha sonra Osmanlı yönetimine teslim edilir ve idam edilir.

21 Mart 1800’de  başına Rus yanlısı bir Yunanlı getirilerek Yedi Adalar Cumhuriyeti kurulmuştu. 1805’de  Fransa ile Osmanlı Rusya’ya karşı ittifak yapınca durum değişti. Fransa’nın 1807-1814 arasında yedi adalardaki hakimiyetinden sonra, 1815 yılında İngiltere garantörlüğünde Yedi Ada tekrar bağımsız bir Cumhuriyet haline gelmişti. İngiltere bu bağımsız devleti kendi himayesine almış, Rusya’ya karşı bir ileri karakol yapmıştı. Ion Adaları, İsyanlara karışan Mora Rumları için bir bağımsızlık örneği ve ikmal üssü oluşturmuştu.[35]

YUNANİSTAN’IN KURULUŞU

Yunanistan’ın kurulmasına yol açan Mora isyanlarında, daima Rusya’nın parmağı olmuştur. Rusya, Rumlar arasından seçtiği adamları ve isyanın liderlerini bu doğrultuda eğitip desteklediği gibi, rahipleri de isyan fikrinin  ateşleyicileri ve önderleri olarak harekete geçirtebilmiştir. Balkanlardaki Sırp, Bulgar, Karadağlı, Ulah ve Ortodoks – Arnavutların bu isyanlarda dayanışma içinde olması, Ortodoksluk duygusu iledir. Rusya’nın ana hedefi kendi kontrolünde bir Yunan devleti idi. Rumlar arasında uyandırdığı bağımsızlık fikrini hayata geçirmek için, 1814 yılında kurulan ve Rus Çarı’nın yaveri Aleksander İpsilanti’nin[36] başında bulunduğu Filiki Eterya Cemiyeti’nin[37] Odesa’da kurulması bu çerçevede bir anlam kazanır.

Mora isyanlarında, Osmanlı kuvvetleri ile Yunan[38] çetecileri arasında çatışmalar söz konusu olsa da,  başından beri Mora, neredeyse özerk bir şekilde yönetiliyordu. Osmanlı idaresindeki Hıristiyanlar arasında en iyi durumda olanlar Rumlar[39] idi. 1687’den beri Venediklilerin yönetiminde olan Mora, 1714’de tekrar Osmanlı idaresine geçmeyi memnuniyetle karşılamıştı. Yunan köylüsünün durumu  Avrupa köylülerine nazaran çok iyi idi. Yunan adalarının yönetimi ise pratikte kendi işlerini kendileri görme şeklinde idi. Yerel önderler yaşadığı bölgenin çıkarları için değil kendi çıkarları için diğerleri ile mücadele ediyorlardı.

1804’te Balkanlar’da  Sırp İsyanı başlamıştı.[40] Rusya’nın desteklediği bu isyanın ardından Yunan isyanı çıkmış ve daha sonra bunları diğerleri izlemişti. 1820’de Tepedelenli Ali Paşa’nın isyanı[41] olayın rengini değiştirdi. Daha önce Rumlar üzerinde sıkı bir idare kuran ve Yanya’yı kendine merkez olarak seçen Ali Paşa birçok Rum ve Arnavut’u hizmetine almıştı. Kiliseler inşa ederek, okullar açarak Yunan dili ile eğitimi geliştirerek, Yunan milliyetçiliğinin gelişmesine de katkıda bulunmuştu. Kendi yazışmalarında Yunancayı kullanıyor, piskoposlardan bazılarını elde etmiş, gelişmeler konusunda kendine bilgi akışı sağlıyordu. Mora isyanında Rumların önemli askeri liderleri, daha önce Ali Paşa’nın  hizmetinde eğitilmiş olan Rumlardı. İhtilali hazırlayan Filiki Eterya[42] yöneticilerinin yazışmalarından isyan planlarının her safhasında Ali Paşa faktörünün göz önüne alınarak hareket edildiği anlaşılmaktadır. Çünkü Ali Paşa’nın oluşturduğu güçlü idare, isyanı kısa sürede bastırabilecek durumdaydı. Ali Paşa’nın Osmanlı idaresi ile arasının bozulması isyancılar için  çok önemli bir fırsattı. Beklenen oldu ve Ali Paşa ile Osmanlılar arasında köprüler atıldı.

Babıâli’ye bağlı, Arnavutlara dayalı,  özerk bir devlet kurmak için çalışan Ali Paşa, yabancı devletlerin, Rus konsoloslarının, Yunan ve Hıristiyan Arnavutların desteğini almak için onlarla bağlantıya geçmişti. Yunan isyancıları ile bütünleşen, Ali Paşa her şeye rağmen bir Osmanlı paşasıydı ve Osmanlı kuvvetlerine karşı ciddi bir harekete geçmek için tereddüt etmişti. Kuşatıldığı Yanya’da bir yıl kadar direndikten sonra affedilmek dileği ile teslim olmayı seçti. Fakat rakipleri[43] 1822’de idam edilmesini sağladı. Bu isyan ve Ali Paşa’nın tasfiyesi Balkanları savunmasız bırakmıştı. Mora’da isyan  başladıktan sonra üzerlerine gönderilen kuvvetler ise isyanı bastırmada yetersiz kalmıştı.

Aleksandre İpsilanti,  isyanı Mora ve Ege adalarında başlatmayı istiyordu. Fakat Romanya’da temas ettiği Filiki Eterya üyeleri, Rusların yardımını elde etmek için ilk hareketin, Eflak ve Boğdan’dan başlamasını istiyordu. Derneğe göre, Eflak ve Boğdan da Yunanistan’dan sayılmaktaydı. Üstelik bölge son derece zengin ve savunmasızdı. İpsilanti uzun süre Rusya’da yaşadığı için Rumları hiç tanımıyor ve verilen abartılı bilgilere göre hareket ediyordu.[44] Bu sırada Rus Çarı I.Aleksandre, Avrupa Birliği’nin, İspanya ve İtalya’daki devrimci hareketlerinin tartışıldığı Laibach Konferansında idi. Bu konferansta birliğin selameti için bu tür ihtilallerin desteklenmemesi öngörülüyordu. Avusturya başbakanı Prens Metternich, kutsal ittifak ruhu ile isyanı reddetmiş, Osmanlı ordusunun isyanı bastırmak için harekete geçmesini engelleyecek bir girişimde bulunmamıştı. İngiliz Aristokrasisi  gibi Avusturya başbakanı da, Avrupa’da güç dengesine dayanan statükonun korunmasından yana idi. Bu nedenle bağımsızlık peşine düşen ulusculuk hareketlerini hoş karşılamıyorlardı. Çar I. Aleksandre da Metternich’in etkisi ile isyana destek vermemiş, Osmanlı ile savaşmak niyetinde olmadığı için, Aleksandre İpsilanti’nin ordudan tart edildiğini açıklamıştı. Romenler, İpsilantiye destek vermedi. Osmanlı kuvvetleri ile baş edemeyen İpsilanti, kısa sürede hezimete uğradı, Avusturya’ya sığındı ve burada tutuklandı. 1828 yılında, 36 yaşında iken Avusturya  cezaevlerinde öldü. Aynı tarihlerde Mora’da  isyan başlamıştı. Çar’ın bu yaklaşımına rağmen Osmanlı devleti, isyanın Rusya tarafından desteklendiğine inanıyordu. Nitekim Çar daha sonra Osmanlı’nın aldığı tedbirleri beğenmediğini, Avusturya aracılığı ile Osmanlı’ya iletilmesini istemişti.

Başlangıçta  şiddet hareketi şeklinde başlayan olaylar isyana dönüşmüş, silahsız Müslümanlara saldıran isyancılar, bir ayda 15 bin kişiyi katlederek mallarını yağmalamıştı. İsyan sonunda Mora’da hiç Müslüman kalmamıştı. Olayı bir ihanet olarak niteleyen Osmanlı yönetimi, Filiki Eterya üyesi  olmasına rağmen, olayların sebebi olarak Rusya’yı gösterip isyancıları aforoz etmek zorunda kalan Fener Patriği V.Grigorios’u suçladılar.[45] Patriğin Rusları  suçlu gösteren afaroznamesi, Mora isyanında etkisiz kalmıştı.  Patrikle birlikte,[46] isyancılarla ilgisi tesbit edilen bazı metropolitler, Babiali baştercümanı Kostantin Moruzi ve Yorgi Mavrokordato’nun da aralarında bulunduğu bir grup Rum’u asmıştı. Bu olaydan sonra ihanetle suçlanan Fenerli Rumların imtiyazlarına son verilmiş, devlet görevi ve ticaretten tasfiye edilmelerine çalışılmıştır.[47]

Alksandre İpsilanti’nin kardeşi Dimitri İpsilanti, Haziran 1821’de Mora’ya giderek isyanın başına geçti.[48] İsyancılar 1922 de Epidor’da 59 kişilik bir meclis toplayarak Epidor ve Epire bölgesinde bağımsızlıklarını ilan ettiler. Beş kişiden oluşan hükümetin başına Avrupa’da eğitim görmüş Aleksadre Mavrokordato’yu getirmişti. Dimitri İpsilantı ise  59 kişiden oluşan senatonun başındaydı. Bu anayasalcı gelişme Rusya’nın hoşuna gitmemiş ve anayasacılar ile çeteciler arasında çatışmalar başlamıştı.[49] Kurulacak olan Yunanistan devletini Rus nüfuzuna bırakmak istemeyen İngiltere, 1822’de  politikasını değiştirerek Yunan davasını desteklemeye başladı. Yunan asilerini savaşçı olarak kabul edip, Kountoriotes yönetimine 2.4 milyon tutarında para verdi.[50] Harekete geçmemesi durumunda Rusya’nın tek başına karar vermesinden korktuğu  ve alınan kararlarda  söz hakkı olmak istediği için ittifaka dahil oldu. Bu politika değişikliği, günümüze kadar İngiltere’nin Yunanistan ve Rumlar arasındaki güç ve arka plandaki organizatör olarak sahne almasına yol açacaktı.

Rusya ise gelişmelerden hiç hoşnut  kalmadı. İstediği kendi himayesinde bir Yunan devleti idi. İsyanla beklediği fırsat doğmuştu. Avrupa devletlerine, Osmanlı devleti ile bir savaşa girdiği taktirde tavırlarının ne olacağını sordu. Avrupa devletleri  tarafsızlıklarını korumaya devam ediyorlardı. Müdahelenin  doğru olmayacağını bildirdiler. Rusya da tek başına müdahaleye cesaret edemedi. İsyan Osmanlı’nın bir iç meselesi olarak gelişmeye devam etti.

Avrupa devletleri,  isyan karşısında tarafsız gibi görünseler de kamuoyları Yunanlıları destekliyordu. Ülkelerinde kurdukları birçok dernekle isyancıları destekliyor, her türlü yardımı yaparak gönüllüler gönderiyorlardı. İsyanı bastırmakta yetersiz kalan Osmanlılar, Mısır valisi Kavalalı Mehmet Ali Paşa’dan yardım istedi. Avrupa tarzında düzenli bir ordusu olan Ali Paşa, oğlu  İbrahim Paşa’ya Girit ve Mora valiliklerinin verilmesini isteyerek  1824’de kuvvetlerini gönderdi ve isyanı kontrol altına aldı. M. Ali Paşanın müdahalesi İngiltere ve Rusya’yı huzursuz etmişti. Çünkü her ikisi de Doğu Akdeniz’de güçlü bir Mehmet Ali Paşa istememekteydi. Karşılıklı çıkar ilişkileri, İngiltere ve Rusya’yı birbirine yaklaştırdı.

İsyan, ikinci evresinde uluslararası bir nitelik kazanmıştı. Fransa, Avusturya, İngiltere  ve Rusya  Petersburg’da iki ay kadar süren görüşmeler sonunda, Osmanlı devletine bir nota göndererek, Mora yarımadasındaki tüm Müslümanların bölgeden çıkarılmasını, Yunanlılara bazı ayrıcalıklar verilmesini ve Mısır birliklerinin durdurulmasını istemeyi kararlaştırdılar. Daha sonra Rusya bu kararı değiştirerek, Yunan sorununa doğrudan müdahale etmeye karar verdi. Bunun üzerine İngiltere  Osmanlı devletine, Mısır birliklerinin durdurulmasını  aksi taktirde müdahale edeceğini bildirdi. Bu sırada Avrupa’da, Mora’daki tüm Hıristiyanların katledileceği, yerlerine Mısır ve Sudan’dan gelecek Müslümanların yerleştirileceği propagandası yayılmaktaydı.

Rus Çarı I. Aleksandre 1 Aralık 1825’de öldü.Yerine 1. Nikola  geçti. Nikola, Aleksandre’den farklı bir  siyaset izleyerek tek başına hareket etme kararındaydı. İngiltere, Rusya’nın Yunan sorununa tek başına müdahale  etmesini uygun görmediği için 4 Nisan 1826 da, Petrograd’da,  St. Petersburg Protokolü’nü imzaladılar. Bu Yunan devleti için ilk adımdı. Avusturya ve Prusya bu protokolü reddettiler. Fakat Fransa bu ittifaka katıldı ve 6 Temmuz 1827’de Londra’da, Londra Muahedesi imzalandı.[51] İngiltere küçük, Rusya büyük bir Yunanistan’dan yana idi. Böylece İngiltere’nin  Doğu Akdeniz donanması Girit’te üslenemeyecekti. Fransa ise Mora ve Atina’yı içine alacak olan bir Yunanistan’a razı idi. Buradaki görüşmelerde özerk bir Yunanistan  fikri üzerinde anlaşmaya varılmıştı. Mısır birliklerinin bölgeden çekilmesini sağlamak amacıyla kıyıları abluka altına  alıp, Peloponnes’e Fransız çıkartma birliği göndermeye karar verildi. Hudutları belirtilen özerk Yunanistan fikri, Osmanlı devletine bildirilmiş fakat Osmanlı tarafından reddedilmişti.

1826’da Yunan isyanı, Osmanlı tarafından bastırılmış, fakat Avrupalı devletlerin müdahalesi Yunan  bağımsızlığına giden yolu açmıştı. Osmanlılar, bağımsız bir Yunan devletinin kurulması teklifini iç işlerine karışmak olarak niteleyince, diplomatik baskılarla yetinmeyen müttefikler, 20 Ekim 1827’de bir baskınla Navarin’de bulunan Türk ve Mısır donanmasını  yaktılar. Osmanlı ordusu  savaş için hazır değildi. Rusya ise Rus – İran savaşı ile meşguldu. Türkmençayı Anlaşması ile Eçmiyadzin ve Erivan’ı ele geçiren Ruslar, bu tarihten sonra  Ermenilerin başı durumundaki Eçmiyadzin Kilisesi üzerinde kontrolü ele geçirmiş ve Ermeniler üzerinde nüfuz sahibi olmuşlardı.1827 ‘de Yunan Milli Konseyi Troezen şehrinde toplanarak Çarlık Rusya’sı eski dışişleri bakanı Yunan asıllı John Kapodisrias’ı başkan seçmişti.

1828’de Rusya, Osmanlı’ya savaş ilan etti. Savaş hem Tuna cephesinde, hem de Kafkas Cephesinde başladı. Doğuda Ahiska, Kars, Erzurum, Bayburt ve Gümüşhane’ye ilerleyen Ruslar, Batıda Edirne’ye kadar gelmişlerdi. Bu sırada Fransızlar’da Mora’ya asker çıkardılar.

1828 – 29 Osmanlı Rus savaşında, Rus ordusu Edirne’ye girdi. 14 Eylül 1829 da imzalanan Edirne Antlaşması ile Osmanlı devleti, Yunanistan’ın özerkliğini kabul etmek zorunda kaldı. 3 Şubat 1830’da imzalanan Londra Protokolü ile önerilen Yunanistan’ın özerkliği ve sınırları resmi olarak onaylandı. Edirne antlaşması ile Rusya’nın Balkanlardaki etkisi artmış, Balkan halkları arasında Yunanistan’ın özerkliğini Rus ordusuna borçlu olduğu görüşü yaygınlaşmıştı. Fakat bu durum İngiltere’nin işine gelmiyordu. Çünkü Rusya ön plana çıkmıştı. Fransa ile anlaşarak Yunanistan’ın tam bağımsız olmasını istedi. Rusya bunu kabul etti ve Londra’da tekrar görüşmeler başladı. 3 Şubat 1830’de imzalanan Londra Protokolü ile özerk Yunanistan’ın sınırları biraz daraltılarak, Mora yarımadasının hemen kuzeyinden geçen sınırı ile Bağımsız Yunanistan  devleti  kuruldu.[52]

Yunan ihtilalinin üç büyük önderinden, cumhuriyetçi fikirleri ile tanınan Adamontios Koraes Fransız, Kolokotrones Rus yanlısı, Aleksander Mavrokordato ise İngiliz yanlısı idi.  Bağımsız Yunanistan, 1827 den sonra bir müddet eski Rus dışişleri bakanı Kapodistrias’ın (Capo D’Istria)[53] yönetiminde kaldı. İlk başta Cumhuriyetçi bir grup ve ideoloji tarafından başlatılan bağımsız Yunanistan fikri bu sürecin sonunda Avrupa’nın kontrol ve denetiminde bağımsız bir ülke oldu. Bağımsızlık ertesinde, Yeni Yunanistan’da bazı hâkim gruplar önceden varolan cumhuriyet fikrini önledi.[54] Rusya’ya meyleden Kapodistrias bir suikastle ortadan kaldırıldı.[55]

Üç devletin Akdeniz’deki  nüfuz mücadelesi sonucu  kurulan Yunanistan Devleti’nin üç garantörü Rusya, İngiltere ve Fransa idi. Avusturya ve Prusya  İmparatorluklarının Yunan isyanında tarafsız kaldıkları, hatta zaman zaman Osmanlı’ya yarayacak yolları tercih ettikleri görülecektir. Bunun Mora isyanına yansıması ise Katolik Yunanlıların isyana destek vermemesi olarak gerçekleşecekti. Bu da  etnik mesele diye ortaya konan sorunun ardında yatan gerçeği, emperyal güçlerin aralarında bir çekişme ve yayılma nedeni olarak etnik meseleleri kullanması olarak açıklamamızın nedenlerinden birisidir. Bunu eleştirenler çıkabilir. Fakat  bu Yunanistan’ın bağımsızlığının İngiliz ve Fransız desteği ve Rus ordularına dayanarak sağlandığı gerçeğini değiştirmez.

Emperyal güçlerin etnik meselelerdeki rolünün üzeri hep örtülmek istenmiştir. Bu genellikle bir takım yerel öğeler öne çıkartılarak yapılırken, bazen de bu konuya dikkati çekmek isteyen şu ya da bu şekilde suçlanır. Konumuz her iki durum için de elverişli. Yine de bu yazımızın çerçevesi içinde bazı ilginç durumlara dikkat çekmeden geçemeyeceğiz. Çünkü kuruluş aşamasından bu yana bitmez tükenmez iddialarla sürekli olarak  topraklarını genişletmiş  ve hala  bu politikanın ısrarlı takipçisi olan Yunanistan’ın durumunu açıklayabilmemiz için bunun gerekliliğine inanıyoruz.

Çünkü Yunanistan devlet olduktan sonra zaman zaman iç savaş seviyesine çıkan  çatışmalar yaşamıştır. Çoğu kez siyasi istikrarsızlıklar içinde çalkalanmış, ekonomik sorunlarını aşamayıp kalkınmasını gerçekleştirememişti.[56] Sürekli dış borç batağına saplanmasına ve kuruluşundan bu yana hiçbir dönem yolsuzlukların önünü alamamış olmasına rağmen topraklarını büyütme imkanını ve kudretini nasıl elde ettiği sorusu her zaman ortadadır.[57]

Yunanistan’ı fakir bir devlet olarak yaşamaya mahküm edip, Osmanlıdan Yunanistan’a yaşamak için göçenlerin bir müddet sonra geri dönmesine, Yunanistan toprağında yaşayanların başta Osmanlı toprakları olmak üzere geçimini sağlamak üzere ülke dışına göçmesine mani olamamışlardır. Bu duruma karşı üretebildikleri tek çözüm, fakirlik ve sorunların çözümünün büyük Yunanistan’ın kurulması ile mümkün olacağına, yani Megalo – İdea’ya halkı inandırmak olmuştur. Bu gün, sokaktaki Yunanlı gençlerin antik Yunan uygarlığından kalan heykellerdeki yüz hatlarıyla, kendi yüzlerindeki hatların benzerliği ile teselli bulduğu, megalomanyak  bir milliyetçilik anlayışının temeli de bu gerçeğe dayanır.

Yunanistan’da ilk kurulan partiler, Rus, İngiliz ve Fransız partileri idi.[58] Bu partiler, sınıfsal ya da sosyal tabanı olan ideolojik partiler değil, kişilerin etrafına toplanmış kalabalıklardan oluşan partilerdi.[59] Olayların Fransız ihtilalinden kaynaklanan modern fikirlerle geliştiğini savunanlar nedense kurulan Yunan Devleti’nin, cumhuriyet değil de, Yunanistan’ın kurulmasında öncülük eden büyük devletlerin rejimleri gibi monarşi (krallık) olduğunu pek irdelemezler. Üstelik Yunanistan’ı yöneten krallar, Yunanlı ve hatta Ortodoks bile değildi.[60] Düşünülmesi gereken bir diğer nokta da demokrasiyi icat ettiklerini söyleyen Yunanlıların, neden uzun yıllar monarşi ve diktatörlükle idare edildiği ve sürekli ihtilaller yaşayıp bir türlü demokrasiye kavuşamadıklarıdır.

Emperyal devletler, maddi olarak çökmüş ve politik olarak bölünmüş  bir halktan yeni bir devlet ve ulus yarattılar. Kendi ulus anlayışlarını ve yönetim biçimlerini hakim kıldılar. Yunanistan’daki iç çekişmeler bu üç gücün arasındaki çekişmelere paralel olarak gelişti.[61] Üç büyük güç, partiler ve elçileri vasıtası ile Yunanistan’ın işlerine karışmaktan geri durmadılar. Elçiler, hükümetler kurup hükümetler yıktılar.[62]Yunanistan’ın yayılmacı gücünü, 2. Dünya Savaşı’na kadar İngiltere ve müttefiklerinden aldığını, 2. Dünya Savaşı’ndan sonra da ABD emperyalizminin ülkeye el koyduğunu söyleyersek, Yunanistan’ın kuruluşundan sonra megali idea denilen yayılmacı iddianın, arkasındaki gerçek gücü de açıklamış oluruz. Zira kuruluşundan beri iç sorunlarını çözememiş,[63]  kilisenin de desteklediği  aşırı milliyetçi duyguları her kesimde etkili kılarak bu sorunların üstünü örtüp. ayakta ve bir arada durmaya çalışmıştır.

Yunanistan bir ulus devlet olarak ortaya çıkmış, fakat bir ulus olmanın sivil temelleri henüz oluşmadığı için bu ulusun  kültürel inşası yukarıdan aşağıya doğru olmuştu. Bunun hikayesi aslında Rum kimliğinin Hellen kimliğine dönüştürülmesi ve Rum – Hellen kimliklerinin çatışması hikayesidir.[64]  J.P.Fallmerayer,  1840’larda Yunanlıların, Hellenlerin devamı olamayacağını savunurken,  karşıtları da modern Yunanlıların, antik Yunanlıların torunları olduğunu iddia ediyorlardı. Yunan ulusunun inşasında en büyük güçlük, ortak bir kimlik yaratılmasında yaşanmış[65] ve 1833 yılında kurulan bağımsız Yunan milli kilisesi[66] ile 1837 yılında kurulan Atina Üniversitesi,[67]  Yunan ulusunun inşasında  ve Yunan milliyetçiliğinin gelişip yayılmasında önemli roller oynamıştır. Fakat Yunan ulusu anlayışına, 1850’den sonra dinsel ögenin belirleyici olduğu Bizans varisliği iddiası hakim olmuştur.

RUSYA VE DOĞU KARADENİZ BÖLGESİ’NDEKİ  ORTODOKSLAR

Rusya, Karadeniz’de güçlü bir donanma bulundurmaya önem göstermiştir. Osmanlılarla anlaşıp ya da fırsatları kullanıp bu donanmayı boğazlardan Akdeniz’e indirme çabaları  daima sürmüştür. Karadeniz’deki Rus donanması, Türk – Rus savaşları sırasında sık sık Karadeniz’in güney sahillerine inerek limanları bombalamış, rastladığı Türk gemilerini  batırmıştır. 1806’daki Trabzon limanı bombalanması ve iki geminin batırılması bu tür faaliyetlerden sadece biridir. 27 Ekim 1810’daki Trabzon’u ele geçirme teşebbüsü ise Rusya’nın bölgede bulunan Ortodoks – Hıristiyanlara dayanarak bölgeyi ele geçirme teşebbüslerinin ilkidir.[68] Bu çıkartmanın hazırlık safhası hakkında pek bilgimiz yok ama uygulanma şekli bize konumuz açısından çok şey anlatmaktadır.

Amiral Sarıcef’in[69]  kumandasındaki Rus filosu, General Galifebolof’un komutasında 5 tabur piyade, 200 Kazak, 30 Rum ve yarım hafif topçu bataryasından oluşan bir çıkartma kuvveti ve 6 ay yetecek erzak ve cephanesiyle birlikte  26 Ekim 1810’da  Trabzon önlerine gelmiş fakat çıkan fırtına nedeniyle burada duramayıp Büyükliman / Vakfıkebir önlerine sığınmıştır.[70]

27 Ekim sabahı Akçabat’ın batı yanındaki Sargana burnuna çıkartma yapan Rus kuvvetlerinin arasında, bölge halkından olan ve eğitilmiş  30 Rum bulunuyordu. Bunların görevi Rus kuvvetlerine rehberlik etmek, bölgedeki Rumlarla irtibatı sağlamak ve Rum köylüleri silahlandırarak Rus kuvvetlerine katılmalarını temin etmekti. Hazırlanan plana göre, Rus kuvvetlerine katılacak Rumlar için 2000 tüfek ve cephane de gemilere yüklenmişti. Nitekim çıkartma için sahile ilk yanaşan sandalların birinde bu iş için eğitilmiş Rumlardan 20’si bulunuyordu ve bunlar süratle görev bölgelerine dağılmışlardı.

Ruslar, Türk – Rus savaşlarının tamamında Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki Hıristiyan – Ortodoks cemaat  arasında benzer örgütlenmeler yapmış ve yayılmacı politikalarında Ermeni ve Rumları kullanmıştır. Merzifon Amerikan Koleji’nde 1886 – 1921 yılları arasında misyoner olarak çalışan George Edward White (1861- 1946)  hatıralarında  bu konuda: ” Rusya ise , kendisini bölgedeki Hıristiyanların koruyucusu ve Bizans İmparatorluğu’nun varisi olarak görüyor ve müdahale edebilmek için karışıklıkların  artmasını tercih ediyordu.”[71]  tesbitini yaptıktan sonra “ 1890’da Karadeniz kıyılarındaki ilk seyahatimizden beri, Çarlık Rusyası’nın bu kıyılar boyunca elle tutulamayan, soğuk ama güçlü varlığını hissettik.”[72] diye yazmaktadır.

Ruslar 1916 yılında bölgeyi işgal ettikleri zaman da Rumlardan rehberlik, istihbarat ve cephe gerisindeki yıkıcı faaliyetlerde bulunma konularında yararlanmıştır. Bu  konuda çok iyi örgütlenmiş olan Rus casusluk teşkilatı, yıkıcı faaliyetlerde bulunmak üzere Rus işgalinden kaçan muhacir aileler arasına Rum ailelerinin karışmasını sağlamış ve bunlar,  görevlerini başarı ile sonuçlandırmışlardır. Terme’den geri dönmek için Rus  donanması korumasında sahile yanaşan gemilere binenler bu faaliyetler sonucu ikna edilenlerdir.

Cephe gerisinde yıkıcı faaliyetlerin en dikkati çeken örneklerden biri de, Vasil Usta kod adlı Pontos çetecisidir.[73]  Vasil Usta 1916 Haziran’ında yanındaki on kadar adamıyla Türk hatlarını  geçerek işgal altındaki Trabzon’a gelir ve burada   Rus karşı casusluk örgütünün şefi Albay Artatov’la buluşur. Türk hatlarının gerisinde  silahlı çeteler oluşturarak, Türk kuvvetlerini yıpratacak faaliyetlerde bulunmak üzere bir program yaparlar. 3 Temmuz’da bir  Rus torpido gemisiyle Samsun yakınlarındaki Devrent Limanına çıkartılan Vasil Usta, bölgede  faaliyete geçer ve Rum köylülerinden 35 kişilik bir kuvvet oluşturur. Bu kuvvetin  siyasi  danışmanlığını Samsun eşrafından  Dimitrios Haralambidis yapmakta ve finansmanını sağlamaktadır. İrtibat için gidip gelen Rus torpidosu  bir defasında Türk kuvvetleri tarafından  fark edilir ve ateş açılır.[74]

Faaliyetleri açığa çıkartıldığı için örgüt, yeraltına iner ve Rus Ordusu Komutanı Yudeniç’e  Rumların katledilmelerini önlemek üzere Samsun’u işgale davet eden mektuplar gönderilmesini sağlar. Ruslar, bu bölgede örgütledikleri ayaklanmaya katılacak olan  Rumlar için 2000 tüfek gönderirken, bölgeyi kısa sürede işgal edeceklerini bildirirler. Bu işbirliğinin farkına varan Türk kuvvetleri, kıyıya insan ve malzeme indiren Rus torpidosu ile müsademeye girmişti.

Sivas’a kadar giden Vasil Usta, Niksar, Tokat, Reşadiye ve havalisinde genel bir ayaklanma başlatmak için çalışır. Haralambidis de kurduğu çeteler için silah temin etmek amacıyla damadını Trabzon’a gönderir.[75]  Batı Pontos gerillalarının şefi olarak ilan edilen Vasil Usta’nın, Yunan Konsolosluğu ile de bağlantısı olduğunu biliyoruz. Türk köylerine saldırırken amacı, Türkleri karşı şiddet eyleminde bulunmaları için kışkırtmak ve Rusları müdahaleye zorlamaktır.[76] Devamlı hareket halinde olan ve bölgede dolaşıp, yolu üzerindeki Türk köylerin basıp yakan Vasil Usta, Türk kuvvetleri tarafından izleniyordu. Sonunda Ordu yakınlarında kıstırıldı. Fakat büyük bir çatışmanın ardından 9 adamı ile beraber 18 Ekim 1916 da Rus işgali altındaki Trabzon’a dönmeyi başardı.

9 Kasım 1916 tarihinde Fatsa’nın doğusuna 20 kadar eşkıya çıkartan Rus torpidosu, Türk sahil muhafızları tarafından fark edilmiş ve çıkan çatışmada bu eşkıyalar öldürülmüştü. 15 Kasım 1916’da 200 kadar Rum ve Ermeni eşkıyası Terme kasabasını basarak yaktı ve destek için gelen Rus muhripleri eşkıyayı ( ve geri dönmek için daha önce Rus ajanları tarafından ikna edilen muhacirleri ) Terme çayının ağzından alarak Trabzon yönüne hareket etti.[77]

Bölgede faaliyet gösteren Türk çetelerinin en ünlüsü Topal Osman[78] çetesidir. Yunan kaynaklarının tanıklıklarına göre Topal Osman’ın, Tirebolu ve  Giresun yöresindeki Rum köylerine yaptığı ilk saldırıların, 1916 Kasım’ında gerçekleştiğine bakılırsa bunların Vasil Usta’nın eylemlerinden sonra olduğu görülür.[79] Fakat mevcut belge ve bilgiler önemsenmediği gibi bu gerçek de yok farz edilmektedir.

İNGİLTERE – YUNANİSTAN YA DA BÜYÜK OYUNUN BASİT KURALLARI

Emperyal güçler, rakiplerine karşı mevzi elde edebilmek için zaman zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun yanında olmuştur. Kavalalı Mehmet Ali Paşa’nın isyanında Rus donanmasının İstanbul  önlerine gelmesini buna örnek olarak gösterebiliriz. Mehmet Ali Paşa’nın oğlu, İbrahim Paşa’nın  yönettiği ordu Kütahya’ya  gelene kadar sessiz kalan ve Osmanlı’nın yardım isteğini reddeden İngiltere ve Fransa, Osmanlı’nın Rusya’dan yardım alması üzerine duruma müdahale etmeye karar verdiler. Araya girerek Mısır güçlerinin Anadolu’yu boşaltmasını sağladılar. Çünkü Rusya’nın Osmanlı üzerinde etkinlik kurmasından çekiniyorlardı.  İngiliz politikası bu tarihten sonra Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü korumayı ilke olarak benimsedi. Bu sırada yeni bir güç olarak ortaya çıkan Amerika da  bölgedeki gelişmeleri dikkatle izleyerek 1830’larda Osmanlı devleti ile diplomatik ilişki kurdu, kapitülasyonlar elde etti ve ticaretini geliştirdi.[80]

Osmanlı, Rusya için  daima ortadan kaldırılması gereken bir devletti. Bu nedenle Rus çarları uluslararası konferanslarda “Hasta Adam” nitelemesi ile sık sık Osmanlı İmparatorluğu’nu masaya yatırmak istemiştir. Rusya’nın sıcak denizlere inme hayali hiç şüphesiz o günlerde emperyal güç olan Avrupa devletlerini de rahatsız ediyor  ve  bunu engelleyip, Rusya’yı kontrol edilebilir bir güç halinde tutmak için değişik politikalar uyguluyorlardı. Rusya’nın Osmanlı üzerindeki baskılarının şiddetlendiği dönemlerde ise bizzat müdahale ederek baskıları önlemeye çalışıyorlardı. Bu rolü  bazen İngiltere’nin, bazen Fransa’nın üstlendiğini biliyoruz. Nitekim İngiliz ve Fransızların Osmanlı ile birlikte katıldıkları 1855 Kırım Harbi  bu politikanın bir sonucudur.[81] Bu savaş sonrasında toplanan Paris Konferansı’nda Karadeniz’in silahsızlandırılmış ve tarafsız bir deniz olması kabul edilmişti. Bunun anlamı Rusya’nın Karadeniz’de donanma bulunduramayacağı idi. Bu da Osmanlı’nın boğazlar üzerindeki hakimiyetini pekiştirmesi demekti. Kırım Savaşı’nın bir diğer önemli sonucu  Rus yayılmasına karşı durabilecek tek gücün Osmanlı olduğunun görülmesiydi.[82]

Çarlık Rusya’sı,  Kırım’ı ele geçirip Karadeniz sahillerine indiği zaman , bu sahilleri elinde tutabilmek için askeri başarılarını,  nüfus ve ekonomik faaliyetlerle de desteklemek gerektiğini biliyordu. Çalışmalarını bu yönde geliştirmeye başladı ve işgal ettiği Karadeniz sahillerini kolonileştirmeye çalıştı. Öncelikle bir Türk gölü olan Karadeniz’de Türklerin hakim olduğu ticari yapıyı  tahrip etti. Hiç şüphesiz bu tahribatta Kırım halkının göçe zorlanması ve Rusların Osmanlı kuvvetleri ile yaptığı savaşların önemli bir rolü vardır.

200 yıldır  Türk gölü olan Karadeniz sahillerinde,  sadece askeri güce dayanarak tutunabilmenin mümkün olmayacağını bilen Rusya, bölgeden göçmek zorunda kalan  ve 2/3’ü salgın hastalık, açlıktan ve Karadeniz’de boğularak ölen Kırımlıların yerine, Ruslar ve Ruslarla işbirliği içinde olan halkları yerleştirdiler. Karadeniz’in kuzey sahillerinde ticari merkez durumunda olan liman şehirlerini ekonomik cazibe merkezi haline getirecek tedbirler aldılar ve bu ticaret merkezlerinde değişik mezheplere mensup Hıristiyan nüfusun toplanmasını temin ettiler.[83] Hiç şüphesiz bu nüfus içinde Ortodoks – Hıristiyanların ayrı bir yeri vardı. Çünkü Moskova Patrikliği, kendini, Bizans’ın yıkılmasından sonra  Rum – Ortodoks cemaatinin de dini lideri gören bir ideolojiye sahipti ve bu anlamda İstanbul’daki patrikhanenin rakibi durumunda idi.[84]

İngiltere ise öncelikle Yunanistan’daki Rus etkisini kırmak ve kontrolü eline geçirmek istiyordu. Bu konudaki en büyük kozu Akdeniz’deki İngiliz donanması idi. Yunan politikasını etkilemek için sık sık Pire’ye demir atan ve Yunan  limanlarına  abluka uygulayan  İngiltere, Yunanistan’daki Rus partisinin nüfuzunu yerle bir etmişti. Birinci Kral Otto’dan sonra tahta geçirdikleri ikinci Kral Georgios’a güç kazandırmak için 1863’de İyonya adalarını Yunanistan’a vererek bu konudaki en önemli atağını yaptı ve  Yunanistan’da kesin bir hakimiyet sağladı.[85]

İngiltere ve batılı güçler, Osmanlı’nın Rusya’ya karşı bir tampon görevi görmesinden yanaydılar. 1878’de Rusların İstanbul’a kadar ilerlemesi, İngiltere’nin karşı koyması ile Rusların geri çekilmek zorunda kalması, bu politikaların yansımasıdır. Bu güç çekişmesi Osmanlı devletini, güçlere veya güç dengelerine dayanacak politikalar izlemeye sevk etmiştir. İngilizler ise Osmanlı hakimiyetindeki Ortodoksların Rus kontrolüne girmesini önlemek için bir yandan Osmanlı yönetimini reformlar yapması yönünde etkiliyor, bir yandan da Yunanistan üzerinden, Rumları kendi kontrolü altında tutabilecek uygulamaları hayata geçirmeye çalışıyordu. Osmanlı topraklarına yayılan İngiliz konsoloslarının en önemli görevlerinden biri de buydu.

Rus siyasetinde, Ortodoks – Hıristiyanlığın liderliği iddiası XVIII. yy da öne çıkmıştı. Bu panortodoks politika, bir dönem için Çarlık Rusya’sı politikasının en önemli argümanlarından biri olmuştur. Bu politika doğrultusunda Mora isyanında ve Yunanistan devletinin kuruluşunda olduğu gibi Karadeniz’in güney sahillerindeki Rumlar arasında da benzer çalışmalar ve örgütlenmeler yapılmıştı. Rusya’nın etkinlik alanı olarak gördüğü bölgelerdeki gruplar üzerinde ısrarlı çalışmalar yapması, diğer emperyalist devletleri, Rusları durdurmak üzere harekete geçirmesi gerektirdi. Nitekim İngilizler izledikleri politikalarda başarılı olarak, Yunanistan ve Rum Patrikhanesi üzerinde hakimiyetlerini tesis ettiler.[86]

Yayılmacı bir politika izleyen Rusya’nın ideolojik silahı panortodoksluktu. Bu politikanın zuhur Yunan-Bizans’ı kurmak şeklinde olacaktı. İngiltere ve Fransa’nın faaliyetleri ile bu panortodoks politika en azından Balkanlarda, Slav ve Romen ortodokslarını tedirgin ediyordu.

Rusya ise  gelişmeler üzerine panortodoks politikayı kısmen terk ederek, Balkanlarda panislavizm politikasını  geliştirdi ve yürürlüğe koydu. Bu politikanın ilk uygulama sahası ise Bulgaristan’dır.[87]

Rusya’nın din esaslı yaklaşımına karşılık, İngiltere ve onun kontrolündeki Yunanistan, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki Ortodoks – Hıristiyanlar arasında bir Yunanlılık şuuru uyandırmaya çalıştılar ve ideolojik mücadelelerini bu  temelde yaptılar.[88] Bu arada Osmanlı topraklarında serbestçe faaliyet gösteren misyonerlerin, Ortodoks Rumları protestan yapma çalışmalarını da zikretmeden gerçeği tam olarak görme şansına sahip olmadığımızı belirtmek isterim.[89] Protestanlığı yaymak isteyen misyonerler, Müslümanlar ve Ortodokslar arasında şansları olmadığını çabuk anlamışlar ve yoğun bir şekilde Ermeni cemaatine yönelerek bu cemaatten önemli miktarda taraftar derlemişlerdir.[90]  Bu süreç[91]devam ederken Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki manastırların keşişleri ve papazları, Rusya topraklarında dolaşıp, yeni inşa edilen manastır ve kiliseler için para toplamaya[92] devam ettiler.

Osmanlı yönetimi, Tanzimatı takip eden yıllarda[93] diğer reformları da uygulamaya koymaya devam ediyor ve bunları batılı devletlerin etki ve telkinleri ile yapıyordu. Bu idari düzenlemelerin büyük bir bölümü batılı devletlerin temsilcilerinin tavsiyelerine göre, elçi veya konsoloslarının nezaretleri altında yapılıyordu. Doğu Karadeniz Bölgesi’nde bu idari reformların uygulaması daha çok İngiliz konsoloslarının nezaretinde yapılmıştır.

Rusların Karadeniz’in kuzey sahillerinde oluşturduğu ekonomik çekim alanlarına karşı, batı sanayi ürünü mallarının ticaretini, bölgede Rumlar vasıtası ile organize ederek yeni bir Rum banker, toptancı tüccar ve esnaf sınıfı yarattılar.  Rumlar arasında modern  maden işleme ve döküm tekniklerini ve yeni meslekler öğreten kurslar açarak, bu sanatların Rumlar arasında yayılmasını[94], meslek sahibi Rum topluluklarının ekonomik yönden kalkınmasını sağladılar.

Bu arada dikkatten kaçan ve  araştırmacılar tarafından hiç üzerinde durulmayan bir konu da Türk köyleri içinde mahalleler ya da dağınık haneler halinde yaşayan Rumların, Osmanlı’nın geleneksel iskan siyasetinin aksine  birbiri ile coğrafi bütünlük teşkil edecek şekilde yeniden oluşturulan Rum  köylerinde bir arada toplanmasıdır. Bu arada her kazadaki Rum köylerinin toplandığı coğrafi bölgelerin içinde ve Rum köyleri arasında kalan Türk mahalle veya köyleri bölge dışında kalan Rum köy veya mahalleleri ile yer değiştirdiler. Bu mahallelerde daha önce oturan Müslümanlar diğer mahallelere taşındı ve bazı köyler İslamî ve Rumi olarak  kesin şekilde ikiye ayrıldı.İkiye ayrılan köylerde, her iki grup kendi cami ve kiliseleri etrafında organize edilerek iki ayrı muhtarlık teşkil edildi. Köyün ortak sorunları Cuma günleri Cuma namazı çıkışından sonra cami önüne gelen ve aralarında kilise papazının da  bulunduğu, Rum mahallesi idare heyeti ile görüşülerek karara bağlandı.[95]

Türk köylerinden ayrılan  ve daha önce batılı devletler tarafından hazırlanan bir programla sanat kurslarında mesleki beceriler kazandırılan Rumlar, bu mesleklerini çevre Türk köylerinde, yakın bölgelerde veya ekonomik serbestlik ortamından yararlanıp Rus çarlığı topraklarında icra ederek, ekonomik yönden kalkınmaya başlamıştı. Bazı Rumlar bölge ile ticarete başlayan  ve İran transit ticareti için bölgeyi kullanan batılı devletlerin yerli acenta ya da toptancıları olarak  gittikçe zenginleşmiş ve hatırı sayılır servetler biriktirmişlerdi. Rum toplumu, batılıların desteği ile zenginleşir ve gelişirken, Türk toplumu  savaşlar nedeniyle fakirleşmiş, güçsüzleşmişti.[96]

Doğu Karadeniz sahillerindeki Ortodoks topluluğun bu şekilde kalkınması ekonomik olarak güçlenmesi hiç şüphesiz bu toplumda bazı kültürel gelişmelere de yol açacaktı. Ekonomik gücün, siyasi istekleri de harekete geçirdiği tartışılmaz. Bu gerçeği  bilen emperyalist güçlerin bölge halkını nasıl yönlendirip nasıl kontrol altında tuttuklarının hikayesi ise Pontos meselesinin son sahnesinin oynandığı  yıllardaki gelişmelerde çok açık olarak izlenir.

Ekonomik olarak gelişen Rum toplumu, yeniden organize edildikleri köylerinde yeni ve büyük kiliseler inşa etmeye başladı. Daha sonra bu kiliselerin yanında ilk okullar açılacak ve bu okullarda modern tedrisat kurallarına göre eğitim verilmeye başlanacaktı. Daha sonra bu okullardan mezun olan çocukların eğitimi için her kazadaki Rum köylerinin toplandıkları dar coğrafi bölgenin merkezindeki köyde lise seviyesinde bir okul açılmıştır. Bu okulların öğretmenleri bölgeden seçilerek, Atina Üniversitesi’nde eğitilen öğretmenler veya Yunan asıllı eğitimcilerden oluşmaktaydı. Atina Üniversitesi’nden mezun  öğretmenler tüm Anadolu’daki Rumlar arasında Yunanlılık bilincini aşılama ve Yunanca’yı yaygınlaştırma gibi iki ana görev üstlenmişlerdi. Bu okulların eğitim programları ve ders kitapları Yunanistan’dan gelmekteydi. Ders kitaplarında, Yunanlılık şuuru uyandıracak ve Osmanlı düşmanlığı  körükleyecek şiirler, ifadeler ve tarihi bilgiler bulunuyordu.

Bütün bunların arkasındaki gerçek gücü görebilmemiz için,  tarihsel süreci izlememiz yeterli. Ama biz burada sadece Yunanistan’ın Birinci Dünya Savaşı’na girmesine değinerek bir fikir sahibi olmanızı sağlamaya çalışacağız. Çünkü bu süreçte Yunanistan ile ilgili yazdığımız ve bunlara dayanarak ileri sürdüğümüz konularla ilgili her şeyi hatırlatacak bir nokta  vardır.

PONTOSCULUK KAZANI KAYNATILIYOR

Birinci Dünya Savaşı’nın başlangıcında, Balkan devletleri içinde savaşa en geç giren devlet Yunanistan’dı. Diğer devletler savaşa girecekleri tarafı seçmiş, savaş sonrası elde edecekleri ile ilgili pazarlıklarını tamamlayıp anlaşmalarını imzalamışlardı. Yunanistan’ın gecikmesinin  nedeni, Yunan devletinin kuruluşuna dayanan özelliklerinden kaynaklanıyordu. Savaşın başlangıcında Yunanistan tahtında I. Kostantinos  oturuyordu. 1913’de tahta oturan  I. Kostantinos, Alman imparatoru  II. Wilhelm’in kayınbiraderiydi ve Alman yanlısı bir politika izleme eğilimindeydi. O’nun Alman yanlısı politikasını destekleyenler ittifak devletlerinin kazanacağına inanıyorlardı. Fakat İngiltere ve Fransa’nın Akdeniz’deki deniz gücüne karşı koyacak durumda olmadıkları için Almanya’ya açıktan destek verilemiyordu.

Başbakan Venizelos ise İngiliz taraftarı idi. Osmanlı devletinin Almanya safında savaşa girmesi Venizelos’a  hareket alanı sağlamıştı.Yine de kral ve genelkurmay başkanı, İngilizlerin safında savaşa girmeye karşı idi. Bulgarlar savaşa girince İngilizler, Sırbistan’a yardım etmesi için Yunanistan’ı sıkıştırdı. Sonuç alamayınca daha önce imzalanmış anlaşmalardaki haklarını kullanarak Sırbıstan’ı desteklemek üzere Selanik’e 250.000 asker çıkardı.[97] İsteğini elde edemeyen Venizelos da tırmanan gerginlik sonunda başbakanlıktan istifa ederek Selanik’e geldi. Burada itilaf devletleri tarafından desteklenen bir hükümet kurdu. İngiltere, bu hükümeti meşru hükümet olarak tanıdı. Geçmişte çok sık olduğu gibi Pire’de bir İngiliz ve Fransız donanması toplandı ve Haziran 1917’de I. Kostantinos, tahtını ikinci oğlu Aleksandros’a bırakmak zorunda kaldı.Venizolos İngilizlerin sağladığı bir zaferle Atina’ya döndü ve Yunanistan birkaç gün sonra savaşa girdi. Diğer devletlerin aksine Yunan hükümeti savaş sonrası kazançları dair hiçbir teminat almadan savaşa girmişti.[98] Savaş sonrasında ise Yunanistan galip gelen kuvvetlerin yanında olmasına rağmen savaşta kazandığından çok şeyi kaybedecekti.

Batının empoze ettiği reformlarla ayakta duracağına inanan Osmanlı yönetimi, hayata geçirilen eşitlik kavramı uyarınca Müslüman ve Hıristiyanlar arasındaki bir çok ayrımı kaldırmıştı. Bu uygulamaya göre Hıristiyanlar da askerlik görevi yapacaktı. İşte bu karar Osmanlı için yeni bir iç huzursuzluğun kaynağı olmuştur. Özellikle Balkan Harbi (1912) ve Birinci Dünya Savaşı (1914) seferberlik uygulamalarında, askere alınan Rum ve Hıristiyanların çoğu ya askere alınmamak için ya da askerden silahları ile birlikte firar ederek köylerinin çevresindeki dağlara çıkmışlardı. Metropolikler ve papazlar vasıtası ile örgütlenen bu çeteler, savaş halindeki  devlet için baş edilemeyen bir sorun, halk için huzursuzluk kaynağı olmuştur. Böylece Balkan harbinden itibaren Karadeniz bölgesinde, Pontos meselesinin alt yapısını oluşturan çetecilik dönemi başlamıştı.

Bu dönemde başlayan, Pontos meselesinin organizasyonunu, perde arkasını ve altyapısını anlamak için dört isim seçtik ve bu isimler çevresinde gelişen  olaylardan hareket etmeyi tercih ettik. [99] Bunlar Amasya Metropoliti Germanos Karavangelis, Trabzon Metropoliti Hırisantos Filippidis, Marsilya’da yerleşmiş bulunan tüccar Costantin Costantinides ve Yunan ordusu subaylarından albay D.Kateniotis’dir.

Amasya Metropoliti Germanos Karavengelis

Amasya metropoliti olan Germanos Karavangelis (Yermanos), 1900 ile 1907 yılları arasında Makedonya’da, Kastoria metropoliti idi. Osmanlı hakimiyetindeki  topraklarda Rumlarla Bulgarların birbirine karşı verdikleri gizli savaşta, Rumları örgütleyip kışkırtanların başında olan Germanos’un faaliyetleri sonucu, bölgede Yunan etkisinin artmasından çekinen Rus elçisi, Osmanlı hükümetine baskı yaptı. Merkeze alınması için harekete geçilen Germanos, daha sonra  1908’in Ocak ayında Amasya Metropoliti olarak atandı. Bu sırada 1908 devrimi gerçekleşmiş, meşrutiyet ilan edilmişti. Ortada bir savunma örgütü kurmayı gerektirecek huzursuzluk yokken, Samsun’un varoşu olan Kadıköy gençlerinden ilk silahlı milis örgütünü kurdu. Yunanlı Destunis şirketinin bir gemisiyle getirilen ve Kadıköy’de Mercanis’in kahvesinde depolanan elli kadar Manliçer marka tüfekle bu gençleri silahlandırdı. Ayrıca 1912’de patlayan Balkan savaşında, Yunan ordusunda savaşmak üzere bölge gençlerini Yunanistan’a gönderdi.[100] Bundan sonraki tüm faaliyetleri  bölgesinde çeteler örgütlemek, bunlar vasıtası ile özellikle dağlık bölgelerde kurtarılmış bölgeler oluşturmak, buralarda yuvalanan çeteleri beslemek için zenginleri organize etmek ve çetelerin siyasi yönden yapılanmalarını temin etmek gibi, bir ayaklanma için gerekli tüm organizasyonları hayata geçirmek şeklinde sıralanabilir.

Mustafa Kemal, 1919 yazında Samsun bölgesinden gönderdiği raporlarda 33’ü Samsun’da olmak üzere bölgede 40 kadar iyi bilinen Rum çetesi olduğunu kaydeder ve Germanos’un yönettiği  bu çetelerin siyasi bir hedef için çalıştığını belirtir.[101] Mustafa Kemal’e göre İngilizler bu durumdan haberdardır ve bölgede bir oldu bitti yapma hazırlığı içindedirler. Bu çerçevede baktığımız zaman Germanos’un 1908’den  1922’ye kadar Samsun, Amasya, Merzifon, Ordu ve Giresun  bölgelerindeki tüm çetecilik olayları ile şu ya da bu şekilde  ilişkisinin bulunduğunu görürüz.[102] Çete liderlerini kilisede toplayıp aralarındaki koordinasyon bozukluklarını giderdiğini, onlara yeni vazifeler verdiğini ya da bu çetelere güvenip Türk yetkilileri tehdit ettiğini biliyoruz. Çetelerin daha çok Türk muhacirlere saldırmak, Türk köylerini baskı ile yıldırıp kendilerine düzenli olarak yiyecek verilmesini temin etmek, Cephe gerisinde ordunun ikmal kollarına baskın verip bozgunculuk yapmak, Kurtuluş Savaşı’nda,  Samsun üzerinden Ankara’ya silah ve yiyecek  sevkıyatını engellemek gibi işler yaptığına dikkat edersek bunların güdümlü bir  tedhiş organizasyonu olduğunu görürüz.

Osmanlı coğrafyasında dağınık olarak yaşayan bütün Rumları içine alacak bir Yunanistan hayali için çalışan Germanos’un faaliyetlerinin ne kadarının Samsun’daki Yunan konsolosluğu tarafından desteklendiğini bilme imkanımız yok.[103] Yine de geçmişi ve bölgedeki  faaliyetleri, din adamından daha çok Yunanistan hesabına çalışan bir terör organizatörü kimliğini ortaya çıkartmaktadır. Nitekim İstanbul’da ve 1921 yılında gittiği Atina’da bir çok faaliyete katılmış, teşebbüslerde bulunmuş, “Pontos Fecayii” adını verdiği bir raporu, Atina’daki İngiliz ve Amerikan elçiliklerine sunmuştu.

Trabzon Metropoliti Hırisantos Filippidis

İkinci isim Hırisantos Filippidis’dir[104]. Gümülcine’de doğan Hırisantos, İstanbul Heybeliada Ruhban Okulu’nu bitirdikten sonra felsefe eğitimini Leipzig ve Lozan’da tamamlamıştır. 1913 yılında, 32 yaşında iken Trabzon kilisesinin başına getirilmişti.[105] Germanos’un tam tersi bir yapıdaydı ve Ortodoks kilisesinin “Bizansçı” çizgisindendi. Tarihe mal olmuş bir dizi olayın yaşanmasından sonra en son ulaştığı görüş, Rum toplumunun Türk toplumu ile işbirliği yapması idi.[106] Bu işbirliğinin Rumların üstünlüğü ile sonuçlanacağı ve bunun da doğal bir sonuç olacağını düşünüyordu.[107]

Zaman ve zemine göre hareket etmede büyük ustalık gösteren Hırisantos,[108] açıkça bu çizgiye aykırı bir davranışı olmadığı için, Rus işgali öncesinde Türkler Trabzon’u boşaltırken vali Cemal Azmi Bey, şehri Hırisantos’a emanet etmişti. Ruslar çekilirken bıraktıkları silahları Rumlara dağıtıp silahlandıran Hırisantos, Gümüşhane boğazında 15. Kolordu’ya bağlı bir tümenin varlığını bildiği için maceraya atılmamıştı. ‘Deli Halit Paşa’ olarak Türk Milletinin gönlüne taht kuran Halit Bey’in de görev yaptığı bu tümen,  dağlık bölgede,  dağınık olarak bulunan 7 bini silahlı, 20 bine yakın Rum’u  etkisiz hale getirmek için Tortum bölgesinden nakledilmişti. Bu tümene bağlı kuvvetler, Müslüman halkın desteği ile  Santa yaylasını üs olarak seçen Rum çetecilerini kuşatmış, etkisiz hale getirmiştir. Santa çetelerinin büyük bir çoğunluğu teslim olunca, başka yerlerden gelip Meryemana Manastırı ve civarındaki dağlarda toplanan çeteler de dağılmıştı.

Kafkasya’da bir Yunan askeri gücü oluşturmak için, Trabzon’dan gönüllü gençler isteğini, bu tür maceraların sonuç vermeyeceğini bildiği için oyalayarak nazikçe reddeden Hırisantos, mütareke döneminde,  savaş sonrası paylaşım görüşmelerinin yapıldığı ve 18 Ocak 1919’da başlayan Paris Barış Konferansı’na[109] katılmak için[110] 28 Mart 1919’da Trabzon’dan ayrıldı. İstanbul’da, konferansa  giden  Patrikhane[111]heyetine katılan Hırisantos, bu heyete Pontos Devleti uğruna diplomatik mücadele  vermek üzere katılmıştı. İzlediği İstanbul, Marsilya, Paris yolunda, Pontos dernekleri yönetici ve temsilcileri ile görüşmeler yapıp,  istatistiki bilgi, görüş ve temsil yetkisi  almaya çalışmıştı.

Paris Barış Konferansı’nda temaslarda bulunmuş, 2 Mayıs 1919’da konferansa Pontos konusunda bir muhtıra sunmuş, gazetelere röportajlar vermişti. Paris’te, başta Venizelos ve İngiliz yetkileri olmak üzere itilaf devletlerinden, Trabzon’un Ermenistan’a verilmesi[112] için çalışma yapma emri  aldı.[113] Pek hoşnut olmadığı bu karardan sonra önce İngiliz, sonra  Amerikalılarla  görüşmeler yaptı. Her ikisine de  bölgeye asker göndermelerini, İngiliz veya Amerikan yönetimi altında yerli gençlerden jandarma birlikleri kurularak kendilerini destekleyeceğini belirten teklifler sundu. Ekim 1919’da Batum’da Pontos Cumhuriyetinin kurulduğu açıklanmıştı.

9 Kasım 1919’da Trabzon’a dönerken aynı gemide bulunan Trabzon valisi Haydar Bey’e Türk ve Rum halkının bir arada yaşaması gerektiği şeklinde beyanlarda bulunan Hırisantos, Trabzon’daki bazı Türklere görüşüp, askeri yapısı Türklerin, ticari yapısı Rumların elinde olacak şekilde kurulacak  bir Pontus federasyon devleti için tekliflerde bulundu.[114]

Hırisantos, genellikle tedhişle ilgisi olmayan, sorunu politik yolla çözmeye çalışan bir lider olarak sunulur. Biz onun bu politik kişiliğine katkıda bulunmak için, bazı  görüşme ve diplomatik çabalarına işaret etmek istiyoruz. Bunlarda birisi, Birinci Dünya Savaşı başlangıcında silah altına alınan Rum gençleri için Türk yöneticileri ile görüşüp, Rum askerlerin sivil işlerde çalışmasını sağlamasıdır. Bir diğeri bölgeyi işgal eden Ruslarla  yaptığı görüşmeler ve çalışmalardır.

Metropolitlikte ele geçen belgelerden anlaşılacağı gibi[115] Ruslar lehine casusuluk yapan Rumlarla ilişkisi olan Hırisantos,  Rusların Osmanlı askerlerine hitaben yayınladığı bildirilerin dağıtılmasında da katkıda bulunmuştur. Bölgenin yönetimi ile ilgili Rus yetkililerle  görüşmeler yapıp bölgedeki Rumlarla ilgili bir protokol imzalamış. Ruslar çekilirken elde ettiği silahlarla Rum köylerini silahlandırmıştır. Bir yandan bağımsız bir Pontos devleti için İstanbul’da, Venizelos’un talimatı ile Pontus güçlerini organize etmek üzere görevlendirilmiş Albay Kateniotis, işgal İstanbul’undaki Yunan Yüksek Komiseri Kanellopulos ve Metropolit Germanos’la çalışırken, bir yandan da  Türkiye’nin Amerikan mandasına alınması tartışmalarına katılmaktaydı. Diğer yandan, Anadolu’da Sivas Kongresini tamamlamış olan Mustafa Kemal hareketi ile İstanbul hükümeti  arasındaki bağlantıyı sağlayan İzzet Paşa ile  görüşüp Trabzon yöresindeki Rumlarla ilgili 10 maddelik bir protokol imzalamıştı.[116]

Paris’ten döndükten sonra 1920 başında Türk yetkililerine seyahati konusunda yanıltıcı bilgi verip, Batum, Tiflis ve Erivan’a bir gezi yapan Hırisantos, Batum’da bir Rum Pontos Meclisi ve Hükümeti kuruluşuna katıldı. Erivan’a giderek, Ermeni hükümetiyle Rum – Ermeni Konfederasyonu konusunda bir anlaşma imzaladı.[117] Hırisantos bir ara çeşitli vesilelerle, Türklerle adem-i merkeziyetçi bir yönetim kurulmasından yana olduğunu  açıklamaya başlamıştı.[118]

Türklerin doğuda Ermenileri bozguna uğratmasından sonra, tarih Venizelos’un önüne yeni bir fırsat çıkarmıştı. Artık Trabzon, Ermenilere verilemeyecek kadar Ermenistan’dan uzaktı. İstanbul’un işgali ve Pontos Devleti kurulması için İngilizleri işbirliğine çağırıyordu.

Gelişmeler üzerine Paris’teki konferansta, (27 Şubat 1920) Trabzon, ileride kurulacak Ermeni  Devleti’nin sınırları dışında bırakıldı. Hırisantos, 1920’de aynı maksatla tekrar Paris, Londra ve San Remo’ya gider. Londra[119] ve San Remo[120] konferansları, Sevr Anlaşması’nın hazırlık görüşmeleri için toplanmıştı. Bu sırada, 10 Ağustos 1920’de imzalanan Sevr antlaşmasının Osmanlı’ya dayatılması gündeme gelmişti. İtalya devre dışı bırakılırken, Fransa da durumdan hiç memnun değildi. Daha önce kendisinin zannettiği pastadan, umduğundan küçük bir pay almıştı.[121]

Mustafa Kemal’in organize ettiği Anadolu hareketi Sevr’i kabul etmemişti. İngiltere’nin beklentilerinin gerçekleşmesi Sevr’in uygulanabilmesine bağlı idi. İngiltere,  Yunanistan’a Sevr’i askeri yoldan dayatma görevi verdi.[122] Bunun anlamı İtalyanlar işgal etmesin diye Yunan ordusunun çıkmasına izin verdikleri Batı Anadolu’dan Ankara’ya doğru ileri hareketin başlaması idi. Konunun  Pontos meselesi ile ilişkisi ise İngiltere’nin  Pontos  hevesi ile Yunanistan’ı Karadeniz’e çıkartarak Ankara’yı kıskaca almayı düşünmesiydi. Cemaatini  emperyalist güçlere sunup, yeni bir efendi bulmak için çırpınan Hırisantos, dönüş yolunda Atina’dan İstanbul’a doğru hareket ettikten sonra, Yunanlıların ileri harekete başlayıp, Anadolu içlerinde ilerlediği haberini alınca geri döndü ve Pontos meselesini ortaya atmak için Atina’da toplanan “Pontos Kongresi” ne katıldı.

TBMM Hükümeti, doğuda Ermenilere karşı başlattığı hareketi, Gümrü Antlaşması  ile sonuçlandırmıştı. Sovyetlerle imzaladığı Moskova Anlaşması ile Batı Anadolu’da yapacağı harekat için silah yardımı aldı. Teslim alınan silah ve cephane derme çatma gemilerle, takalarla sevkedilmeye başlandı. Bu işbirliği ve sevkiyat, İngiltere ve Yunanistan açısından Karadeniz bölgesine ayrı bir önem kazandırmıştı. Daha önce bölgeye  sızdırılan Yunan subayları, silahlar ve çeteci sayısında önemli artışlar oldu. Bölgede faaliyet gösteren silahlı çeteci sayısı 25.000’e ulaştı.  İngiliz ve Yunan donanmasının Karadeniz’deki bombardımanları, örgüt ve sayı açısından çoğalmış, çetecilerin azgınlıkları, Batı Anadolu’daki Yunan ilerlemesi ile ilişkili olarak, artarak yayılmaya başlamıştı.

Samsun bölgesindeki yetersiz Türk kuvvetleri saldırıları önleyemiyor, alan hakimiyeti yer yer kaybediliyor, asayiş sağlanamıyordu. Bu gelişmeler[123] TBMM Hükümetini tedbir almaya mecbur etti[124]. Çeteleri etkisiz hale getirmek için Merkez Ordusu kurularak komutanlığına  Nurettin Paşa atandı.[125] Mevcudu başlangıçta 10 bin kişi olan Merkez Ordusu, ilk günlerde çetecileri sökememişti. Çünkü çetecilerin sayısı 25.000’e ulaşmaktaydı. Fakat batı cephesinde elde edilen başarılardan sonra Merkez ordusu takviye edildi, [126] sayısı 20.000’e ulaştı. Alınan askeri ve idari tedbirlerle[127] Pontos  isyanı bastırıldı. 17 Ağustos 1921’de çalışmalarına başlayan Amasya İstiklal Mahkemesi, Hıyanet-i Vataniyye kanunu gereği, olaylarla ilgili 10 Ekim 1921’e kadar, 3’ü Müslüman 174’ü Rum olmak üzere toplam 177 kişiye idam cezası vermişti. 74 kişi gıyaben idama,10 kişi kürek cezasına çaptırıldı, iki kişi de hapseddildi. 34 kişi şüpheli görülerek Milli Mücadelenin sonuna kadar sürgün oldular ve bir kişi de beraat etti.[128] Trabzon Metropoliti Hırisantos, Giresun Metropoliti Lavrentios ve Costantinides gıyabında idam kararı verilenler arasında idi.

Bazı gelişmeler Mustafa Kemal’in başarıya ulaşabilmesi için çok önemli fırsatlar doğurmuştur. 1920 başlarında Rusya’da Kızılordu’nun, Beyazlara galip gelmesi ve Kafkaslarda ilerlemesi ile Türk ordusunun bütün karşı saldırılarını püskürtüp Ermenileri yenmesi bunların en önemlisi idi. Bu gelişmelerden sonra İtilaf devletleri Kafkasları terk etmek zorunda kalmıştı.[129] Bir maymunun ısırdığı Yunan Kralı Aleksandros’un 25 Ekim 1920’de ölmesi ve Yunanistan bir hanedanlık bunalımı yaşarken, Venizolos’un seçimlerde hezimete uğraması süpriz sayılan gelişmelerdendi. Gelişmeler üzerine Venizelos istifa etti ve ülkeden ayrıldı. Bu olaydan sonra daha önce tahtan uzaklaştırılan  Kral Kostantin Atina’ya döndü ve itilaf devletlerine rağmen tahta oturdu.

Yeni Yunan hükümetinin Anadolu’dan askerlerini geri çekmesi gündeme gelmişti. İngilizler gelişmelerden  endişe duyarken, Yunanistan’ın İngilizler yanında savaşa girmemesi için tarafsızlık politikası izlemiş olan kral, savaşa devam etmekten başka bir yol bulamadı. Bu tereddüt ve bekleme dönemi, Türk kuvvetlerine toparlanmak için çok önemli zaman kazandırmıştı. Bütün bu gelişmeler Atina komitesi ile ortak çalışmalar yaparak, Yunan kuvvetleri ile Giresun’a gizli bir baskın planlayan Germanos’un planlarının da havada kalmasını sağlamıştı.

Costantin Costantinidies

Üçüncü isim, Marsilya’da tüccarlık yapan Costantin Costantinidies (Kosti Kostantinidis )’dir. Giresun eski belediye başkanlarından Kaptan Yorgi’nin oğlu olan Costantinides, Avrupa’da Pontosculuk hareketlerinin öncülüğünü yapmakta ve Pontos davasını Avrupa kamuoyuna anlatmak için maddi destek sağlamaktaydı.  4 Şubat 1918’de Marsilya’da topladığı  “Hariçteki  Pontoslular Kongresi” ile Avrupa ve Amerika’daki Pontosluları[130] bir araya getirmişti. Kongrede yaptığı konuşmada, Osmanlı düşmanlığından hareketle bölgedeki Rum nüfus konusunda çok abartılı rakamlar dile getirdi. Costantinidies’in kongrede dile getirdiği kışkırtıcı ifadeler ve abartıcı sözler büyük bir coşkuyla karşılandı. İtilaf devletlerine ve Bolşevik Ruslara müracaat edilerek, Pontos Cumhuriyetinin kurulabilmesi için gerekli yardım ve desteğin istenmesine karar verildi. İngilizlere, Rus Hariciye Komiseri Troçki’ye, Batum’daki Rum gönüllüler komutanı olan Miralay Anonias’a[131] ve Batum yolu ile Trabzon Metropoliti Hırisantos’a  telgraflar çekildi.

Costantinidies, Kasım 1918’de Marsilya’da ikinci bir kongre daha toplamış ve 15 Kasım 1919’da Paris Barış Konferansı’na Pontos konusunda bir muhtıra sunmuştu. Bu muhtıra da abartılı rakam ve iddialarla dolu idi.[132] Barış konferansına katılan  itilaf devletleri bu iddiaların abartılı olduğunu bildiklerinden, Ermeni istekleri doğrultusunda,  Trabzon’un Ermenistan’a bırakılmasına karar verdiler.[133] Bunun üzerine Costantinidies Paris’te Bogos Nubar Paşa ile görüştü. Fakat bir sonuç elde edemedi. Sırtını emperyalist güçlere yaslayan ve bunun yeterli olacağını düşünen Bogos Nubar Paşa burnundan kıl aldırmıyordu. Aynı güçlerin işbirlikçisi olan Venizelos da,  Batı Anadolu’yu elde edebilmek için  Bogos Nubar Paşa ile aynı kararı destekliyordu. 16 Ocak’ta  Parisli Ermeniler tarafından şerefine verilen bir ziyafette kadehini, Doğu’da Rumlar ve Ermeniler arasındaki derin işbirliği ve dayanışma için kaldırdı. Barış Kongresi’nin 3-4 Şubat tarihli oturumlarında yaptığı konuşmada Trabzon’un Ermenilere verilmesi gerektiğini savundu.[134]

Venizelos’u en çok rahatsız eden Pontus’taki  Rumların, Ermenistan’ın boyunduruğuna girmeyi asla kabul etmemesi, hatta Türklerle birlikte yaşamayı buna  tercih etmesiydi. Nitekim Batum’da kurulan Pontos Rumları Derneği, İstanbul’da bulunan Yunan Yüksek Komiserliği’nden, Patrikhane’den ve Costantinides’ten, Ermenistan’ın egemenliğine girmeden özgürlüğe kavuşabilmeleri amacıyla izlenmesi gereken politikalarla ilgili direktiflerini sordu.

Costantinidies, Paris Konferansı’na  “Pontos Yerlileri Kongresi Reisi” sıfatıyla   ve ”Paris’te İttihad-i Milli Reisi” sıfatını taşıyan Socrat Oeconomis ile birlikte ortak bir muhtıra  sunarak iddialarını tekrarladı. Ermenilerin  Doğu Anadolu’da yenilmesinden sonra,  Rumların önünün açıldığını düşünen Hırisantos da tekrar Paris yollarına düştü. Anadolu’yu  Ermeniye, Rum’a verip parselleyen ve Türkleri buna razı edeceklerine inanan emperyal güçler, Türkleri ikna etmek için bir çok yerli işbirlikçiyi de harekete geçirmişti. İşledikleri ana fikir, zavallı Türklerin düvel-i muazzama karşısında teslim olmaktan  başka  şansı olmadığıdır. Zaten Türklük diye bir şey de yoktu. Müslümanların lideri halife ise işgal kuvvetlerine karşı çıkılmamasını istiyordu. Ortalık İngiliz muhiblerine, manda seçicilerine kalmıştı. Fakat Mustafa Kemal’in Anadolu’da başlattığı direniş oyunu bozdu. Mustafa Kemal’in direnme konusundaki iradesi, Anadolu’nun iradesi haline gelmişti.

Emperyal güçlerin, Anadolu’nun yarısını teslim etmeye hazır oldukları Ermeniler, ancak Kafkasya’da tutunabilmişti. Bilinen  gelişmeleri izlediğimiz zaman Anadolu’yu yutmaya çalışan  İngiliz işbirlikçilerinden, bağımsız Pontos  Devleti hayaline saplananlar, gelişmelere göre hayallerine gem vurmak zorunda kalmışlardı. San Remo Konferansını izleyen Hırisantos ve Costantinidies, 30 Nisan tarihli memorandumlarında artık sadece yeni kurulacak olan Türk devleti bünyesinde Pontus’u içine alan bir idari birim kurulmasını ve bu birimin başına Milletler Cemiyeti tarafından bir vali atanmasını taleb edebiyorlardı.[135]

Albay D. Kateniotis

Pontos Meselesi’ni açıklamak için önemli gördüğümüz üçüncü isim Yunan ordusu subaylarından albay D. Kateniotis’dir. Kateniotis’in bu olayda tarihe yansıyan vazifesi, Pontos Davası adına harekete geçirilen yerel güçlerin, bölgede İtilaf  Devletleri ve Venizelos’un isteklerine uygun faaliyetlerde bulunmasını temin etmekti. Bölgede yaşayan insanlara çok büyük bedeller ödetecek olan  gelişmeler için  İngilizler hiç bir zaman suçlanamayacaktı. Çünkü arada Yunanistan perdesi vardı. Yunanistan ve bölgede yaşayan Ortodokslar, gelişmelerde gönüllü rol almaları için gerekli ideolojik alt yapı ile donatılmıştı

Kateniotis’in faaliyetlerini, Yunanistan’ın, askeri açıdan Pontos meselesine ilgisini ve rolünü göstermek bakımından önemli görüyoruz. Ama Yunanistan’ın bu olaylardaki rolünü açıklamak için bir kaç isimden daha bahsetmek zorundayız. Bunlardan biri Yunanistan’ın İstanbul Başkonsolosu Koharis idi. Koharis’in konumuzla ilgili faaliyetleri arasında Patrikhanenin müracaatı ile jandarma işlerini yürütmek üzere Trabzon’a üç Yunan subayı göndermeyi sayabiliriz. Ama bu onun rolünü anlamamız için yetmez. İstanbul ve bölgedeki bütün Rum derneklerinin açılma, teşkilatlanma ve propaganda faaliyetleri, Yunanistan adına Koharis’in kontrolündeydi. Mart 1918’de, İstanbul’da 5 kişiden oluşan bir mahkeme kurmuş ve Rumların davalarını Osmanlı mahkemelerinden çekerek, bu mahkemede görülmesini sağlamıştı. Rumların Osmanlıya vergi vermesini yasaklamış, Rumlara Yunan pasaportu dağıtarak Yunanistan’ın etkisini yaymaya çalışmıştır. Venizelos’un iktidardan düşürülmesinin ardından  o da görevinden ayrılmış ve yerine Salakis atanmıştı.

İkinci isim, Yunanistan’ın  diğer işgalcı devletlerin yaptığı gibi yaparak, İstanbul’a  Yüksek Komiser olarak atadığı Kanellopulos dur. Kanellopulos, işgal kuvvetlerinin yüksek komiserleri ile görüşüyor, Rumlar dışındaki azınlıklarla temas ve görüşmeler yapıyor, Rumlarla bunlar arasında siyasi işbirliği kurmaya çalışıyordu. Bu çerçevede İstanbul’daki Yahudi cemaati ile Rum cemaatini siyasi olarak birleştirme teşebbüslerini,[136] Ermeni Patriği Zaven Efendi ile, Paris’te verilen kararlar ve Venizelos’un verdiği talimatlar doğrultusunda müşterek faaliyetlerini sayabiliriz.

Yunanistan’ın İstanbul’u işgalcı devletlerden devralma taleplerinin takipçisi olan Kanellopulos, görevden ayrıldığı 22 Ocak 1921 e kadar Venizelos’un verdiği talimatla İstanbul Rumluğunu, Patrikhane, Rum basını ve diğer Rum teşkilatlarını kullanarak İstanbul ve Anadoludaki Rum toplumunda, Yunanistanla birleşmek isteğini öne çıkartmaya çalışmış, koordinasyon yapmıştır.

Üçüncü isim ise, Patrik vekili Doroteos idi. 1919 yılında Fener Rum Patriği ve Karamanlı

Rum olan  V.Germanos görevden uzaklaştırıldı. Yerine, İngiliz belgelerinde zeki, gözüpek ve azimli bir papaz olarak tanımlanan Bursa Metropoliti Doroteos Mamelis, patrik vekili sıfatı ile  oturtuldu. Venizelos’un talimatıyla gerçekleşen bu operasyonda, İngiliz desteği de vardı. Osmanlı yönetiminin, Patrikhane nizamnamesine göre, yeni patrik seçilmesi gerektiği şeklindeki ikazlarını dikkate almadan, makamı vekil olarak işgal eden Doroteos, bu opearsyondan sonra, “Sen Sinod” meclisini nizamnamesini de bir kenara bırakarak, Venizelos’un temsilcisi olarak, Yunan Büyükelçisi, Yüksek Komiseri ve Albay Katetionis ile birlikte çalışmaya başlamıştı.O’nun bundan sonraki faaliyetlerinden bir kaçını sıralarsak sanırım neyi kastettiğimiz daha iyi anlaşılmış olur.

Venizelos’un İstanbul’daki üçüncü önemli adamı olan Patrik vekili, Venizelos’un fikir ve talimatlarıyla hareket ederek,  Patrikhane’yi Yunanistan’ın emrine vermiş, adım adım Osmanlı yönetimi ile bağlarını kesmeye başlamıştı. 9 Mart 1919’da yayınladığı bir beyanname ile cemaatinin, Osmanlı Devletine  olan vergi, vatandaşlık vd. yükümlülüklerinden af edildiğini bildirmişti. Cemaatinden daha önce Osmanlı’nın uyguladığı seçim usulunden farklı olarak, kendi muhtar ve idare heyetlerini seçmelerini istedi. Temmuz 1919’da çift başlı kartaldan oluşan Bizans bayrağını Patrikhanenin kapısına astırdı. Rum okullarındaki Türk bayraklarını, Türkçe levhaları kaldırttı. Türkçe eğitimi yasakladı. Rum nümayiş ve mitinglerini organize etti. Hapisteki Rumların serbest bırakılmasını sağladı. Askerlik şubesi kurarak İzmir’e çıkan Yunan ordusu için Rum gençlerini askere almaya başladı.

Rum okul ve kiliseleri silah deposu ve çete karargahı haline getirilmişti. İzmir’i işgal eden Yunan ordusunun kutsal bir görev yaptığını ve iyi karşılanıp, desteklenmesi gerektiğini açıklayan bir kaç beyanname de yayınladı.[137] Paris Barış Konferansına da katılan patrik vekili Doroteos, seyahatlerinin bir bölümünde Yunan savaş gemilerini kullanmış, katıldığı konferansta İstanbul ve Anadolu’nun Yunanlılara verilmesi için çalışan Venizelos’u destekleyen faaliyetlerde bulunmuş, Ermeni Patriği ile birlikte İtilaf devletlerini Anadolu’yu işgale davet etmişti.

Katenionisle birlikte bu üç ismin özelliği Venizelos tarafından atanmış ve Venizelos’un talimatları  doğrultusunda hareket etmiş, Venizelos’a karşı sorumlu olmalarıdır. Bu özellik, Venizelos’un İngilizler’in desteği ile Yunanistan’da başbakanlığı ele geçirdiği gerçeği ile birlikte düşünülürse bir anlam kazanır. Resmi tezi işleyen kaynaklarda Venizelos’un Büyük Yunanistan’ı kurmak için, Lloyd  George üzerindeki nufuzunu kullandığı yazılsa da, bu şekilde yazılmasına göz yumulması, İngiliz alçakgönüllüğünden(!) başka bir şey değildir.

Amerika – İngiliz – Fransız gizli görüşmelerinde, İngilizler’in  teklifi ile İtalyanlar’ın İzmir’e çıkmasını önlemek için Yunanlıların İzmir’e çıkması kararlaştırılmıştı. Fakir, iç sorunlarını çözememiş, dış borç batağındaki Yunanistan bu iş için biçilmiş kaftandı. İtilaf devletlerinin askerleri ve halkı artık savaşmak istemiyordu ama, Yunanistan’ın savaşmayı çıkış olarak gören işsiz gençleri vardı. Yunan harekatının finansmanını, Yunanistan’ın yenilgisi ile batacak olan bir İngiliz bankası yapacaktı. İngiliz başbakanı  Lloyd George, Venizelos’u arayarak İzmir’e çıkmalarını öngören kararı ona bildirmiş ve İngiliz Genelkurmay Başkanı ile temasa geçmesini istemişti.

Venizelos, Pontos için de adım atma zamanı geldiğini düşünerek Hırisantos’u müttefiklere takdim etmeye karar vermiş,[138] Atina’ya da  Albay Kateniotis’in Pontos işleri ile görevlendirilmesini bildirmişti.

Daha önce Girit[139] isyanında yetişmiş olan Katenionis’i  faaliyetlerinden birkaç önek sunarak tanımaya çalışalım.Patrikhanenin güvenliğini sağlamak için Yunanistan’dan bir jandarma birliği getirtti. Bu birlik mensupları aslında subaydı ve taşradaki Rum çetelerini yönetmek için taşraya dağıldılar. Türk ve Bulgar ordularında görev yapmış Rum subaylardan bir cemiyet kurup bu cemiyeti istihbarat faaliyetleri için kullandı. Katenionis’in organize ettiği kuruluşlar arasında, 1919 yılında İngiliz İstihbaratı ve Venizelos’un adamlarının birlikte kurdukları, patrik vekili Doroteos’un başkanlığını yaptığı, Mavri Mira Cemiyeti de vardır. Daha çok çete faaliyetleri ve gösterileri organize eden bu örgüt, Venizelos’tan direk talimat almaktaydı.

Pontos güçlerini örgütleme görevi alan Katenionis, Yunan Kızılhaçına ait bir gemi ile Samsun’dan Batum’a kadar uzanır. Samsun’dan Germanos’un da bindiği gemi ile Batum’a gelen Katetionis, Batumlu Rumların daha ılımlı olan Hırisantos’un etkisinde olduğunu görür.  Pontos Rumları Komitesi ile görüşmek üzere İstanbul’a hareket eder. Paris’e gönderdiği raporda, Pontos Rumlarının dağınıklılığını ve iki ana eğilime sahip olduklarını. Samsun bölgesinde Germanos’un örgütlediği Rumların tersine, Trabzon ve Batum bölgesinde Hırisantos’un liderliğinde hareket eden Rumların daha ılımlı  olduğunu. Hırisantos’un tüm Pontosluları temsil etmediğini ve her iki grubun tedirginliğini dile getirdiği raporunda Müslümanlara göre nüfus azlığı vb. gibi konularda tespitlerini Venizelos’a bildirir. Bu raporla, abartıcı rakamlarla Paris Konferansını etkilemeye çalışan Hırisantos ve Costantinidies’in  maskesi düşmüş, palavracı durumuna düşmek istemeyen Venizelos[140], onlara karşı mesafeli davranmaya başlamıştı.[141] Nitekim Paris Barış Konferansı Pontos sorununu görüşmeyi  gereksiz buldu.

Atina’ya dönen Kateniotis, gönüllülerden bir Pontos birliği kurmak için çalışmaya başladı. Bu sırada Paris’te bulunan Yunan delegasyonu, Hırisantos’un da aralarında bulunduğu Patrikhane delegasyonuna İstanbul’a dönmesi için baskı uygulamaktaydı. Kateniotis’ten de İstanbul’a gitmesi istendi. Hırisantos’un İstanbul’a dönmeyi reddetmesi üzerine Venizelos, Kateniotis’i Paris’e çağırdı. Paris’te  Venizelos, Hırisantos ve Kateniotis arasında bir dizi gizli toplantı yapıldı ve Pontos gönüllülerinden oluşacak güçlerin Atina ve Selanikte örgütlenmesi kararlaştırıldı. Paris’ten birlikte ayrılan Hırisantos ve Kateniotis Atina’da Yunan dışişleri bakanını ziyaret edip İstanbul’a geçtiler. Burada Yunan Yüksek Komiseri Kanellopulos ve Geremanos’la birlikte çalışmalar yaptılar.

Daha sonra Trabzon’a dönen Hırisantos, buradan da Batum, Tiflis ve Erivan’a geçmişti. Kateniotis’te  bı sırada Batum ve Tiflis’te, Pontus Rumlarından askeri birlikler kurmak üzere çalışmalar yapıyordu. 16 Ocak 1920’de  Tiflis’te Albay Anonias,  Ermenistan’ı temsil eden General Termenasian arasında Bolşeviklerin Kafkasya’da yayılmasını önlemek üzere işbirliği görüşmeleri yaptı.[142]  Gerçek amaç İngiliz politikaları doğrultusunda Sovyetlerle, Kemalistler arasında bir tampon oluşturmaktı.

1919’dan itibaren bölgeye silah, para ve gıda yardımı yapan Amerikalıların ve İngilizlerin amacı, görüşmeleri süren Sevr’in uygulamasına hazırlık idi.  Kateniotis’le Tiflis’te buluşan Hırisantos arasında görüş ayrılıkları vardı. Kateniotis, Venizelos gibi  Trabzon’un Ermenistan’a verilmesi ve Rum-Ermeni konfederasyonu kurulması taraftarı idi. Fakat Rumlar buna şiddetle karşı çıkıyordu. Bu durum Batum’daki Rumlara yansıdı ve onlar da ikiye bölündü. İstanbul’a dönen Kateniotis  daha sonra Paris ve Londra’ya gitti ve Londra’da Venizelos’la görüştü ve Rize bölgesini isteyen Gürcü delegasyonu ile temasa geçti.  Ermeni – Rum ittifakından çekinen Gürcülere güvenceler vererek ittifak arayışına girdi. Çünkü bölgede Ermeni-Azeri / Türk çatışmasından başka yer yer Gürcü – Ermeni çatışmaları da söz konusu idi.

27 Şubat 1920’deki Barış Konferansının Trabzon’u ileride kurulacak olan Ermeni devletinin sınırları dışında bırakması üzerine, Pontos adına hareket eden Kateniotis, İngiltere’ye Yunan mandası altında ve Yunan ordusu tarafından korunacak ve yalnızca Trabzon ve Giresun bölgelerini içeren küçük bir Pontos devletinin kurulmasını teklif etmiş[143] ancak olumlu cevap alamamıştı.

Kateniotis’in faaliyetleri bu seviyede cereyan ederken birçok Yunan subayı da O’nun stratejisini uygulamak için faaliyet gösteriyordu. Bunlardan Alexandros Zimragaki adlı Yunan albayı, Pontos’u örgütlemek üzere yanında kalabalık bir subay grubu ile Eifel isimli torpidoya binip bölgeye gelmişti.[144] Atina’da kurulan Pontus birliklerinin Doğu Karadeniz Bölgesi’ne nakledilmesi için İngiltere’ye müracaat edilmiş, fakat buna müsaade edilmemişti. Batı Anadolu’da Türk ordusuna karşı savaşan Pontos birliklerinde görevli[145] Karaiskos adlı bir subay  Mart 1920’de Samsun’a gelerek çeteleri düzenli orduya çevirmeye çalıştı. Samsun yakınlarında Karaismail köyünü kendisine karargah olarak seçen Karaisakos bütün çete reisleri, metropolitler, muhtarlarla toplantılar yapıp, hepsini askeri bir disipline bağladı.

İngiliz ve Yunan donanmaları, Türk – Sovyet yardımlaşmasının yolunu kesmek için. Türk sahillerini ablukaya almıştı. Karaya çıkartılabilen silahların Ankara’ya ulaşmasını engellemek için de Samsun bölgesindeki Rum çetelerine güveniliyordu. Ablukayı yapan gemiler aynı zamanda Rum çetecileri organize etmek ve donatmak için kıyılara  silah ve sivil giyimli subaylar çıkartıyordu. Yunan Kızılhaç gemileri de Yunan donanması gibi ilaç sandıkları içinde silah ve cephane boşaltıyor, göçmen görüntüsü altında Rum ve Ermeni çetecilerini sahillere bırakıyorlardı. Bu faaliyetler o kadar yoğundu ki Samsun’a bir Yunan çıkartması beklenir olmuştu. Yunanlıların bu faaliyetleri 1921 yılında daha da arttı.

Karadeniz, İstanbul’dan, Sovyetler’den ve Almanya’dan getirilen malzemelerin Anadolu’ya ulaştırılması için çok önemli idi. Türk nakliye araçlarını yakalayamayan Yunanlılar, çareyi limanları bombalamakta bulmuştu. Kılkış, Averof, Lini  zırhlıları, Elli Kruvazörü, 4’ü Panter sınıfı olmak üzere 6 muhrip, destroyerler ve torpido gemileri gibi Yunan savaş gemileri İnebolu, Trabzon, Samsun, Sinop gibi limanları ablukaya aldı ve bombaladı. Bu yetmeyince Terme, Araklı[146] gibi iskeleleri bombalamaya başladılar. Karadeniz’de rastladıkları gemi ve kayıkları batırıyor, mürettebatını esir alıyorlardı.[147] Karadeniz’deki Yunan ablukası 1922 Ağustos ayına kadar devam etmiş,  30 Ağustos’taki büyük zaferden sonra bitmişti. 3 yıl boyunca Karadeniz’de faaliyet gösteren Yunan donanması, İzmir’de denize dökülen ordularının kalıntılarını toplamakla meşgul olduğundan Pontos göçmenlerini tahliye etmek için bile Karadeniz’e gelemiyordu.

BİRİNCİ DÜNYA SAVAŞI SONRASI “BÜYÜK OYUN”

Pontos meselesini açıklamaya çalışanların dikkatinden kaçan bir husus da, Bolşevik ihtilalinden sonra, İtilaf devletlerinin Karadeniz politikası idi. 23 Aralık 1917’de  İngiliz ve Fransızlar kendi aralarında gizli bir anlaşma yaparak savaştan çekilen Rusya’yı  paylaşmışlardı. Bu paylaşımda Fransızlara Ukrayna ve Kırım, İngilizlere ise Kafkasya düşmüştü. Kukla hükümetler vasıtasıyla buralara yerleşilecek, bu bölgedeki Türk ilerlemesini durduracak bir kuşak oluşturulacaktı. İngilizler bu kuşağı kuzeyden güneye doğru Karadeniz Rumları, Gürcüler, Ermeniler ve Urumiye Nasturilerinden oluşturmayı amaçlıyordu.[148] Bu kuşakta yer alan Karadeniz Rumları üzerinde İngiliz hesabını bilmeden Pontos Meselesi’ni açıklamaya çalışmak  imkansızdır.

Bu çerçevede 1917 yılı Ekim ayı ortasında Atina’da “Karadeniz kıyı şehirlerinde yaşayan Rumların” temsilcilerinin katıldıkları ve Atina’daki Rus elçisi Demidov’a göre “ tüm dünyada düşüncelerin bu doğrultuda gelişmesinin ve Rus Sovyetlerinin desteğinin yarattığı olumlu havadan yararlanarak Karadeniz kıyısında yaşayan bütün Rumları bağımsız bir devlet içerisinde birleştirme “amacını güden” bir konferans topladı.[149]Bu  Giresun Belediyesi eski başkanı Kaptan Yorgi’nin Marsilya’da ticaret yapan oğlu Costantin Costantinidis’in Marsilya’da topladığı “ Hariçteki Pontoslular” kongresinde  deklare edilen “bir Pontos Cumhuriyeti kurma isteğinden önce  dile getirilmiş, Pontos için ilk bağımsız devlet kurma isteği[150] ve Pontos meselesinin son sahnesinin başlangıcıdır.

Rus işgali öncesinde bölgedeki Türk aileler muhacir çıkmış ve büyük bir çoğunluğu yollarda, Rus donanmasının bombardımanı, açlık ve salgın hastalıklar nedeni ile ölmüştü. Birinci Dünya Savaşı, Rus esaretini kabul etmeyen Doğu Karadeniz Türklüğü’nün büyük bir felakete uğramasına neden olmuştu. Rus işgalini bekleyen Giresun ve batısındaki topraklarda yaşayan Rumlar ise çetecilik yaparak Ruslara yardımcı oluyorlardı. Fakat Bolşevik ihtilali tarihin seyrini değiştirmişti. Birinci Dünya Savaşı’nda Tirebolu’nun doğusundaki Harşit Çayı’na kadar ilerleyen Rus kuvvetleri geri çekilmeye başladığı zaman, Ruslardan kaçarak muhacir çıkanlar nedeniyle sayıları oldukça azalmış olan Türklere eziyet eden, mallarını ellerinden alan Rumları bir telaş almıştı. Türkler geri gelince  yapılanları öğrenip hesabını sorabilirlerdi.

Türklere kötülük edenler, ailelerini alarak Ruslardan önce Batum tarafına göçtüler. Birçoğu ortalık sakinleşince dönebileceklerini düşünüyordu. Türklere zararı dokunmayan Rumlar ise, tıpkı Sürmene’nin Rus askeri idarecisi Naçarnik gibi [151] Türklerin kendilerine dokunmayacaklarını biliyorlardı ve yerlerinde kaldılar. Fakat hesap edemedikleri bir gerçek vardı. O da emperyalist devletlerin oyunları bitmemişti ve bu oyunlarda onlara yeni roller biçilmişti. Bunun anlamı diğer mazlum milletler gibi çekecekleri çileler vardı.

İngiliz güdümündeki Yunanistan’a  sadece Balkanlar’da görev verilmemişti. Emperyalizm Yunanistan’a bu defa  Karadeniz’de görev vermişti. Mondros mütarekesinden sonra, Osmanlılar işgal ettikleri Kafkasya’yı boşaltmış eski hududa çekilmişti. Boğazlardan geçme imkanı elde eden emperyalist güçler, Çar taraftarı generallere önemli ölçüde yardım etmişlerdi. İngiltere ve Fransa zırhlı trenler, tanklar ve uçaklarla donattıkları Denikin,  Amiral Kolçak ve Wrangel’i kontrollerine almıştı. Karadeniz’in kuzeydoğusunda Kuban bölgesinde Beyaz Ordu’ya komuta eden Amiral Kolçak’a ve Kafkasya’daki Beyaz Ordu’ya kumanda eden General Denikin’e yardım ederek bir yandan Sovyet Rusya’yı en zayıf yerinden vururken, diğer yandan Türk- Sovyet işbirliğini engelleyebileceklerini düşünüyorlardı.

İngilizler Kuzey Karadeniz’de, Kuban bölgesinde,  Çar taraftarı Rus ordularına silah, cephane ve para yardımı yapıyor, Fransa ise Odesa’ya asker çıkartarak Ukrayna milliyetçi hükümetini desteklemeye çalışıyordu.[152] İttifak devletleri mütarekeden sonra ordularını terhis ettikleri için ve ABD  asker göndermeyi kabul etmediğinden ellerinde yeterli asker yoktu. Bu nedenle Yunanistan’dan asker istendi.

Yunanistan  Kafkasya’ya doğru yürüyen Kızıl Ordu’ya karşı savaşmak için  askeri birliklerini İtilaf devletlerinin emrine verdi. Venizelos bunu yaparak batı devletlerine daha çok yaranacağını düşünüyordu.[153] Kafkas  ve Kırım bölgesine yerleşmiş Rumların, Çar yanlısı Beyaz Ordu’yu desteklemesi ve gönüllü olarak Beyaz Ordu’ya katılması  için organizasyonlar yaptı. Onlara Yunan pasaportu dağıtarak vaadlerde bulundu. Karadeniz’in güney sahillerindeki Rum topluluğu üzerinde oynanan oyunlar bu defa da Kırım ve Kafkas sahillerinde sergileniyordu.

Fransa’nın komutasında 20 Ocak 1919’da Odesa’ya çıkartma yapan  Polonya müfrezesi ve General Nieder komutasında  üç Yunan tümeni ve Rum çeteleri Kızıl Ordu karşısında tutunamayıp denize dökülünce, Bolşevikler  işbirlikçilere acımadılar. Beyaz Ordu ve destekçileri gemilerle İstanbul’a taşındı.[154] Bir kısmı Avrupa ve Amerika’ya dağıtıldı, bir kısmı ise Lenin’in Beyaz Ruslara af çıkarmasından sonra Rusya’ya döndüler. Fransa artık bu konuda fedakarlıkta bulunmayacağını açıkladı.[155]  İngilizlerin desteklediği Denikin’i  yenen[156] Bolşevikler, emperyalizmin uşaklığını yapanlara bunun bedelini ağır bir şekilde ödettiler. Karadeniz’in kuzeyindeki ve Kafkasya’daki Rum toplumu işbirlikçi damgasını yedi ve daha sonraki gelişmelerde göreceğimiz gibi, Stalin’in  potansiyel işbirlikçi halkları sürgüne gönderme uygulamaları ile perişan oldu.[157]

İtilaf devletleri bu başarısız projeden sonra ağırlıklarını Kafkaslar ve Anadolu sahillerine verdi. Fransa ile İngiltere arasında daha büyük pastayı kapmak için gizli bir rekabet oluşurken,[158]  artık yakındoğuda askeri denge Yunan ordusuna dayanarak sağlanabilecekti. Yunanistan İzmir’e çıkma vizesi aldı. Batı Anadolu’da ilerlemesi durdurulunca  Karadeniz sahillerindeki hareketlerini ve şiddetini artırarak cephe gerisindeki bozgunculuktan medet umdu.

Bolşeviklerden kaçan işbirlikçi Rumların  acilen Trabzon – Samsun – Sinop bölgelerine muhaceretini sağlamak isteyen İngilizlerin bu konudaki faaliyetleri, Pontos  meselesini inceleyen Türk tarihçileri tarafından bu bağlantıya işaret edilmeden “Pontos sahillerine Rum muhacirleri yerleştirilmek isteniyordu”.” Muhacirleri taşıyan gemiler Giresun’a kabul edilmedi”  gibi ifadelerle geçiştirilir. Oysa olayın arkasında büyük bir plan vardır. İngiliz ve Yunan gemileri, bir yandan Bolşeviklerden kaçan Rumları Anadolu sahillerine yerleştirmek istiyor, diğer yandan Rum, Ermeni ve bazı Türkler ile İngiliz ve Fransız casuslarını İstanbul’dan Batum’a götürerek, onları Bolşeviklerden kaçıyormuş gibi Anadolu’ya sokmaya çalışıyorlardı.[159]

Biten savaşı, Kafkasya’da Bolşeviklere karşı sürdürüp “Bitmeyen Savaş” a çeviren ve yüzüne gözüne bulaştıran İngilizler, savaşın bitmesine rağmen başta Azeriler ve  Rumlar olmak üzere bölgede on binlerce insanın kanına girmiş, muhacir durumuna düşürdüğü yaklaşık 200.000 Rum’u bölgenin eski halkı olduğu iddiası ile Canik sahillerine yerleştirmek istemiş, bu konuda  adeta  sansür  uygulayıp, bilgi kirlenmesini sağlamıştır. Başta bölgedeki yerli Rumların kabul etmediği bu insanların mahvolmasının sorumluluğu, günümüzde  “Pontus Soykırımı” iddiaları[160] ile Türkiye Cumhuriyetine kesilmeye çalışılmaktadır.

SONUÇ

Konu tarihsel bütünlük içinde ele alındığında, arkasında yatan gerçek  görülür. Geçmişte ya da gelecekte hangi duygulara hitap edilirse edilsin, hangi masum gerekçeler ileri sürülürse sürülsün, bu tür faaliyetlerin emperyal güçler tarafından organize edilip, yerel halklara bazen bir fikir akımı, bazen dindarlık kılıfında empoze edildiği, bu oyunu anlayıp tavır geliştirebilecek gücü olmayan yerel halkların bölücü ve yıkıcı amaçları olan bu tür faaliyetlerin kurbanı olarak çok acı çektiği, hiçbir zaman gözden kaçırılmamalıdır.

Bağımsız bir Pontos Devleti kurulması hayali ile Avrupa’ya giden Trabzon Metropoliti Hrisantos’un, başta Yunan Başbakanı Venizelos ve O’nun efendisi İngiltere’nin, baskıları ile Trabzon bölgesinin Ermenistan’a liman olarak verilmesini kabul etmesi, bu amaçla çalışmaya mecbur bırakılması, Doğu Karadeniz Bölgesi’nde, Pontos Devleti hayali ile kışkırtılan Rumların yaşadığı  trajedinin en çarpıcı sahnelerinden biridir.

Doğu Karadeniz’de, Samsun  ve çevresinde yaşayan Rum çeteciler için Rus orduları karşısında geri çekilen Türk ordusunun ikmal kollarını vurmak pek de kolay olmamıştır. Geçmişi 1912’lere kadar inen Pontos çetecileri için kolay olan, silahsız Türk köylerini basmaktı. Bunun Türklerin intikam saldırıları için gerekçe oluşturacağını düşünmemek mümkün değildi. Nitekim öyle de oldu. Bu saldırılar bahane edilerek bölge üzerinde hakimiyet savaşı veren büyük güçlere, bölgeyi işgal etmeleri için davetiyeler gönderildi. Burada dikkat edilmesi gereken husus gerek kışkırtıcı saldırıları, gerekse işgal  davetini yapanların halk değil, eğitilmiş ve örgütlenmiş kadroların olduğudur.[161] Gerek Batı Anadolu’daki Rumlar arasında,[162] gerekse Karadeniz Bölgesindeki Rumlar arasında Osmanlı Teb’ası olarak kalmak isteyen, hatta Mustafa Kemal’in Anadolu hareketini destekleyenler ve söyleyenler vardı.[163]

Birinci Dünya Savaşı içinde, Samsun bölgesinde, kilise ve işbirlikçilerin yardımı ile organize edilen çeteler ve dışarıdan bölgeye sızdırılan subaylarla Rus ordusunu desteklemek için yapılan organizasyonu, bu defa daha geniş bir şekilde batılı güçler organize ettiler. Genel olarak Pontos Meselesi diye adlandırılan senaryoyu, Savaşı kazanan itilaf devletlerinin paravan gücü olarak, İzmir’e çıkıp, Sevr’i dayatmak için Polatlı’ya kadar ilerleyen Yunan ordusuna destek vermek, Batı cephesinde savaşan Türk ordusunun ikmal yollarını kesmek için kullandılar ama her ikisinde de muvaffak olamadılar. Birincisi Bolşevik İhtilali ile çöktü. İkincisini  Mustafa Kemal çökertti. Mustafa Kemal’in orduları Yunan ordusunu İzmir’den denize döktükten sonra 11 Ekim 1922’de Mudanya Mütarekesi imzalandı. Yunanistan ve Patrikhane megali idea fikrinden vazgeçtiklerini resmen açıkladılar. Yunanistan’da yenilginin faturası Birinci Dünya Savaşı’na girmemek için direnmiş olan ve  Yunanistan’ı savaşa sokan Venizelos’tan sonra kısa bir süre  Kral olan Kostantin’e çıkarıldı. Sıkıştırılan kral tahtından feragat etmek zorunda kaldı.Yapılan seçimleri Liberal Parti kazanınca Venizelos, Paris’ten gelerek başbakan oldu. Yunanistan’ı savaşa sokan, Batı Anadolu’yu baştan başa kana bulayan Yunan Ordusu’nu Anadolu’ya yollayan ve bu orduya moral vermek için işgal altındaki İzmir’e gelen[164] Venizelos  bu defa “Barışcı Venizelos” olarak tekrar sahneye çıktı. Bazı devlet adamlarının arkasında, daima bu tür rüzgarları estiren bir güç vardır. Aslında oyun devam ediyordu.

Türk ordularının kesin zaferinden sonra, İngiltere’nin planlarına uygun olarak yapılan bir mübadele anlaşması ile  Yunanistan’a göçen Rumlara burada açlık ve sefalet sunuldu. Birinci Dünya Savaşı öncesinde,  Yunanistan’da yaşayan bir Yunanlı’dan çok daha yüksek bir hayat standardına sahip Doğu Karadeniz Bölgesi  Rumlarını, “Osmanlı idaresi altında, yaşayan bir ölüden farksızsınız” diyerek kışkırtanlar, onlara sundukları  bu dramın faturasını şimdi Türklere çıkartmak istemektedir.

Doğu Karadeniz Bölgesinde yaşayan Hıristiyan – Ortodoks toplumu için başlangıçta iyi  görünen  gelişmeler, emperyalist güçlerin kamplaşıp, birbiri ile kapıştığı Birinci Dünya Savaşı ve sonrasında, felaket yağmuruna dönüşmüştür. Karadeniz’in Rus işgali altında kalan kısmındaki Müslüman ahalinin, savaş, muhacirlik, hastalık ve açlık nedeniyle 2/3’ü ölürken, bölgede yaşayan  Rumlar, varlık ve rahatlarından pek bir şey kaybetmemişlerdi. Fakat Rusya’nın Bolşevik ihtilaliyle çökmesinden ve bölgeden çekilmesinden sonra durumlar değişmeye başladı. Çünkü yeni dengelerin kurulması gerekiyordu.

İngiltere için Hindistan’ın emniyeti kadar iki acil sorunu vardı. Kafkasya ve Ortadoğu petrolleri.O gün bunun ne anlama geldiğini çok az kişi biliyordu. Ama olayları şekillendiren gerçek bu idi.  İngiltere bunun için Osmanlıyı, mütareke anlaşması ile Dağıstan ve Azarbeycan’dan geri çekti. Bolşevik Rusya  ile Anadolu Hükümetinin arasında bir tampon oluşturmaya çalıştı. Bu tamponun oluşabilmesi için kendi gücünün yetmeyeceğini bildiği için Amerika’yı bölgeye sokmaya çalıştı. Anadolu’nun doğusu Ermenistan adı altında Amerika’ya verilecekti. Bölgedeki Rumlar, itilaf devletlerinin kendi aralarında aldıkları kararlar doğrultusunda çalışmaya sevk edildiler.

Amerika bölgeye asker göndermeyip maddi yardımla yetinince Yunanistan devreye sokuldu. AslındaYunanistan’ın  devreye girmesi İtalyanlara masadan az pasta vermek içindi. Sonra Sevr’i Türklere dayatmak için Yunaistan’a ileri harekat emri verildi. Doğu Karadeniz Rumları Anadolu’nun  içlerine yürüyen Yunan ordusuna destek vermek, Türk ordusunun ikmal yollarını kesmek için cephe gerisinde bozgunculuk yaptılar. Bunun ideolojik temeli daha önce hazırlanmıştı. Yaptıklarının emperyalist güçler tarafından takdir edilip kendilerine bağımsız bir Pontos Devleti hediye edilmesi bir hayaldi. Yunanistan’a bağlanmak çabaları ise çaresiz bir çırpınıştı. Masadan bir iki kemikle kalkan İtalya’dan sonra kazık yeme sırası  Fransa’ya gelmişti. Çünkü Ortadoğu petrolleri daha çok İngiltereye layikti(!).

Güney-doğu Anadolu’dan Musul’a çekilen İngiltere boşalttığı bölgeyi Fransızlara  verdi. Fransızlar bu bölgede tutunamak için Ermenilere sarıldı ama bu yeterli olmadı.Faturayı Ermeniler ödedi. İtalya ve Fransa yedikleri kazığın farkında olarak Mustafa Kemal’in Anadolu’daki mücadelesine destek verdiler. Bunu gören İngiltere, Yunanistan’ın başarılı olamayacağını da anlayınca Türk ve Yunanlılar arasında tarafsızlığını ilan etti[165]. Fransa’dan intikamını Lozan’da, Musul’daki haklarımızdan İngiltere lehine vaz geçersek bize Fransızların elindeki Suriye’yi vaad ederek almaya çalıştı. Türk tarafı bu oyuna gelmeyince Musul ve Kerkük’ü oldu bittilerle elinde tuttu. Türk hükümetinin buralardaki haklarını alabilecek duruma gelmemesi için doğudaki isyanları başlattı.

Emperyalizm, işbirlikçileri vasıtası ile hedef seçilen bölgenin halklarını kullanır. Bedeli halklara ödetir. Pontos örneğinde olduğu gibi kullanılmak için can atanları oyuncak yapar.

Araştırmacı Gotthard Jaeschke. “Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri” adlı eserinde Pontos meselesine ayırdığı bölümü şu ifade ile bitirir. “ Kader rüzgarı gerçekten bütün ağırlığı ile Pontos Rumları üzerine esti ( 1921 – 22 ). Ancak bu akıbeti bizzat kendileri hazırlamışlardı; zira onlar da pekâlâ Türk Ortodoks Kilisesi’ne sığınarak patrikhanenin intihar politikasından kaçınmış olan Karamanlılar gibi akıllıca hareket edebilirlerdi.”[166]

Yerassimos’un ”İngitere’nin Orta-Doğu politikasını bedelini, gerek Yunanistan gerekse Küçük Asya’da yaşayan Rumlar çok pahalı ödediler”tespiti[167] ise bizim bir harf ilave edemeyeceğimiz kadar gerçekle örtüşüyordu

Mesele dün olduğu gibi bugün de çok boyutludur ve her dönem meselenin arkasında bölge üzerinde emelleri olan emperyalist bir güç ya da güçler ittifakı  olmuştur.  Bu güçler bazen ortak bir menfaat etrafında birleşir, bazen de kendi menfaatleri için çekişirler. Kazanmak için yeni taktikler geliştirir, yeni kadrolar oluştururlar. Pontos Meselesinde olduğu gibi emperyalist güçler, araya fakir ve muhtaç durumda olan bir devleti paravan olarak koyarak kendilerini gizler. Hedefe ulaşmak için, ileride yeni hamleler yapabilme imkanı elde ederler.[168] Paravan devletin gücü, parası ve silahı, her zaman emperyalist gücün parası ve silahı olmuştur. Geçmişte gördüğümüz gibi, hedef seçilen bölgede mevcut ve folklorik zenginlik olan kültürel unsurlar, ayrışma ve kavga nedeni olarak takdim edilir. Her durumda kaybeden, hedef seçilen bölgenin halkı olur. Emperyalist güçler bir şekilde kendi çıkarlarının devamını sağlarken,  hedef ülke ile paravan ülke arasında düşmanlık baki kalır.

[1]Doğu Karadeniz Bölgesi’nde Pontos çeteciliğinin kökleri, Balkan  Savaşı’nda askere alınması gereken Rum gençlerinin, askerden kaçarak köylerin etrafında asker kaçağı – çeteler olarak dolaşmaya başlamasına kadar iner. Daha önce bölgede bu tür  anarşiye izin verilmemiş ve münferid olaylar rutin uygulamalarla kontrol altına alınmıştır. Fakat Balkan Savaşı’ndan sonra İmparatorluk çatırdamaya başladığı için, son yıllarda ortaya çıkmış zengin Rumlar,  güç göstergesi ve güvenlik için bu çeteleri el altından beslemeye başlamıştır. Siyasi bir proje olan Pontos meselesinin yerine, bunun bir uzantısı olan Pontos çeteciliğini koymak, projeyi bütün olarak görmek açısından yanlıştır.

[2] Bu gerçeğe ilk defa biz işaret etmiyoruz. Aslında bu meseleye objektif  bakabilen her bilim adamının  fark ettiği bir gerçektir. Artık tartışma Yunan olmadığı kesin olan halkı orijini konusundadır. Bu konuda bir tespit ve görüş örneği olarak Stefan Yerasimos’u  gösterebiliriz.“ O dönemde  Ortodoksların Yunanlı olduklarını söylemek güçtü. Çünkü bunların esas olarak 4. yüzyıldan itibaren Gürcülerin Hıristiyanlaştırılan iki ana grubu olan Tzanlar (Canik bölgesinde) ile Lazların ( Lazistan bölgesinde) soylarından geldikleri, genellikle Rumca konuşmakla birlikte yerel bir diyalekt kullandıkları ve kendilerine özgü pek çok adetleri olduğu bilinmektedir.” Bu ifade için bkz.Stefanos Yerasimos.  Milliyetler ve Sınırlar Balkanlar, Kafkasya ve Orta – Doğu. 2.bs. Çev. Şirin Tekeli. İletişim Yayınları  İstanbul 1995. s.352 .

[3] Mübadele, içindeki Ortodoks olmayan veya  başka etnik şuura sahip unsurlardan arınıp, saf  Ortodoks nüfus kazanmak isteyen Yunanistan’ın en önemli politikalarından biridir. Yunanistan bu dönemde sadece Türkiye ile mübadele yapmamış, başta Bulgaristan olmak üzere diğer komşuları ile de mübadele anlaşmaları yapmıştır. Günümüzde mübadelede çekilen acıları konu alan ve Yunanistan’dan ithal edebiyat ürünleri kampanya şeklinde Türk okuyucusuna sunulmaya başladı. İnsani duygulara hitap eden, Türkleri suçlayıcı ifadelerle dolu  ve Türk okuyucusunu suçluluk pisikolojisine iten bu probaganda malzemeleri aslında insanlığa çok şeye malolmuş kirli politikaların sonuçlarını Türkiye’ye fatura etme çalışmalarından başka bir şey değildir.

[4] 20 Kasım 1922 de başlayan Lozan Konferansı görüşmelerinde, “Sınırlar ve  Askerlik Komisyonu”nun 1 Aralık 1922 tarihindeki ‘savaş esirlerinin değişimi’ gündemli toplantısında, oturumu açan Lord Curzon, daha acil olarak nitelendirdiği, ‘Türk ve Yunan topraklarındaki halkın değiştirilmesi meselesini’ görüşmeyi, gündemde olmamasına rağmen  komisyona önerdi. Venizelos’un, meselenin hızlandırılması için  bir Türk, bir Yunan temsilci ve konferansça tayin edilen bir başkandan oluşan dar  bir alt komite tarafından ele alınması teklifi, böyle bir gelişmeyi beklemeyen İnönü tarafından önce şaşkınlıkla karşılandı, sonra kabul edildi. İtalyan temsilci başkanlığında kurulan alt komite, Yunanistan’daki Müslümanlarla, Anadolu’daki çoğu Türk asıllı Ortodoks Hıristiyanların mübadelesini, İstanbul’daki Rumlarla, Batı Trakya’daki Türklerin bu değişimin dışında tutulmasını kararlaştırdı. Bu aslında kurulduğu günden beri, topraklarına nüfus  çekmek isteyen, bu amaçla Osmanlı  topraklarında propaganda yaparak, Rumları Yunanistan’a göç için teşvik  eden Yunan devlet adamları açısından bulunmaz bir fırsattı. Çünkü oluşturulan milli duyguların etkisi ile, genç Yunanistan’a göçenler, karşılaştıkları fakirlik, sefalet ve iç çekişmelerin yarattığı güvenliksiz ortamını görünce  geri dönüyordu. Dışa yönelen bu göçe Yunanistan’ın yerlileri de katılmış ve Yunanistan elde ettiği toprakları elinde tutabilecek nüfus için  sıkıntıya düşmüştü. Arnavut, Makedon ve Bulgar sorunu Yunanistan’ın varlığını devam ettirebilmesi için en büyük tehditti. Bunu en iyi kavrayan ve Yunanistan’ın arkasındaki güç olan İngiltere idi. Bu önemli fırsatı çok iyi değerlendirmiş ve Yunanistan’a eşsiz bir fırsat sunmuştu. Yunanistan’dan Türkiye’ye gelenler yaklaşık 390 bin kişi, Türkiyeden Yunanistan’a gönderilenler yaklaşık 1.200.000 kişi idi. Bunların 60 bini batı Trakya’ya 640 bini  Makedonya’ya yerleştirildi. Bu toprakların şenlendirilmesine ve kuzeyden gelen tehdide karşı sınırların güçlendirilmelerine katkıda bulundular. Bkz.Yerasimos. s. 36.  Fakat bu mübadele ile göçenler de daha öncekiler gibi sefil ve perişan oldular. Uzun yıllar derme çatma barakalarda yaşamak zorunda kaldılar. Onlara farklılıklarından dolayı daima şüpheyle bakıldı. İzlenen, aşırı milliyetçi ve Türk düşmanı politika, onların öfke ve kızgınlıklarını Türklere yönlendirdiği gibi, sorunların da üzerini örtmek için arac oldu.

[5] Çoğu zaman onları ‘Türk piçi’ olarak görüyorlar.

[6] 1923 yılında imzalanan bir mübadele  anlaşması ile  Yunanistan’daki Müslümanlar ile Anadolu’daki Ortodoks-Hıristiyanlar yer değiştirmişlerdi. Anadolu’dan Yunanistan’a gidenler Yunanlı değildi. Bu konuda bkz. Dr. Georgios Nakracas. Anadolu ve Rum Göçmenlerin Kökeni 1922 Emperyalist Yunan Politikası ve Anadolu Felaketi. Çev. İbram Onsunoğlu. Belge Yayınları. İstanbul  2003. Anadolu’dan Yunanistan’a gönderilen Ortodoks – Hıristiyanların büyük bir çoğunluğu Karamanlı olarak adlandırılan Ortodoks Türklerdi. Anadolu’nun sahil kesimlerinde oturan ve Rumca konuşup Rumca ibadet edenlerden farklı olarak Orta Anadolu’da yaşayan,Türkçe konuşan ve Türkçe ibadet eden ve aile isimleri Türkçe olan Karamanlılar, diğer Rum toplulukları tarafından da “Karamanlı Rum” olarak adlandırılır ve farklı olarak algılanırlardı. Bkz. Cami Baykurt. Osmanlı Ülkesinde Hıristiyan Türkler. Karma Kitaplar. İstanbul 2007. Bu konuda ayr. bkz. Yonca Anzerlioğlu. Karamanlı Ortodoks Türkler. Phoenix Yayınevi. Ankara 2003. Tarihe Pontos İsyanı olarak geçen olaylarda  Türk kuvvetlerine karşı en ciddi direnişi gösteren, Samsun yöresi Rumları da (Bafralılar) aslında Kuman asıllı Hıristiyan Türklerdi. Türkçe’den başka dil bilmezlerdi. Bu dönemde çeteciler, karargah olan Samsun Metropolithanesi’ne yazdıkları mektupları bile Yunan alfabesi ile Türkçe olarak  yazmıştır.( bu mektuplar için bkz. Pontos Meselesi . Yay. Haz. Dr.Yılmaz Kurt. TBMM  Kültür, Sanat ve Yayın Kurulu Yayınları Ankara 1995  s 68-70. Mübadele ile Yunanistan’a  göçtükten sonraki iki nesil Türkçeyi terk etmedikleri gibi, Yunanca öğrenmemek için direnmiştir. Günümüzde “Bafralılar” olarak adlandırılan bu grup, aşırı milliyetçi görüşlere sahip Yunanlılar tarafından, Yunanca konuşmayıp Türkçe konuştukları için “Türk piçi” olarak aşağılanmaya maruz kalmışlardır.

[7]   1827 yılında Trabzon Rum Krallığı’nın tarihini yazan Jacob Philip Fallmerayer, 1840’lı yıllarda Osmanlı İmparatorluğu’nda yaptığı gezilerde bir çok gözlemini “Doğu’dan Fragmanlar” adlı eserinde anlatır. Eserin bir bölümü Trabzon ve Giresun , bir bölümü de Selanik, Larissa, Teselya gibi günümüzde Yunanistan’a ait olan bölgelere ait izlenim ve değerlendirmelerden oluşmaktadır. Türkçe’ye çevrilip 2002 yılında yayınlanan eser incelendiğinde, Falmerayer’in  Yunanistan’daki bir çok yer isminin eski Yunanca değil Slavca olduğunu, halkın çoğunluğunun  Slavca, Yunanca – Slavca ve Arnavutça konuştuğunu kaydettiği görülür. Modern Yunan devleti, bunların bir kısmını  asimile edip, Yunanca konuşturmayı başarsa bile, Arnavut ve Makedon sorunu hala Yunanistan’ın en önemli sorunlarından biridir. Fallmerayer, bu eserinde Antik Yunan medeniyetini sahiplenerek modern Yunan Ulusu’nun temeline oturtmaya çalışanları oldukça öfkelendiren başka bilgiler de vermektedir. ”Polepones  Savaşı sırasında anayurtlarında ( Athos Yarımadası) olduğu gibi  bu Tzakonyalılar iki dil konuşan melez bir halktır, normal Yunanca ile ana ağız, yani Trakyaca (Halkidikçe, Kerstonca,  Bisaltça, Hedonca) unsurlarıyla karışmış Pelasca – Tyrence karışımı.”  sözleriyle, günümüzde Yunanistan’ı oluşturan halkın  eskiden de  Pelasg-Thyrenler olduğunu belirtmektedir. Bu görüşler için bkz. Jakop Philip Fallmerayer. Doğu’dan Fragmanlar. Çev. Hüseyin Salihoğlu. İmge Kitapevi. Ankara 2002. İtalyanlar ise Yunanlıların; Slavlar, Venedikliler ve Türklerin karışımı olduğu görüşündedir.

Fallmerayer’in  tarihi gerçeklere uygun bu tespitleri (Bugünkü Yunanlılar Antik dünyanın torunları değildir ve Helenizm Ortaçağ’da ‘Bizans ve Ortodoks  Hıristiyanık eli ile’  yok edilmiştir.*) yukarıdan aşağı inşa dilen modern Yunan milletini (Osmanlı toprakları içinde yaşayan topluluklar milliyetçilik akımından habersizdi. Meselelere bakışları, Osmanlı’nın dizayn ettiği gibi dinseldi. Milliyetçilik akımları doğrudan doğruya yabancı devletlerin kışkırtmaları ile oluşmuştur.*), Yunan medeniyetini oluşturanlarla aynı kabul eden ( Bu anlayışa göre  Yunanlılar 3 bin yıldır tarih sahnesinde olan bir ulustur. Bu günkü Yunanlılar atalarının temel kültürel özelliklerini taşımaktadırlar.*) Yunan ulusalcılarını çok öfkelendirmektedir.

Fakat 1840’larda, Yunanlıların antik Yunanlılarla bir ilgisinin olmadığı tezi, Yunanistan’ı ziyaret eden Avrupalıların da tanıklığıyla kabul edilmeye ve yaygınlaşmaya başlamıştı. Nitekim bu dönemde,Yunan Ulusu  kavramında bir rötuş yapıldı. Başlangıçta Latince’nin resmi dil olduğu ve Hellen medeniyetinden de izler taşıyan Doğu – Roma’dan biraz farklı, Ortodoks inancının resmi din ve Yunanca’nın resmi dil kabul edildiği (Fransız tarihçiler tarafından icat edilen) Bizans kavramı, Yunan Ulusu’na yapı taşı olarak ilave edilmiştir.

Osmanlı’nın kurduğu din esaslı millet sistemi ve bu sistemin ilk ürünü olan “Ortodoks / Rum Milleti” için Fener Rum Patrikhanesine verdiği güç ve yetkiler, Patrikhaneyi, diğer Ortodoks gruplar üzerinde gerek kültürel gerekse dini konularda kontrol kurma imkanı sağlamıştı. Balkanlardaki halklar, Fener Patrikhanesinin uyguladığı Yunanlılaştırma politikasından çok rahatsızdılar. Kendi ulusal kiliselerini kurarak bu çemberin dışına çıkmaya çalıştılar.

Balkanlardaki Ortodoks – Hıristiyanların çoğunluğunun Slav olmasına rağmen, Yunan liderler bunlar üzerinde hak iddia etmeye devam etmiştir. Bunları kendi deyişleri ile Slavofon Yunan, yani Slavca konuşan Yunanlılar olarak görüp, bunu kabul ettirmeye çalıştılar. Bize göre  Modern Yunanistan, farklı uygarlıkların ve halkların ayrı etkilerinin toplamıdır. Bu etkiler, Roma, Bizans ve Osmanlı imparatorluklarından, Yakın Doğu’nun tüccarlarından, Rusya, Fransa, Venedik ve İtalyadan, ülkede yaşayan Slavlardan, Arnavutlardan, Türklerden, İtalyan ve İngilizlerden gelmiştir. Bu konuda bkz. Bkz.Hugh Poulton. Balkanlar Çatışan Azınlıklar, Çatışan Devletler Çev.Yavuz Alagon . Sarmal Yayınevi İstanbul 1993 s. 210

Yunanistan Devleti’nin kuruluşuna ve politik uygulamalarına baktığımız zaman bu  gerçeği daha net görme imkanını elde ederiz. Örnek olarak Makedonya sorununu ele alırsak; Yunan yetkililerin Makedonları, Yunanlılardan ayrı bir halk olarak kabul etmediklerini görürüz. Slav Makedonların dil ve kültürel haklarını koruyan bir çok anlaşmayı imzalamalarına rağmen, bu halkı yok sayarak, 1915’den sonra  Slav-Makedonlara Yunan muamelesi yapmaya başladılar.1926’da bir kararname ile Slavca olan bütün kasaba, köy, ırmak ve dağ isimlerini Yunanca’ya  çevirdiler. Slav okullarını kapatıp, Slav kiliselerindeki bütün ikonaları Grekçe isimlerle yeniden boyadılar ve tüm kayıtları yok ettiler. 1936-41 döneminde ve 1953’de çok sayıda Makedon, Yunanstan’ın güvenliği için tehlike olarak görülüp sınır bölgelerinden uzaklaştırıldılar. Yunanca öğrenmeye zorlandılar. Onlara Makedon denmesinden bile rahatsız oldular. İsimlerindeki Slavca formları kullanmaları yasaklandı. Resmi işlemlerde sadece Yunanca formlar geçerli sayıldı. 1954 yılında Makedon asıllıların bölgede görev yapması yasaklandı. Köylülerin, kendi köylerinden çıkmalarına izin verilmedi. Köylerde halktan Makedonca konuşmadıklarına dair beyanlar alındı. bkz. Poulton age s. 212-216.

* Parantez içindeki görüşler tarafımızdan özetlenmiştir.

[8] Doğu Karadeniz Tarih Kültür İnsan adlı çalışmamızda, Doğu Karadeniz Bölgesi’ndeki  halkın etnik geçmişini ortaya koyduk. Bu eser incelendiğinde Doğu Karadeniz Bölgesi’ne tarihin en eski devirlerinden bu yana değişik topluluklar yerleşmiş olduğu görülür. Tarihin ilk dönemlerinde bunların önemli bir kısmı İskit kökenli idi. Daha yakın sayılan Ortaçağ’da, Karadeniz’in kuzeyi ve Balkanlardan gelen  Hun, Sabir, Avar, Bulgar, Uz, Peçenek, Hazar ve Kıpçak-Kuman Türkleri ve Macarlar bölgeye yerleşmiştir. Kaynaklar taranarak derlenen ve bölge tarihine bakış açısını değiştirecek olan bu bilgiler,  hangi köy ve yer isimlerinin bu kavimlerin izini taşıdığı ve hangi ailelerin, bu kavimlerin boylarına mensup olduğu konusunda örnekler verilerek detaylandırılmıştır. Ayrıca Osmanlı öncesi ve sonrası durum da belgelere dayandırılarak ortaya konmuştur. Daha geniş bilgi için  bkz. Mehmet Bilgin. Doğu Karadeniz Tarih Kültür İnsan Genişletilmiş  3.bs.  Ötüken Yayınevi. İstanbul 2007.

[9] Bağımsız Yunanistan ve Yunan Ulusu’nun inşası tarihi, bir devlet kurma ve  hayali bir ulusu, ete kemiğe büründürme pratiği için çok zengin  malzeme içerir. Bu konu Yunanistan’da da tartışmalara neden olmaktadır. Yunan ulusu  hayal edilen bir toplum olarak ortaya çıkmış, devletçe yürütülen eğitim yolu ile, resmi ideoloji etrafında ortak bir kimlik oluşturma çalışmaları sonucu şekillendirilmeye çalışılmış, bütün bunlar  yapılırken devletin kurulmasına etkin olan emperyalist güçlerin çekişmelerinin de yarattığı çelişkilere çok ağır bedeller ödemiştir. Yunan Devlet adamları iç kargaşalık, yolsuzluk, fakirlik ve sefalet gibi sorunları çözemeyeceklerini anlayınca, bu sorunların üzeri, ilk kez  14 Ocak 1844’te başbakan  İ.Kollettes tarafından dile getirilen ‘megali idea’ ile örtmeye çalışmışlardır. Böylece halka sorunların, büyük Yunanistan kurulduktan sonra çözülebileceği fikri empoze edilmiştir. Yunanistan’ı kurmak için yola çıktıklarında önde tuttukları Antik Yunan Uygarlığı’nın değerleri ile bu değerleri ortadan kaldıran Ortodoks bağnazlığı arasında sıkışıp kalınca, 19 yy. ikinci yarısında dinsel Bizans keşfedilip, resmi tarih Yunan – Bizans  teorisi ile yeniden şekillendirilmiştir. Yunanistan’ın kuruluşundan bu yana, devletin şekli ve sınırlar dahil sayılamayacak kadar çok şey değişmiştir. Hiç değişmeyen ise, Türk düşmanlığı ve tehdidi olmuştur.

[10] Osmanlı, tebaası olan gayrimüslimleri millet sistemi içinde ve dini kurumları etrafında organize etmiştir. Millet sistemi Fatih’in eseridir. Bu sisteme göre kurulan ilk millet (1454) Ortodoks – Hıristiyan (Rum) milletidir. Sadece dini mensubiyeti ifade eden  Rum milleti, aile ilişkileri, kültürel ve siyasal konularda  Fener Patriğinin idaresi altında idi. Ortodoks Rumlar, Bulgarlar, Sırplar, Arnavutlar, Ulahlar, Boğdanlılar, Rumenler, Hırvatlar, Karamanlılar, Süryaniler, Melkitler ve Hıristiyan Araplar bu millete dahildi. Bu sistemin başındaki Fener Rum Patrikhanesi Osmanlı öncesi kaybettiği gücünü, Osmanlı sayesinde tekrar kazanınca, Bizans’ın güçlü döneminde olduğu gibi asimilasyoncu karakterini tekrar canlandırdı. Cemaati olan halklara ibadet ve eğitimde kendi dillerini kullanma izni vermiyor, yüksek rütbeli din adamlarının hep Hellen unsur arasından tayin diyordu. (Bkz. İlber Ortaylı. Batılılaşma Yolunda. Merkez Kitapları. İstanbul. 2007. s. 174) Ortodoks kilisesinin Hellen milliyetçisi karakterini dikkate almadan tarihi yorumlayanlar daima yanılabilir. 1461’de aynı şekilde bir Ermeni Milleti kuruldu. Daha sonra da Yahudi Milleti. Osmanlı yönetimi dünyevi ve ruhani yetkiler arasında güç ayrılığı yaratarak bu tür çatışmaları önlemek istemişti.

Hıristiyan unsurlar için Sultan, dinsel bir otorite değil, düzenin koruyucusu ve kanunların uygulayıcısı idi. Bu millet yapılanmasının taşradaki teşkilatlanması, güçlü bir etnik köken duygusunun gelişmesinde rol oynamıştır. Gerçekte bu milletlerin üyeleri çeşitli etnik kökenlere sahiptir. Değişik etnik kökenliler, kendi cemaatleri içinde yaşayıp kendi dillerini konuşmalarına rağmen, belirli bir etnik grubun çoğunlukta olduğu yörelerde ibadetler, genellikle çoğunlukta olan grubun diliyle yapılıyordu. Giderek hakim grubun dili de o cemaatin dili durumuna geldi. Anadolu ve Balkanlarda bu tür asimilasyonlar doğal bir süreçte devam etti. Bu konunun bölge tarihinde  ayrıntılı örnekleri vardır. Fakat bu çalışmanın konusu değildir.

Osmanlının kurduğu millet sistemde zaman içinde, Kanuni Sultan Süleyman döneminde  Sırp ve Bulgar kiliselerinin yeniden kurulması gibi bazı değişim ve gelişmeler olmuştur. Daha sonra Patrikhanenin ısrarlı isteklerini kabul eden Osmanlı yönetimi, 1767 yılında milli karakteri olan bu kiliseleri kapatmış, yerlerine dini otorite olarak Patrikhaneyi koymuştur. Patrikhane bu kiliselerin piskopos ve rahiplerini görevden almış, yerlerine Yunanlıları atamıştı. Yunanlı papazlar  ibadetlerde Patrikhanenin dini dili olan Rumca / Yunanca kullanımını zorunlu kılmıştı. Bu da Yunanca’nın  yayılmasına yol açmıştır.

Balkanlarda milliyetçilik düşüncesinin yayılması milli dilde  eğitim ve ibadet isteklerini de artırmıştı. Milliyetçilik etkisi ile Bulgarlar, Bulgarca eğitim yapan Bulgar okullarını yaymaya başlayınca, tepki Osmanlı hükümetinden değil, Rumlar ve patrikhaneden gelmiştir. Filibe, Tırnova, Selanik gibi Osmanlı topraklarında kurulan Bulgar okulları, mahalli Rum ileri gelenleri, rahipler ve metropolitler tarafından kapattırılmak istenmişti. Bu faaliyetleri yürütenler Osmanlı yönetimine şikayet edilmiştir. Patrikhaneden bağımsız bir Bulgar kilisesi kurma hareketine ve Bulgarların kendi dillerinde ibadet etme isteklerine, Rumlar mani olmaya çalıştılar. Bkz. İlber Ortaylı. Osmanlı İmparatorluğu’nda İktisadi ve Sosyal Değişim. Makaleler1 2.bs.  Turhan Kitapevi. Ankara 2004. s. 358. Daha sonra Babıâli ulusal kiliselerin yeniden kurulmalarına izin vermiş, bağımsızlık kazanan Yunanistan da kendi milli kilisesini kurmuştur. Konumuz açısından ulusçu hareketlerin uyanışında kiliselerin önemli bir yeri vardır. Ortodoks kilisesi Hıristiyanlık ve Ulusçuluk ideolojisini birlikte yürütmüştür. Bu konuda bkz. Yahya Kemal Taşkan. Balkanlarda Ulusculuk Hareketleri. Balkanlar El Kitabı. C.1 Tarih. KaraM & Vadi Yayınları  Çorum 2006  s.413 – 445

[11] Modern Yunan ulusunun inşasında yaşanan en önemli problemlerinden bir de dil problemidir. Yunanistan’da aydınların dili olarak anılan arkaik ve ağdalı bir dil olan kathareuousa / katharevusa ile halk dili olan “dimotike” den hangisinin tercih edileceği konusunda uzun tartışmalar yaşanmıştır. Dil ulusun birliğini sağlayacak en önemli unsur olduğu için bu tartışmalar da Yunan ulusu inşa edilirken en baş köşeyi işgal etmekteydi. Bu tartışmalar ve taraftarları için bkz. Herkül Milas. Yunan Ulusunun Doğuşu. İletişim Yayınları. İstanbul 1994 s.29-36. Yunanistan kurulunca  Kathareuousa  resmi dil oldu. Halkın konuştuğu dille resmi dilin farklı olması çift dil sorunu doğurmuştu. Bu tartışmalar 1976 ya kadar devam etti ve 1976 da Demotike yani halkın konuştuğu dil resmi dil oldu.

[12] Rusların Karadeniz’deki öncüleri Kazaklar olmuştur. Kazaklar, sık sık Karadeniz’e çıkarak  Karadeniz’in kuzey ve güneyindeki Osmanlı sahillerine  baskın ve yağma akınları yapmıştır. Kırım’daki önemli Osmanlı üssü olan Azak kalesi de Kazak saldırılarına hedef olmuş  ve 1637’de Kazakların eline geçmiştir.  Beş yıl sonra da yapılan anlaşmalar gereği  Çar’ın emri ile boşaltılmıştır.

[13]  Ruslar 1697 yılında Azak’ı ele geçirerek kalıcı olarak Karadeniz’e yerleşmiştir. Bu konu Küçük Kaynarca Antlaşması ile perçinleşmişti.

[14] Prut’ta fırsatı kaçıran Osmanlılar, Rusları bir daha böyle bir ölüm kalım noktasına getiremeyecekti.

[15] 1669’da Patrik olan Dositheus, Kudüs’te çok az bulunmuş ve1690’dan sonra Kudüs’e hiç  gitmeyerek genellikle İstanbul’da yaşamıştır.

[16] Bunların arasında Katolik Papazlar,  tacirler, Felemenk sefiri Jacobus Coljer ve tercümanı William Theyls gibi isimler vardı. Bu da Rusların elçilik kurulmadan önce istihbarat kaynağı olan  Rum papazlar ve Fenerli Rumlarla yetinmeyip istihbarat ağlarını genişlettiğini gösterir

[17] Fenerli Rumlar / Beyler, Osmanlı idaresinin ortaya çıkardığı bir Rum aristokrat grubuydu. Rum toplumu için söylediklerimizi bunlar içinde söyleyebiliriz. Kendilerine daha sonra Bizans’a dayalı bir asalet iddiası uydursalar bile, Bizans’tan kalan asalet sahibi Rum soyluları değillerdi. İçlerinde Romen, Bulgar, Hıristiyan Arnavut ve İtalyan asıllı aileler vardı. Fenerli Rumlar 17.yy’da Osmanlı bürokrasisinde önemli roller oynamıştır. Cocuklarının çoğu batıdaki üniversitelerde yetişmiştir. Önemli görevlere gelen Fenerli Rumlara daha önceleri sadece Müslümanların yapmalarına izin verilen sakal bırakma, maiyetiyle beraber at sürme vb. gibi ayrıcalıklar da verilmiştir. Genellikle çevirmen ve aracı olarak görev yapmış oldukları için, devletin sırlarını bildikleri gibi, yabancı diplomatlarla da birebir  temasları da oluyordu. Fenerli Rumlar siyasi güç elde eden ilk gayrimüslim gruptu. Bu siyasi elit 1750’li yıllarda, eski Bizans İmparatorluğu’nu helenleşmiş bir şekilde kurmayı amaçlayan bir faaliyet başlatmışlardı.

[18]  1673-1709 arasında baş tercüman olan Mavrokordato, İtalya’daki Padua Üniversitesinde eğitim görmüştü. Felsefe ve  Yunan filolojisi dersleri veren ve aynı zamanda doktor olan bu parlak genç, otuzlu yaşlarda  baş tercümanlığa yükselmişti. Karlofça Antlaşması ile sonuçlanacak görüşmelerde baş diplomat olarak görev yapmış, oğlu Ioannis de Pasarofça Antlaşması’nda benzer görevde bulunmuştu. Karlofça’da Reisü’l-Küttab Rami Efendi refakatinde Divan-ı Hümayun baştercümanı sıfatıyla bulunan İskerletzade Aleksandr Mavrokordato  1699 yılında Osmanlıların askeri sırlarını yılda 2400 lira karşılığı Fransız elçisine satıyordu. Kod adı Ali idi  ve  XIV. Louis’in ünlü Fransızlara bağladığı maaş listesinde de adı vardı. Fransız elçisi bu kişinin Ruslara da bilgi sattığından kuşkulanıyordu. Aynı kişi Karlofça’da  Osmanlı Devleti’nin kendisine gönderdiği talimatı Viyana’ya iletmiştir. Bkz. Zeynep Sözen. Fenerli Beyler 110 yılın Öyküsü (1711-1821) s.55 . Ayr. Bkz. Philip Mansel. Constantinople. Penguin . Hammondsworth 1997

[19] B.H.Sumner. Büyük Petro ve Osmanlı İmparatorluğu. Çev. Eşref Bengi Özbilen. Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı İstanbul 1993 s.69-86.

[20] Gerasimos Augustinos.Küçük Asya Rumları. Ondokuzuncu yüzyılda inanç, cemaat ve etnisite.  Çev. Devrim Evci.Ayraç Yayınları. Ankara 1997.  “ Ruslar Osmanlı imparatorluğu’nun işlerinde daha çok söz sahibi olmak amacıyla sultanın Ortodoks uyruklarını araç olarak kullanmaya çalışmaktaydı.” Bkz. s. 199

[21] 1782-1792  döneminde Rusya ve Avusturya’nın “Grek Projesi” adı altında yürüttüğü, Osmanlı devletini yıkmak ve eski Bizans’ı yeniden canlandırmak üzere yerine bir Grek  devleti kurma çalışmaları bunlardan biridir. Bu proje sadece Yunanlıları değil Sırpları da kapsayacak şekilde yapılmıştır.

[22] Bu konuda  bilgi için bkz. Ahmet Gündüz. Balkanlarda Panslavizm Faaliyetleri ve Osmanlı Devletine Etkileri. Türk Dünyası Araştırmaları S.137  Mart-Nisan 2002 s 105-116.

[23] Rusların Hıristiyanlaşması, Fener Patrikhanesinin gönderdiği heyetler vasıtası ile olmuştur. Bu nedenle Rus kilisesi ile Fener Patrikhanesi arasında bir  bağ vardır. Bu bağ, Moskova Knezi III.İvan’nın  Bizans prensesi Sofya Paleolog ile evlenmesinden sonra, Moskova’nın Bizans’ın devamı olduğu görüşünün geliştirilmesine temel teşkil etmiştir.

[24] I.Roma, II. Roma İstanbul, III.Roma Moskova.

[25] Sumner. Age. s.28

[26] Çariçe II.Katerina 1787 senesinde Kerson’da Avusturya İmparatoru II.Josef  ile buluşmuş ve Grek Projesi adı verilen proje için anlaşmışlardı.

[27] Akdes Nimet Kurat. Türkiye ve Rusya XVIII. Yüzyıl Sonundan Kurtuluş Savaşına Kadar Türk – Rus İlişkileri (1798 – 1919) Ankara 1970 s.32.

[28] Topçu Yüzbaşısı Grigorios Papadopoulos

[29] Gregory ve Alexis Orlov kardeşler.

[30]  Savaşların tafsilatı için bkz. Fevzi Kurtoğlu. 1768 – 1774 Türk – Rus harbinde Akdeniz Harekatı ve Cezayirli Gazi Hasan Paşa. Genelkurmay Başkanlığı Yayını İstanbul 1942 ( 366 sayılı Deniz Mecmuasının tarihi ilavesidir.)

[31] Kilise liderleri, Fenerli Beyler ve Rum tüccarlar Petersburg’dan yardım geleceğini umuyorlardı. Rusya’da her yıl Fener Patrikhanesine para yardımı yapıyordu.

[32] İngiliz politikasında daima  Rus taraftarı bir klik vardır. Fakat bundan sonraki dönemlerde genel İngiliz politikası, Rusya’nın sıcak denizlere inerek, Hindistan’daki sömürgeler üzerinde tehdit yaratmasını önlemeye yönelik olmuştur.

[33] Korfu, İthaki, Lefkas, Kefalonya, Zakynthos, Paksos ve Cythere

[34] 1757 yılında Teselya’nın Velestino adlı küçük bir köyünde doğan Regas, Eğitim ve iş için İstanbul’a gelmiş ve burada Fener Beylerin’den dede Aleksandır Hypselantes / İpsilant ‘ın yanında sekreter olarak çalışmaya ve eğitimini sürdürmeye başlamıştır. Yunanca, Türkçe, Fransızca, Arapça, İtalyanca ve Almanca öğrenen Vegas, batı kültürüne de aşina idi. Eflak’ta yöneticiler hizmetinde çalıştıktan sonra, 1791 de Viyana’ya geçmiş, Fransız devriminden etkilenmişti. 1793 den itibaren Fransızlarla irtibatı olmuştur. Bir çok eseri olan Regas’ın, ilhamını Antik Yunan uygarlığından alan, Yunan ulusu anlayışı, Hellenlerin, Fransızların yardımıyla kurtulacağına dair inancı, cumhuriyetçi ve demokrasi yanlısı fikirleri ile hazırladığı anayasası, şiirleri ile Yunan ulusçuluğunu ateşleyenler arasındadır. Regas ve eserleri hakkında bkz. Milas, Age s.87 – 122

[35] Mora’daki isyanların silah ve cephane ihtiyacı, 1815’den itibaren İngiltere korumasındaki adaların ticari faaliyetlerinden yararlanılarak sağlanmıştır.

[36] İpsilantiler aslında Trabzonlu bir ailedir. Ailenin, Çaykara’ya bağlı İpsil Köyü  ile bir ilgisinin olduğu şüphesiz. Fakat bu konuda kesin bir şey söylemek için detaylı bir çalışma yapmak gerek. İpsilantilerin Fatih Sultan Mehmet tarafından, Trabzon Kralı ile birlikte fetihten hemen sonra İstanbul’a gönderilen ve Fener’e yerleştirilen ailelerden olduğu sanılmaktadır. Romen tarihçi Giurescu’ya göre, Trabzon eşrafından olan ve Trabzon’da mal mülk ve gemi sahibi olan  İpsilantiler, Trabzon’lu bir paşa ile istenmeyen bir evlilikten dolayı Trabzon’dan İstanbul’a göç etmek zorunda kalmış  ve Yeniköy’e yerleşmişlerdir. Burada işleri iyi gitmiş ve Tarabya sahillerinde muhteşem bir yalı sahibi olmuşlar. İstanbul’daki büyükelçilerin yazlık olarak kiraladıkları bu konak birçok seyahatnameye de konu olmuştur. İpsilantiler, diğer Fenerli aileler gibi, Bizans’ın soylu ailelerinden geldiklerini iddia ederler ve hatta son Trabzon Kralı David Komnenos ile anne tarafından ilişkileri olduğunu belirtirler. Yine Trabzon kökenli Fenerli Rumlardan olan Mourozi ailesi ile de kız alıp verme yolu ile akrabalık tesis etmişlerdi. Fenerli bir diğer ünlü aile olan ve Sakız  Adası’ndan gelmiş Mavrokordatolarla da akrabalık ilişkileri vardı.

Ailenin ilk adı bilinen üyesi Triandafil İpsilanti ve kardeşinin oğlu Haci Yanaki İpsilanti’dir. Yanaki’nin oğlu Kostantin, o dönemlerde Romen soyluları arasında sayılıyordu. Konstantin’in oğlu Yanaki ise  dede Aleksandre İpsilanti’nin babası idi. Aleksandre  çok iyi eğitim görmüştü, birkaç dil bilirdi ve birçok görevden sonra 1774’de Eflak Prensi (Hospodar) olmuştu.  Eflak’ta bir çok reform gerçekleştirmiş, okullar açmış  ve imar faaliyetlerinde bulunmuştu. Bazı faaliyetleri nedeni ile isyan hazırlığı ile suçlanıp görevinden alınmış ve sürgüne gönderilmiştir. Daha sonra affedilerek Boğdan prensliğine atanmış, 1788’de Rusların Boğdan’ı işgaline yardımcı olduğu için görevinden alınmış, daha sonra, tekrar affedilerek Eflak Prensliğine getirilmiştir. Oğlu Kostantin, III.Selim döneminde baştercüman olmuş, 1799’da Boğdan Prensliğine atanmıştı. Açıkça Rus taraftarı olan Kostantin’in, Rusya’nın baskısı ile bu göreve getirildiği bilinmektedir. Tilsit anlaşmasından sonra Rusya’ya kaçtığı ve orada öldüğü bilinmektedir. Oğlu Aleksandr İpsilanti, 1792’de İstanbul’da doğmuş babası ile birlikte Rusya’ya  giderek Çar Aleksandr I.’nin hizmetine girmiştir. Napolyon’un Rusya seferinde, Rus ordusunda savaşmış, 1813’de  Dresden savaşında bir kolunu kaybetmiştir. Savaş sonunda toplanan Viyana Kongresi’nde, Rusya’yı tüm Ortodoksların koruyucusu olarak ilan etmiştir. bkz. Sözen. Age. s.153-173.

[37] 1814’de Emanuelle Ksantos, Nikola Skufas ve Anastasyon Tsakalof  adlı ikisi Rum, biri Bulgar tüccarın katılımıyla ve Yunan ulusunu Osmanlı boyunduruğundan kurtarmak ve Rum Patriği başkanlığında bir devlet kurmayı amaçlayan Filiki Eterya (Dostluk Birliği), masonlar gibi gizli bir örgütlenme modelini benimseyen bir örgüttü. 1818’de Fener’de ilk teşkilatlanmasını yapmış ve kısa sürede geniş bir örgüt kurmuşlardı. Fener Patriği de üyeleri arasındaydı. Bir çok merkezde teşkilatlanmış, maddi imkan temini için birçok şirket kurmuşlardı. Ruslarla işbirliği içinde çalışan örgüt, Balkanlarda birçok siyasi cinayet ve Mora isyanına imzasını atmıştı.

[38] Yazımızın bundan sonraki bölümünde Mora’dakiler Yunan, Anadolu’dakiler  Rum olarak adlandırılacaktır. Anadolu’daki Rum adlandırmasından kast ettiğimiz, Hıristiyan – Ortodoks ve kilise organizasyonları Fener Patrikhanesine bağlı olanlardır. Önemli bir bölümü Türkçe’den başka bir lisan bilmediği için bunları Yunan milletinden ayırmanın doğru olacağını düşünüyoruz. Osmanlı ülkesinde aynı kilise organizasyonuna bağlı olan Araplar da vardı. Bunlardan Güneydoğu Anadolu’da olanlar, savaş sonuna doğru Arap ülkelerine göçmüşlerdir.

[39] Rumluk ve Yunanlılık / Hellenlik birbirinden ayrı şeylerdir. Rum / Romei denilen herkes Hellen değildir. Rum adlandırması Roma İmparatorluğu ile ilgilidir. Roma hakimiyeti altına aldığı kavimlere Romalı olmak (vatandaşlık) hakkı vermiş ve imparatorluğun sınırları ile birlikle Roma vatandaşlığı da yayılmıştır. Romalı olma ünvanı Doğu Roma imparatorluğunda da devam etmişti. Doğu Roma’da  resmi dil olan Latince’nin yerini Yunanca aldıktan ve Ortodoks Hıristiyanlık devletin resmi dini olduktan sonra Yunanca ve Ortodoksluk Rumluğun ana ögelerinden olmuştur. Tarihciler tarafından Bizans olarak adlandırılan bu dönemde hakimiyet altına alınan her kavim Ortodoks kilisesine bağlanmıştır. Bizans, dilini aldığı Yunanlılardan / Hellenlerden antik Yunan kültürünü devam ettirmek, yaşatmak iddiasında olanları, Ortodoksluğun etkisi ile putperestlikle suçlayıp imha etmiştir. Hıristiyanlığı yaymak, Ortodoksluğu korumak, sapma ve ayrılıklarla mücadele etmek, Bizans politikasının ana ilkeleri idi. Bu ilkelerin şekillendirdiği olaylar, Bizans tarihinin önemli bir bölümünü oluşturur.  Bizans, Hıristiyanlığın yayılmasını kolaylaştırmak için  İncil’i farklı halkların dillerine çevirmiş, ilk aşamada Hıristiyanlığı kabul eden halkları kendi dilleri ile ibadet  konusunda serbest bırakmıştır. Bu dönemde dini cemaat içinde  azınlık olanlar, çoğunluk olanın dilini benimseyip çoğunluğa asimile olmuştur. Bu uygulama daha sonraki aşamalarda devletin ve kilisenin dili olan Yunancayı benimsetme şeklinde sürmüştür. Bu politikanın geniş  imparatorluk coğrafyasında her bölgede aynı sonucu verdiğini söylemek mümkün değil. Ama ticari ve dini merkezlerde etkili olduğu şüphesiz.

Fener patrikhanesinin Hıristiyanlaştırdığı halkları Yunanlılaştırmak / Bizanslılaştırmak politikası Osmanlıdaki dini esaslı millet uygulamasının sağladığı imkan ve güçle aynı doğrultuda devam etmiştir.  Osmanlıdan aldığı kuvvetle Ortodokslar üzerinde ciddi bir otorite haline gelen Fener Rum kilisesi cemaatine (Rum milletine) Yunancayı benimseme ve Yunanca ibadet edip, Yunanca konuşma konusunda dini baskı uygulamıştır. Neofitos Dukas adlı Yunanlı aydın, 1815 yılında Patrikhaneyi Yunanca’nın yaygınlaştırılmasına ve bütün Balkan Ortodokslarını Hellenleştirilmesine davet ediyordu. Bu baskıların  kendi diliyle ibadet yapmak isteyen topluluklarla, patrikanenin politikalarını destekleyenler arasında çatışmaya varacak huzursuzluklar yarattığı, bunları gidermek için Pec / İpek kilisesi gibi milli karakterdeki kiliselerin varlığı bilinmelidir.

Sırp Patrikhanesi olarak bilinen kilise, 1219 yılında İstanbuldaki Patrikhane’den bağımsızlığını ilan ederek  ayrılmıştır. Fatih Sultan Mehmet tarafından 1459 yılında kapatılan Sırp Patrikhanesi  Kanuni Sultan Süleyman’ın  ünlü veziri Sokullu Mehmet Paşa tarafından başına kardeşi  Makarije oturtularak 1555 yılında yeniden açılmıştır. III. Mustafa döneminde Fenerli Beylerin entrikaları ve Patrikhane’nin baskıları ile  1776’de tekrar kapatılan kilise,  1834’de tekrar açılmıştır.

Ayrıca  Balkanlardaki milliyetçilik akımları ve bağımsız devletlerin kurulması ile başta Yunan Kilisesi olmak üzere kurulan milli kiliselerin patrikhaneden ayrıldığı da tarihi bir gerçektir.

Bu açıklamalar ışığında Doğu Karadeniz bölgesini ele alırsak, Bizans’ın bölgedeki gücünü artırdığı dönemlerde bölgedeki yerel mezhepleri ortadan kaldırdığını. Kilise vasıtası ile bölge halkını Rumlaştırmaya çalıştığını. Osmanlı döneminde Rumlaştırmanın, kiliseye Bizans’ın sağladığından daha güçlü bir destek sağlandığı için istikrarlı bir şekilde devam etiğini. Bölgedeki Ortodoks – Hıristiyanların Rumlaşmasının Osmanlı döneminde tamamlandığını söyleyebiliriz.

[40] Bu isyanla Sırplar, Balkanlarda özerklik alan ilk halk olmuştu.

[41] Adını ilk kez 18 yaşında çete reisi olarak duyuran Arnavut / Toska asıllı  Ali Paşa, 1768 – 1774 Osmanlı – Rus harbindeki hizmetlerinden sonra paşalığa kadar yükselmiş, 1778’de de Yanya Paşası olmuştur. Fransa’nın Mısır’ı işgalinde Dalmaçya kıyılarında Fransız kuvvetlerine karşı başarılı mücadeleler vermiş, 1802 tarihinde Arnavut isyanını bastırarak itibarını artırmıştır. Güney Arnavutluğu yöneten Ali Paşa  burada güçlü bir yönetim kurmuştu. Yönetimi altındaki Hıristiyan ve Müslümanların durumunu iyileştiren bir çok reform uygulamalarının yanı sıra bölgesinde Bektaşiliği yeniden organize etmişti. Mora’daki  Rumlar, Tepedelenli Ali Paşa’dan ötürü ayaklanmadan korkuyorlardı. Ali Paşa tüm gelişmeleri İstanbul’a iletiyor, fakat II. Mahmut’un danışmanı olan Hâlet Efendi, Padişahı yanlış bilgilendiriyordu. Hâlet Efendi hem Rum taraftarı hem de Ali Paşa’nın düşmanı idi. Aynı bilgiler İngilizler tarafından II. Mahmut’a bildirilince, padişah Hâlet Efendi’den tahkikat yapmasını istedi. Hâlet Efendi de Filiki Eterya üyesi ve divan çevirmenlerinden olan, Fenerli Rumlardan Nikola Mouruziyi Mora’ya gönderdi. Mora’daki isyan hazırlıklarını iyi bilen Mouruzi, Mora halkının padişaha bağlı olduğu şeklinde bir rapor sundu. Ali Paşa’yı yanlış bilgiler vermekle suçladı. Daha önce yapmış olduğu bağımsız hareketler de işin tuzu biberi olmuş ve Ali Paşa azledilmişti. Af istekleri, Hâlet Efendi mağrifetiyle reddedilen  Ali Paşa durumunu kuvvetlendirmek için İngitere, Fransa, Rusya ve Filiki Eterya ile temaslarda bulundu. Ali Paşa, Yunanlıları Bab-i âli’ye karşı kullanmak isterken  ihtilalci Yunanlılar da Ali Paşa’yı Bab-i âli’ye karşı kullanmak istediler. Hıristiyan Arnavut ve Yunanlılardan destek bulan Ali Paşa, üzerine gelen kuvvetlere bir yıl kadar dayandıktan sonra  1822’de af isteği ile  teslim oldu. Fakat kafası kesilerek öldürüldü. Ali Paşa’nın ortadan kaldırılması ile bölgede Yunan isyanını bastıracak güç kalmamıştı. Tepedelenli Ali Paşa isyanını bastırmak için gelen kuvvetler halkı rahatsız ettiği için bölgeden çekilmiş ve bölge isyanı bastırabilecek kuvvetlerden arındırılmıştı. İsyan başladıktan sonra Hâlet Efendi’nin bu işlerde parmağı olduğu anlaşıldı. Önce Konya’ya sürülen Hâlet Efendi daha sonra  boğduruldu.

[42] Filiki Eterya ile Etniki Eterya birbirine karıştırılmamalı. Etniki Eterya / Etnike Hetairia, Kasım 1894 de Yunan ordusunun desteğinde, zenginlerden mecburi alınan finansman ile kurulmuştu. Cemiyet, kurduğu çeteleri Osmanlı topraklarına   sızdırmış, bu topraklarda çeteler kurup çatışmalar çıkarmış, Batı Trakya’da Bulgar ahali, Bulgar çeteleri, Makedonya’da ise Bulgar ve Sırp çetelerine karşı savaş vermiştir. Olaylara tarihçi gözü ile baktığınızda, Kıbrıs’taki EOKA harekatının bu geleneğin bir devamı olduğunu  hemen farkedebilirsiniz.

[43] Tepedelenli Ali Paşa’nın isyanı ve idamında olduğu gibi, Mora isyanının çıkıp yayılması ve Yunanistan’ın kurulmasında Hâlet Efendi’nin ihaneti çok dikkat çekicidir. 1802’de başmuhasebe payesi ile Paris’e elçi olarak gönderilen Hâlet Mehmet Said Efendi, 1807’de dönünce beylikçi oldu ve aynı yıl Kütahya’ya sürüldü. Daha sonra af edildi ve 1810 yılında rikâb-ı hümâyun kethüdâsı olarak gizli haberleşmeye memur edildi. 1814 tarihinde kethüdâlıktan ayrıldıktan sonra nişancı oldu. (bkz. Mehmet Süreyya. Sicill-i Osmanî Osmanlı Ünlüleri 2  Yay. Haz.: Nuri Akbayar Eski Yazıdan Aktaran: Seyit Ali Kahraman. Tarih Vakfı Yurt Yayınları. İstanbul 1996  s.564 – 565). Bernard Lewis, batılı her şeye karşı, inanmış bir gerici olarak tanımladığı  Hâlet Efendi’nin, Paris’te kendisine “Türk elçisi” denmiş olmasından üzüldüğünü belirtir. (bkz. Bernard Lewis.Modern Türkiye’nin Doğuşu. 7.bs. Çev. Metin Kıratlı. Türk Tarih Kurumu Yayınları. Ankara 1998 s. 71 ve 105.).  İngilizlerle ilişkisi tesbit edilince Kütahya’ya sürülen Hâlet Efendi, II. Mahmut’un tahta geçmesinden sonra dönemin en güçlü adamı haline geldi. 13 yıl II.Mahmut’un danışmanı olarak, aralarında sadrazamların da bulunduğu bir çok tayin ve azilde etkili oldu. Kin ve düşmanlık güttüğü kişilerin azli ve idamı gibi, İmparatorluğun mahvına da damgasını vuran Hâlet Efendi, ihaneti ortaya çıkınca II. Mahmut’un gazabına uğradı. Önce Bursa, ardından da Konya’ya sürgüne gönderildi. Arkasından koru-i hümâyûn ağası  Arif Ağa gönderilerek kellesi kesildi. İhanetinin bedeli olarak kellesi İstanbul’a getirlerek halka gösterildi. Mevlevi olan Hâlet Efendi’ye  Mevleviler sahip çıktı ve Yahya Efendi Tekkesi’ne  defnedilip, adına Galata Mevlevihanesinde bir taş dikildi.

[44]  Eflak – Boğdan halkının mücadelesi, ülkelerinin yönetimini Osmanlı devletinden bir nevi kiralayan ve ödediği parayı halktan kat kat alan Fener Rumlarından kurtulmak doğrultusunda idi. Bu nedenle İpsilanti’nin düzenlediği isyana destek vermediler. Boğdanlı köylüler, isyanı Osmanlı yönetiminden önce bastırdılar. Osmanlı yönetimi de Fenerli Rumları Eflak – Boğdan yönetiminden uzaklaştırdılar. Eflak – Boğdan yönetimi, Romen Gospodar  ve Boyarlar arasından seçilmeye başlandı. Yönetimdeki Romenleşme, gelecekteki Romanya’nın temellerini de oluşturdu. Fenerli beylerin  gidişiyle patrikhanenin ve Yunanca’nın etkileri silindi. Ülkede Hellenleşme yerine Latinizasyon hareketi başladı. Gelişmeler bu günkü Romen toplumunun şekillenmesi ile sonuçlandı. Bkz. Ortaylı. Makaleler 2. s. 356. Yada Fransa, Tuna kıyısındaki Latin kızkardeşi  Romanya’yı keşfetti. Bkz. Yerasimos. Age. s 56

[45] Patrik Gregolyos, patrikhanenin orta kapısnda asılmıştır. Bu kapı yeni patriğin emri ile burada bir Türk devlet veya hükümet başkanı asılıncaya kadar kapatılmıştır. Kin kapısı olarak bilinen kapı günümüzde de bazı siyasi tartışmalara konu olmaktadır. Bkz. Muammer Karabulut. Kin Kapısı. Togan Yayınları. İstanbul  2007.

[46] Devlete karşı ihtilalcilik suçu ile iki Rum Patriği asılmıştır.Bunlardan birincisi III.Partenios olup, 1657 yılında Köprülü Mehmet Paşa sadrazamlığı sırasında, Eflak Voyvodası Kostantin’i isyana çağıran mektup nedeni ile asılmıştır. Yeniçeri kıyafeti giyilerek halka zarar verilmesinden sonra, yapılan denetimde patrikhanede ele geçen 40-50 kat yeni çeri elbisesi mahkemeye sunulan deliller arasındadır. İkinci asılan Patrik V.Gregorius’un suçlu olup olmadığı konusunda tartışmalar vardır. Fakat Rus elçisi General İgnatiyev’e  isyanla ilgili yazdığı ve İgnatiyev’in anılarında yer verdiği mektup, kilise ile isyan ve isyancılar arasındaki organik bağı açığa çıkartmaktadır. Ayrıca Gregorius  söylenenleri inkar etmemiştir. Bkz. Prof. Dr. Yavuz Ercan. Toplu Eserler: II Rumlar ve Diğer Müslüman Olmayan Topluluklar. Turhan Kitabevi Ankara 2007. bkz. s.153-154

[47] Bu olaydan sonra etkileri azaldı, diğer gayrımüslim unsurların seçkinleri de onlara eş rütbe ve mevkilere getirildi. Bu gelişmelerden ders çıkardılar. Fakir Yunanistan’ı gözden çıkardılar, güçleri ve zenginliklerinin kaynağı olan ve ihanet ettikleri Osmanlı İmparatorluğunu Türk ve Hellenlerin müşterek imparatorluğu olarak gören bir düşünce çizgisi geliştirdiler. bkz. Ortaylı. Batılılaşma Yolunda.  s. 196-198.

[48] Ahmet Gündüz. 1789 Fransız İhtilali Fikirleri ve Osmanlı Devleti’nin Osmanlı İmparatorluğu’nda Yayılması ve Balkanlardaki İsyanlar. Türk Dünyası Araştırmaları. s.160 Ocak – Şubat 2006 s.67-82 bkz. s.78

[49] Gündüz. Agm. s.12-13

[50] Georges Castellan. Balkanların Tarihi Çev. Dr. Ayşegül Yaraman – Başbuğu. Milliyet Yayınları İstanbul 1992 s.275.

[51] Gündüz.Agm.s.13

[52] Yunan devletine verilen topraklarda hiç Müslüman kalmamıştı. Buradaki Müslümanların tamamına yakını isyan esnasında öldürülmüş, çok azı göç etme imkanı bulmuştu. Fakat bu  katliamlardan hiç bahsedilmez.

[53] Kont Ioannis Kapodistrias Korfu asıllı idi. Yönetimi diktatörlük diye adlandırılabilir. Çünkü önemli görevlere hep yakın akrabalarını getirmiş, asker olmayan kardeşini başkomutanlığa atamıştı. Kısa sürede toprak sahipleri, tüccarlar ve kilisenin üst yöneticileri ile ters düşmüş, 9 Ekim 1831’de çiftlik sahiplerinin düzenlediği bir suikastta öldürülmüştü.

[54] 1820’lerde Avrupa’da monarşik güçler egemendi. Yunanistan’ı kuran güçler Fransız devrimini anımsatan sözlerden hiç hoşlanmıyordu. Bunun Yunanistan’a yansıması, Yunan aydınlarının  “ Yunanistan eğer Avrupa’nın desteğini istiyorsa Avrupalıların değerlendirmelerini göz önüne almalıdır” yönlendirmesi, sonucu ise Krallık idaresi olmuştur.

[55] Ortaylı. Makaleler1 de yer alan  “Tanzimat Döneminde Yunanistan ve Osmanlı İmparatorluğu” adlı makale. S.353-361. bkz. 354.

[56]  “Yunanlı liderler, hem aktif, yayılmacı bir dış politika,  hem de güçlü bir kalkınma programı izlemekten yanaydı. Kuruluşundan itibaren  fakir bir ülke olan Yunanistan, iki seçeneği de başarıyla izleyecek kaynaklara sahip değildi. Devrim günlerinden  beri, çözülmez görünen mali sorunlar ülkenin başına bela olmuştu.” Bu satırlar için bkz. Barbara Jelavich. Balkan Tarihi 2 C. I.C. 18. ve 19. yüzyıllar. Çev. İhsan Durdu –Haşim Koç- Gülçin Koç. II.C. 20.yüzyıl. Çev. Zehra Savan – Hatice Uğur. Küre yayınları. İstanbul  2007. bkz.   C.II. s 41- 42. Amerika’daki Balkan Tarihi araştırmalarının önde gelen isimlerinden olan Jelavich, yaklaşık 40 yıl boyunca Balkan ülkeleri ve Rusya ile ilgili çalışmalarda bulunmuştur.

[57] Soruyu bir başka şekilde “Neden Yunanistan’a ‘batının şımarık çocuğu!’ deniyor? diye de sorabiliriz.

[58] Bu partilerden en popüler olanı Fransız Partisi, ikinci sırada  Rus Partisi, üçüncüsü ise İngiliz Partisi idi. İngilizler, Osmanlı devletinin toprak bütünlüğünü savunduğu için dezavantajlı gibi görünseler de Akdeniz’deki güçlü İngiliz donanması, İngiliz görüşünü Yunan hükümetlerine kabul ettirmek bakımından ikna ediciydi. Çoğu zaman da böyle olmuştur. Ayrıca İngiliz Partisinin başındaki Mavrokordato’yu  küçümsememek gerek. 1843 yılında geçici olarak nüfuzları azalan İngiliz ve Rus Partileri bir darbeyi deteklemek konusunda birleşmişti. Bkz.Jelavich. Age. C.I s.286-287

[59] Jelavich. Age C.II. s 42

[60] İlk Kral Otto Bavyera Kralı I. Ludwig’in oğlu  ve Katolik idi. Avrupadaki hanedan mensuplarından kimse kabul etmediği için, küçük yaştaki Otto ilk Yunan kralı olarak atandı. Yunanistan’ı yönetirken babasının verdiği naipler, Otto’ya yardımcı olmuştu. 1835 yıllında reşit olan Otto 1836 yılında  Oldenburglu Protestan Prenses Amalia ile evlendi. Koyu dindar bir Katolik olan Otto’nun, Ortodoks olan, Milli Yunan Kilisesi’nin yöneticilerini de atama yetkisi vardı. Gerçi çocuklarının Ortodoks olması konusunda bir mutabakat sözkonusu idi. Fakat Otto’nun varisi olmadı. Katolik olan kardeşleri de kral olmak için bile Ortodoksluğu kabul etmediler. Otto, tahtan uzaklaştırıldıktan sonra Bavyera’ya döndü.Yunan anayasasında bir sonraki kralın Ortodoks olması mecburiyeti getirilmesine rağmen, bir sonraki Krallığa Danimarkalı Glücksburg hanedanından on yedi yaşındaki Prens William George atandı. Garantör güçlerin kendi aralarında anlaşarak kral seçtikleri  George Protestan / Luther mezhebindendi. Tahta çıktığında Georgios adını aldı, Ortodoks ve Yunanlıların kıralı oldu. Onun bu alicenaplığı İngiltere’yi duygulandırdı (!). Krala jest yapıp, Yunanistan’ı ödüllendirmek istedi (!) ve Ion adalarını Yunanistan’a verdi

[61] 1843 yılında Yunanistan üzerindeki nüfuzları geçici olak azalan İngiltere ve Rus partileri, askeri bir darbeyi desteklemek üzere birleştiler. Eylül ayında Atina’daki birlik saraya yürüyerek kralı hapsetti.

[62] Castellan. Age. s.303.

[63]  Başlangıcında tarıma elverişsiz  topraklara sahip olan Yunanistan, kurulduktan sonra, iç kavgalar, kişisel çıkarlarını temsil eden politikacı ve yöneticiler nedeniyle sorunlarını çözemedi ve çok fakir kaldı. Devamlı olarak dışa göç vererek ayakta durmaya çalıştı. Bu göçün önemli bir kısmı isyan ederek yönetiminden ayrıldıkları Osmanlı topraklarına doğru olmuştur. Gurbete çıkanların gönderdiği parayla  ayakta durmaya çalışan genç Yunanistan,  bağımsız bir kilise kurmasına rağmen, 1850’den sonra İstanbul’daki Patrikhaneyle ilişkilerini düzeltme yolunu seçti. Başlangıçta, Yunan ulusunun, “özgürlük, cumhuriyet ve halk kitlelerine dayanan bir devrimle kurulduğu” savı, yerini “Osmanlılara karşı din savaşına katılan tüm Yunanlıların toptan ayaklanması ile kurulduğu” savına bıraktı. Bu  Yunanistan’ın  devlet olduktan sonra siyasi ve dinsel “Bizans” a yönelişi anlamına geliyordu. Bunun pratiğe yansıması ise, Yunanistan’ın Osmanlı topraklarındaki Rumlara yönelik propaganda ve faaliyetlerinde Patrikhaneyi kullanması olmuştur. Patrikhanenin de buna itirazı olmamıştır.

[64] Avrupa taraftarı ve  modernizm yanlıları, ilhamını Antik Yunan’dan alan, Avrupa medeniyetine yakın olmak için  Hellen kökenini öne sürüp, Bizans – Osmanlı geçmişini reddediyorlardı. Buna karşı  Ortodoks gelenek  ve izleyicileri Bizans – Ortodoks geleneğinin sürdürülmesinden yana idiler.

[65] Yunan hükümeti 1850 de Fener Rum Patrikhanesine başvurarak Patrikhanenin Yunan kilisesini tanımasını sağladı. Bu mutabakat Yunanistan’da Ortodoks muhafazakarlar ve modernist liberaller arasındaki mücadeleyi sona erdirdi. Böylece Bizans geçmişine sahip çıkarak Antik Yunanlıların devamı olduklarını savunmak için zemin oluşturulmuştu. Yunan devleti,  bu çelişkili devamlılığın ortaya çıkardığı sorunları örtmek için Girit sorununu çıkartarak devlet, kilise ve üniversite desteğiyle fanatik Yunan milliyetçiliği ve yayılmacılığını canlı tutmaya çalışmaktadır.

[66] Yunan Piskoposlar Sinod’u 1933 yılında toplanarak Fener Patrikhanesinden ayrıldıklarını açıklamıştı. Fener Patrikhanesinin kabul etmediği tek taraflı bu  ayrılık Koraes’in fikri idi. Yunan kilisesinin en önde olan kişisi Theokletos Pharmakidis tarafından benimsenmişti. Yunan Kilisesi,  Rus Kilisesi’ni model almıştır. Rus Kilisesi de yapısal organizasyonunda Çar’a bağlı ve devlet kontrolünde idi. Yunan Milli Kilisesi’nin Parikhane ile olan gerilimi 1850 yılına kadar devam etmiştir. Bizans varisi olmaktan kaynaklanan ortak geçmiş, işbirliği ve yakınlaşma için  vesile ilan edilmiş, Rus Kilisesi’nin de  teşvikiyle, Yunan Kilisesi’nin tam bağımsızlığı, Fener tarafından kabul edilmiştir. Daha sonra bu iki kilise bağlı kiliseleri paylaşma konusunda anlaşmıştır. Yunanistan’da Kilise – Devlet ilişkileri ve Kilisenin statüsü konusunda  en önemli faktör hiçşüphesiz ki İngiltere idi. Tam bağımsızlığını elde eden Yunan kilisesinin devlet kontrolünde olma özelliği değişmemiştir. Bu nedenle Yunanistan’ın yaşadığı siyasi çalkantılarda bazen zor durumlarda kalmıştır. Venizelos ile Kral Kostantin arasındaki çekişmede Yunan Kilisesi Kraldan yana tavır almış, İngilizlerin desteğindeki Venizelos kazandığında ise  Kilisenin başı görevden alınmıştır. Yunan Milli Kilisesi için bkz. Dr. Münir Yıldırım. Yunanistan ve Ortodoks Kilisesi. Aziz Andaç Yayınları. Ankara 2005. Yunanistandaki Ortodoks nüfus, bu kilisenin uyguladığı eğitim ve din sistemi ile  Hellenleşmeye başlamıştı. Kilisenin hedefi olan topluluklardan biri de  Ortodoks Arnavutlardır. Bunların bir kısmı bu politika ile Hellenleşmiştir. Milliyetçi Arnavutlar, Korçe’de ilk Arnavut okulunu açtıklarında, Ortodoks Kilisesi bu okula giden çocukları aforoz etmiştir. bkz. Yerasimos. Age. s.105. Yunanlılar Ortodoks (Arnavutça konuşan) Arnavutların kendi vatandaşı olduğu iddiası ile Arnavutluk ile arasında Epir sorunu denilen uluslararası bir sorunun kanamasına neden olmaktadır.

[67] Atina Üniversitesinin amacı devlet kurumları için gerekli personeli yetiştirmektir.19.yüzyılın ikinci yarısından itibaren yetiştirdiği öğretmenler, Anadolu’daki Rum okullarında görev aldılar ve Rumlar arasında Yunancayı yaygınlaştırmak, Yunanlılık bilincini geliştirmek için çalıştılar.

[68] Miralay A.Süleyman. “Pontos Davasından  Rusların 1810’da Trabzon’a Bir Baskını”. Askeri Mecmua sayı 45 – 47 İstanbul  1339 s 24-28

[69] Amiral Sarıcef, Rus ordusu ve donanmasında görev yapmış Türk-Kuman  asıllı birçok ünlü  komutandan sadece biridir. 1812’de Napolyon’a karşı koyarak Rusya’nın kaderini değiştiren  General M.İ. Kutuzov’da  Kuman – Türk  asıllıdır.

[70] Rusların bu çıkartması için bkz. Mehmet Bilgin . “1810  Yılında Rusların Trabzon’u  İşgal Girişimi ve Sargana Burnu Çıkartması”. Trabzon ve Çevresi Uluslararası Tarih-Dil-Edebiyat Sempozyumu 3-5 Mayıs 2001 I.Cilt Tarih Trabzon 2002. s. 313-326

[71] George E .White. Bir Amerikan Misyonerinin Mezifon Amerikan Koleji Hâtıraları. Çev.: Cem Târık Yüksel. Enderun Kitabevi İstanbul 1995 s.153

[72] Age. s. 203

[73] Vasil Usta için anlatılan hikayelerde, namusunu korumak için dağa çıkarak eşkıyalığa başladığı ve Sivas hapishanesini basıp Rus generalini kurtardığı anlatılır. Bunların hangisinin gerçek hangisinin uydurma olduğunu anlamak zor.

[74] Yerasimos.Age. s. 360

[75] Age. s. 361

[76] Age s. 362

[77] Fevzi Çakmak. Büyük Harpte Şark Cephesi Hareketleri. Şark Vilayetlerimizde, Kafkasya’da ve İran’da.1935 de Akademide Verilen Konferanslar. Ankara 1936 s 245-246

[78] Topal (Gazi)  Osman Ağa, gönüllü olarak katıldığı Balkan savaşında yaralanıp gazi olmuş ve ayağı topal kalmıştır. Birinci Dünya Savaşı’nda, Doğu Karadeniz cephesinde gönüllüleri ile birlikte savaşmış, cephe gerisinde bozgunculuk yapan Rum ve Ermeni çetelerinin korkulu rüyası olmuştur. Mütareke döneminde Giresun’da taşkınlık yapan Rumları hizaya getirmiş. Milli Mücadeleye katılarak Koçgiri isyanının bastırılmasında, Pontos isyanının bastırılmasında ve Sakarya Savaşı’nda çarpışmış. Çerkez Ethem  ihanetine karşı Atatürk’ün ilk muhafız teşkilatını kurup başında bulunmuştur. Topal Osman’ın hayatı ile ilgili en tafsilatlı eser için bkz. Teoman Alpaslan. Mustafa Kemal Paşa’nın Koruma Birliği Komutanı ‘Öncü Kuvvacı’ Gazi Milis Yarbay Topal Osman Ağa. Kum Saati Yayınları. İstanbul – 2007.

[79] Age. s. 362.

[80] Protestan misyonerlerin Osmanlı topraklarına yayılması da bu tarihten sonradır. Fakat Osmanlı, sisteminde istiktar bozucu sonuçlarından dolayı din değiştirmeye pek sıcak bakmıyordu. İngiltere 1850’den sonra Protestanlığa geçişi kolaylaştıracak imtiyazları elde etti. Bu gelişmelerden sonra yaygınlaşan Protestanlık faaliyetleri Rum ve Ermeni kiliseleri tarafından daima şikayet konusu yapılmıştır.

[81] Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu daha sonra Şark Meselesi olarak adlandırılmaya ve en son Birinci Dünya Savaşı’nda birbirleri ile rakip olan güçlerin anlaşarak Osmanlı İmparatorluğu’nu tasfiye etmek üzere anlaşması ile yeni bir safhaya girecekti.

[82] Yerasimos Age s. 56

[83] Bunun, Doğu Karadeniz Bölgesine nüfus hareketleri olarak  yansıması şu şekildedir.  XVIII. yy’da iç kesimlerdeki vilayetlerden Karadeniz sahillerine göçen Rumlar nedeniyle önce Karadeniz sahillerindeki Rum nüfus oranı artmıştı. Daha sonra bunların bir kısmı Fenerli Rumların yönetimindeki Romanya topraklarına ve önemli bir kısmı da Rus kontrolündeki Karadeniz sahillerine göçmüş ve sahildeki Rum nüfus oranı tekrar azalmıştır. Göçlerin stabil bir hale geldiği 19.yy sonlarında Doğu  Karadeniz sahillerindeki Rum nüfus doğal gelişimler sonucu tekrar artmaya başlamıştır.

[84] Ruslar, Fener Ortodoks Patrikhanesi’nin gönderdiği misyonerler vasıtası ile Hıristiyan olmuştu. Hristiyanlık Rusya’nın devlet dini olduğu zaman kurulan Rus kilisesi de Fener Patrikhanesi’ne bağlıydı. Rusların kiliselerini bağımsız bir hale getirmek için bazı faaliyetleri vardı ve bu Fatih’in İstanbul’u fethetmesinden sonra gerçekleşti. Bağımsızlıktan sonra bir bölünme yaşayan Rus Ortodoks Kilisesi’nin dili Slavca idi ve Slavca konuşan halklar arasında yoğun faaliyetleri vardı. Bizans’ın devamı iddiası ile Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Ortodoksların hamisi siyasetini izleyen Rusya, Fener Rum Patrikhanesine her yıl düzenli olarak iki bin ruble değerinde altın göndermeye başladı. Gürcüstan’ın işgalinden sonra Gürcü Kilisesini de kendine bağlayan Rus Ortodoks Kilisesi için bkz.  Dr. Sevinç Aslanova. Kutsal Sinod’dan Rus Ortodoks Kilisesine. IQ Kültür Sanat Yayıncılık.İstanbul 2006.

[85] Yerasimos. Age. s. 56

[86]  Bugün Fener Patrikhanesinin Ekümenlik iddialarının arkasında duran güç ABD’dir. Ekümenik patrik, uzun vadede Balkanlarda ve Doğu Avrupa’da  etkili olan Rus Ortodoksluğuna karşı kullanılacak çok güçlü bir silahtır.

[87] Yerasimos.Age. s. 60

[88] Yerasimos’un bu konuyu düşündüren tespiti şu şekildedir. ” Pontos olayının başını çekenler, gerek mizaçları  gerek siyasi bağlılıkları bakımından birbirinin zıddı olan iki din adamıdır. O yıllarda Ortodoks kilisesi içerisinde karşıt iki eğilimin bulunduğu kimse için bir sır değildir ve İttihat ve Terakki Cemiyeti önderleri de bu konuda bilgi sahibidirler. Bunlardan neo-emperyalistler diye nitelendirebileceğimiz birincisi, yeni Yunan devletinin, Osmanlı İmparatorluğu ile yeni kurulan Balkan devletlerinin topraklarına dağılmış olarak yaşayan bütün Rumları içine alacağı noktaya kadar yayılmasından yanadır. Bu seçenek hem Venizelos’un politikasıyla hem de sonradan Britanya İmparatorluğu’nun Lloyd George’un başbakanlığı sırasında benimseyeceği liberal politikayla özdeşleşir. Daha çok eski (paleo)-emperyalist diye görülebilecek olan ikinci eğilim ise kilise hiyerarşisinin çevresinde ve Ortodoks patriğinin denetimi altında Bizans İmparatorluğu’nun yeniden kurulmasını hedeflemektedir.” Bkz .Yerasimos Age. s. 355-356

[89] Protestan misyonerlerin Karadeniz sahillerindeki Rumlar arasında ne zaman etkin olmaya başladıklarını bilemiyoruz. Ama 1830’lardan sonra başlayan Protestan misyonerlik hareketinin, 1860’lı yıllarda Karadenizli Rumlar arasında etkili olduğunu sanıyoruz. Ayrıca Protestanların Ermenilere yönelik çalışmalarının Rumlara nazaran daha başarılı olduğunu da söyleyebiliriz. Protestanlık çalışmaları ve Protestan olan Rumlar, Amerikan ve İngiliz konsoloslarının özel ihtimamı altındaydı. Bölgedeki Ortodoks Rumlar, cemaatleri üzerindeki bu çalışmalardan  ve Protestan Rumlardan çok rahatsızdılar. Aralarındaki gerginlik hiç  azalmadan devam etti ve yer yer çatışmalar oldu.

[90] Ortaylı. Batılılaşma Yolunda. s 112. Amerika ve İngilizlerin destekledikleri Protestanlara karşı çıkanlar, Katoliklerin hamisi Fransa, Ortodoks Rusya, Gregoryen Ermeniler ve yerli Ortodoks Rumlardı. Fransa ve Rusya bu misyonerlerin engellenmesi veya tutuklanması için Bâb-i âliye baskı yaparken, Ermeni ve Rum cemaati içinde de Protestan olanlara karşı şiddetli bir karşı çıkış ve reddetme vardı. Bu cemaatler protestan olanları mahallelerinde, kiliselerinde ve mezarlıklarında istemiyordu. Bu nedenle birçok kez kavgalar yaşanmış, Bâb-i âliye şikayetler yazılmıştır.

[91] Bu süreçden bir kesit için bkz.İlhan Ekinci. XIX.yüzyılın sonlarında Ordu Kazasında Müslim-Gayrimüslim nüfusu ve ilişkileri. Uluslar arası Karadeniz İncelemeleri Dergisi. S.1 (Trabzon 2006) s.55- 87. Protestanlığın Ordu’da ki geleneksel toplum içinde yarattığı  sorunlar için bkz. s. 67-71

[92] Bu konuya Sümela Manastırını ziyaret eden Fallmerayer de değinir.

[93]  Tanzimat’ı takip eden yıllarda protestanlığın Osmanlı toplumu içinde yayılmasından başka din kaynaklı bir çok problem yaşanmıştır. Yaygın olan zorla İslamlaştırma iddialarının aksine, Osmanlı sistemi din değiştirme işine pek sıcak bakmıyordu. Bu nedenle din değiştirme, özellikle Müslümanlıktan  Hıristiyanlığa geçiş yasaktı. Fakat batılı güçler özellikle Protestanlığın ve Katolikliğin yayılabilmesi için, Osmanlı yöneticilerinden din değiştirme konusunu serbestleştirmek için  gerekli tavizleri almışlardı. Bu serbestliğin Osmanlı toplumuna yansıması ise bazı  dışa kapalı bölgelerde dışa karşı Müslüman görünüp içte Hıristiyan inancını devam ettiren küçük  toplulukların Hıristiyanlıklarını açıklamaya (Tanassur) başlamaları idi. Bu konuda bkz. Ortaylı. Batılılaşma Yolunda.” Tanzimat Döneminde Tanassur ve Din Değiştirme Olayları” adlı makale. s. 29-36. Geniş imparatorluk topraklarında Musul, Trabzon, Girit, Üsküp, Prizen, İşkodra gibi yerlerde bireysel yada toplu olarak Hıristiyanlığa dönme (Tanassur) olayların rastlanmıştır. Gümüşhane’nin Kromni Vadisi’ndeki (İkisu) köylerde rastlanan Tanassur olayları için bkz. Yorgo Andreadis. Gizli Din Taşıyanlar. Çev. Atilla Tuygan. Belge Yayınları 1997 İstanbul. Bu konu  daha çok Hıristiyan kökenli araştırmacıların dikkatini çektiği için olay daha çok, Gizli olarak Hıristiyanlıklarını sürdürüp ilk fırsatta  Hıristiyanlığa dönenler olarak ele alınmıştır. Bizim bilgilerimizde onların aktardıkları ile sınırlı. Oysa mesele tarafsız ya da en azından “Din değiştirme” olarak ele alınsa, konunun çok daha  değişik nedenleri veya boyutları olduğu ortaya konabilir. Bir örnek vermek gerekirse, aynı dönemde  Güneydoğu Anadolu bölgesinde yaşayan 40-50 bin kadar Süryani’nin toplu olarak Müslümanlığa geçiş isteklerinin, Müslüman din adamlarının başını çektiği bir grup tarafından engellendiği gibi çarpıcı olaylarla da karşılaşılacaktır.

[94] A.Bryer – Jane İsaac and D.Winfield. Nineteenth century in the city and vilayet of Trebizond Architectural and historical notes. Part 4. Arkhei Pontov 32(Atina 1972-1973) s.125 – 310 bkz. s.191.

[95] Mehmet Bilgin. Sürmene Tarihi. İstanbul 1990 s.328-330

[96] Bu sürecin Sürmene örneğinde açıklanması için bkz. Bilgin. Age. s. 328-351

[97] Bu kuvvetlerin çok önemli bir kısmı Çanakkale’den çekilmek zorunda kalan kuvvetlerdi. Bu durumdaki İngiltere için Yunanistan’ı kendi tarafında savaşa sokmanın ne kadar önemli olduğunun takdiri de okuyucuya aittir.

[98] Jelavich. Age. C.II. s.127-128

[99] Bu meselede Pontoscu dernekler ( bu konuda bkz. Dr. Ali Güler.Yakın Tarihimizde Pontos Meselesi ve Rum-Yunan Terör Örgütleri. 1995)  ve çetelerin faaliyetleri ( Bu konuda bkz. Nuri Yazıcı. Milli Mücadele’de Pontoscçu  Faaliyetler. 1918-1922. Çizgi Kitabevi Konya 2003 ) göz ardı edilemez. Ama bu yazıda bizim amacımız figüranlardan ziyade  odakları açıklamaktır.

[100] Yerasimos s.356-357

[101] Harp Tarihi Vesikaları Dergisi Sayı. 4  (1953)  Vesika No:69

[102] Bölgeye sık sık gidip gelen İngiliz subayları Rumların tahrikçisi ve teşvikçisi olmuştur ( bkz. Yerasimos. Age. s.369-371). Nitekim İngiliz temsilcisi Solter, başlarında Metropolit Germanos’un bulunduğu bir komite örgütledi. Bu komitenin köylerde, yerel planda mali kaynak toplamak, çete başlarıyla bağlantı kurmakla görevli alt komiteleri vardı. Germanos çete reislerini Samsun Piskoposluğunda bir araya getirerek Samsun, Bafra, Çarşamba, Ünye, Fatsa, Tokat, Niksar, Merzifon, Havza, Erbaa, Ladik, Amasya ve Vezirköprü bölgelerinde örgütlenilmesi kararı aldı ( bkz. Yerasimos age s. 372-373   ). TBMM Hükümeti döneminde çıkan Pontus ayaklanmasında, en  kuvvetli direniş bu bölgelerde meydana gelmiştir. Bkz. Dr. Mustafa Balcıoğlu. Belgelerle Milli Mücadele Sırasında Anadolu’da Ayaklanmalar ve Merkez Ordusu. Ankara 1991 s.70

[103] Bu konularla ilgili Yunanistan’da birçok hatıra yayınlanmıştır. Bunlar Pontos meselesinin ortaya çıkması, örgütlenmesi, yönlendirilmesi, aşamaları ve sonuçları konusunda çok değerli bilgi ve görüşler içermektedir Germanos ve Hırisantos’un hatıraları bunların sadece ikisidir. Bir araştırma enstitüsü kurulup, bu hatıralar  derlenip Türkiye’ye, Türkçe’ye kazandırılmalı ve Türk araştırmacılar tarafından incelenmelidir. Pontos soykırımı iddiasında bulunanların o günlerde ne tür organizasyonların içinde olduğu böylece anlaşılır. Ayrıca arşivlerimizde bu dönem Yunan konsolosluklarının ve Yunan istihbarat elemanların faaliyetleri hakkındaki raporlar taranmalı ve yayınlanmalıdır. Günümüzde dünyanın çeşitli yerlerinde Pontos davası için çalışan 210 kadar dernek ve kuruluş var. Bunlara Çince’ye kadar değişik dillerde, Yunanlıların Pontos davasını anlatan sayısız web sitesi ve bunların tartışma formlarını ilave ederseniz konunun ne boyutta bir tehdit içerdiği anlaşılır. Önümüzdeki yıllarda  Ermeni soykırım iftirasının benzeri Pontos soykırımı iftirası, kabus gibi üzerimize gelecek ve bütün açık uyarılara rağmen şimdiye kadar gerekli çalışmaları yapmayanlar bu iddialara hizmet etmiş olacaktır.

[104]  Gıyabında idama mahküm edildiği için, Yunan ordusunun hezimetinden sonra Yunanistan’a sığınmıştır. Daha sonra Atina başpiskoposu ve Yunanistan kilisesi şefi olan Hırisantos’un “Trabzon Kilisesi Tarihi” adlı bir eseri vardır. Bkz. Dimitri Kitsikis.Yunan Propagandası. İstanbul s. 335. Hırisantos’un, İsmet İnönü ile görüşüp, Meryemana Manastırı’ndaki kutsal eşyaların kendilerine verilmesini temin ettiği biliniyor.

[105] Prof. Dr. Mesut Çapa. Pontus Meselesi. Serander Yayınları Trabzon 2001 s. 57

[106] Bu görüşünü Paris’ten Trabzon’a döndükten sonra yaptığı görüşmelerde, verdiği demeçlerde dile getirmiş,  fakat daha sonraki davranışları özellikle Batum, Tiflis ve Erivan seyahatleri nedeniyle, dile getirdiği fikirlerinde samimi olup olmadığı konusunda şüpheler uyanmıştır. Anlaşılan Hırisantos, her şeye rağmen kendini talimatlara göre hareket etmek zorunda hissediyordu.

[107] Yerasimos s 365

[108]  Seyahatleri ile ilgili Türk yetkililere, genellikle maksadının üzerini örten bilgiler vermeyi hiç ihmal etmemiştir.

[109] Savaşın galibi olan İtilaf Devletleri, diplomasi tarihinin alışık olmadığı bir yol izlemiş, kendi aralarında kararlaştırdıkları barış şartlarını içeren metni mağlup devletlerin temsilcilerine imzalatmışlardı. İtilaf Devletleri temsilcileri Osmanlı Devletine kabul ettirilecek şartların tesbiti için Ocak 1919’da Paris’te bir araya gelirken, Osmanlı hükümeti Wilson prensiplerinden biri olan  self determinasyon prensibinin kendileri için de uygulanacağını zannediyorlardı.

[110]  Wilson’un açıkladığı 14 ilke arasında yer alan, “toplumların kendi kaderini tayin hakkı” ifadesinden ümitlenen irili ufaklı toplulukların resmi ya da gayri resmi temsilcileri de Paris’e gelmişti. Sorunlara çözüm bulamayan  Wilson, sonunda “Ben o sözleri söylediğimde her gün  üstümüze gelen ulusların varlığına  dair bilgiye sahip değildim” demek zorunda kalmıştır. Ayrıca paylaştırılan bölgelerdeki halkın, kendi kararını kendi vermesi için plesbit uygulamasını da benimsemiyordu. Bkz. Sacit Kutlu. Milliyetçilik ve Emperyalizm Yüzyılında Balkanlar ve Osmanlı Devleti. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. İstanbul 2007.  s.491 . Aynı şekilde Kuzey Irlandalıların taleplerini “ Bu kural Osmanlı gibi mağlup devletletler için söz konusudur.Galip devletler (İngiltere) için değil” diye red etmiştir.Görüldüğü gibi gerçek ayrıntıda gizlidir ve tarihçinin görevi gerçeğe ulaşmaktır.

[111] Fener Patrikhanesi, varlığını ve gücünü Osmanlı’ya borçlu olmasına rağmen  son 2- 3 asırda daima  Osmanlı devletini ortadan kaldıran güçlerle işbirliği içinde olmuştur. Son dönemde  açıkça işgalcilerle işbirliği içinde hareket ederken cemaati arasında onun bu işbirlikçi tavrına karşı bir tepki oluşmuş ve bu tepkiler giderek Türk Ordodoks Kilisesi’nin kurulmasına ve bu kilise vasıtasıyla Milli Mücadeleye destek verilmesine kadar uzanmıştır. Patrikhane “Siyah Kitap” ve “Pontos’un Büyük Macerası” (Kırmızı Kitap) adlı kitapları yayınlayarak Yunan Propagandasına destek olmuştur. Bkz. Çapa. Age. s.74

[112] İngilizler ve onlara bağlı hareket eden Venizelos’un amacı, İtalyanların istediği İzmir bölgesinin Yunanistan’a verilmesini temin etmekti. Hedefine adım adım ulaşmayı düşünen Venizelos sonunda bu amacına ulaşır. Daha sonraki adımlar için, Hırisantos’a gerektiğinde kendisine de karşı çıkmak üzere, Pontos davasını savunması için müttefiklerle görüşme imkanı sağladı. Ayrıca Atina’ya yazarak, Pontos kökenli Rumlardan askeri birlikler oluşturulmasını ve Albay  Katetionis’in Pontus güçlerini örgütlemek üzere görevlendirilmesini istedi.

[113] İngilizlerin talimatı ile  Venizelos,  Hırisantos’a  Ermenilerle görüşmelerini tavsiye etti. Hırisantos Paris’te yaptığı bu görüşmelerden olumsuz sonuç almasına ve umudu kırılmasına rağmen gerçek efendi ile görüşmek üzere 23 Temmuz’da Londra’ya geçecek fakat burada da bir sonuç elde edemeyecekti.

[114] Hırisantos’u bu konuda destekleyen kuruluş, Trabzon ve Havalisi Adem-i Merkeziyet Cemiyeti idi.(“Trabzon’da bir “Pontos Cemiyeti” vardı ki, Trabzon ve Havalisi Ademi Merkeziyet Cemiyti ile elele çalışıyorlardı”.) Türk düşmanı olarak tanınan Trabzon’daki Fransız temsilcisi Lepissier, adem-i merkeziyet fikrini bölgede yaymaya çalışıyor, bu amaçla, Trabzon ve Havalisini Adem-i Merkeziyet Cemiyetine bağlı ( sonradan bağımsızlığa uzanacak) özerk bir bölge haline getirmek istiyordu. (Adem-i merkeziyet fikri Rumlar arsında da taraftar toplamıştı.)  1919’da  İstanbul’da  kurulan bu cemiyet Pontus federasyonu fikrini savunmak üzere  Paris’e bir heyet göndermek amacıyla İstanbul’daki Pontos komitesi ile temasa geçmişti. Erzurum Kongresinde Mustafa Kemal’e muhalefeti ile dikkati çeken Trabzon Müdafa-i Hukuk Cemiyeti de ilk kongresinde, Paris görüşmelerine bölgedeki Türklerin hakkını savunmak üzere bir heyet göndermek için karar almıştı. Yerasimos, Müdafa-i Hukuk hareketine karşı olan Adem-i Merkeziyet cemiyetinin Rumlarla ilişiye geçmesinin nedeninin Müdafa-i Hukuk’un faaliyetlerini baltalamak olarak açıklamaktadır. Bkz.Yerasimos Age s.391-393.

[115] Belgeler için bkz. Pontus Meselesi s. 65

[116] Yersimos. Age s. 395. Hırisantos Trabzon Milletvekili ve Trabzon Müdafaa-i Hukuk Derneği kurucularından Hafız Mehmet Bey aracılığı ile 20 Ekim 1920’de İzzet Paşa’yı evinde ziyaret eder. İmzalanan protokolun kopyası Kara Vasıf Bey aracılığı ile Sivas’a gönderilir. Bu işbirliğinden Kanellopulos’un da haberi vardır ve daha sonra Venizelos’un baskısı ile ilişki kesilmiştir.

[117]  Araştırmacı Jaeschke “8 aylık bir ayrılıştan sonra 1919 Kasım’da Avrupa’dan dönen Metropolit Chrysantos’a ( Trabzon’da yayınlanan İstikbal Gazetesi sahibi Faik Ahmet ) Barutcu’nun tavsiye etmiş olduğu gibi ‘ Türklerle Rumlar  Ermenilere karşı bir arada hareket etmiş’ olsalardı, daha akıllıca hareket etmiş olurlardı” diye yazmaktadır. Bkz. . Gotthard Jaeshke. Kurtuluş Savaşı ile İlgili İngiliz Belgeleri. Çev. Cemal Köprülü Türk Tarih Kurumu 2. bs.. Ankara 1986. s. 58.

[118] Yunanistan, Türklerle temasa geçilmesine şiddetle karşı çıkmış, başarılı olabilmek için Rum – Ermeni işbirliğinin gerekli olduğu fikrini empoze etmişti. İstanbul’da adem-i merkeziyetçilerle olan ilişkiler de Yunanistan’ın baskısıyla kesilmiştir.

[119] Paris Barış Konferansı’nın son genel oturumu  29 Ocak 1921 de  yapılmıştır. Konferans çalışmaları sürerken İngiltere’nin kişisel ilişkileri kolaylaştıracağı savıyla, barış şartlarının daha küçük konferanslarla tesbit edilmesi teklifi uygun bulunmuştu. Bu doğrultuda Londra Konferansı 12 Şubat – 10 Nisan 1920 tarihlerinde Osmanlı Devletine imzalatılacak barış şartlarını görüşmek için toplandı.

[120] Londra Konferansının devamı olarak  18 – 26  Nisan 1920 de toplanan San Remo Konferansı’nda, anlaşma şartları ve bu şartların Osmanlıya kabul ettirilmesi için uygulanacak baskılar kararlaştırıldı.

[121] Galip devletler Paris’te ve takip eden diğer  toplantılarda paylaşım için görüşmeler yapmış, bu görüşmelerde ABD, İngiltere ve Fransa kendi aralarında gizli bir görüşme yaparak İtalyanların heveslerini kaçırmak için Yunan Ordusunun, İtalyanların istediği İzmir’e çıkması gibi uygulamaları devreye sokmuştu. İtalyanlar devre dışı bırakıldıktan sonra aynı oyun ABD ve İngiltere tarafından Fransa’ya karşı oynandı. Oyunu fark eden İtalya ve Fransa bir yandan verilenle yetinmek zorunda kaldı, diğer yandan Fransa’ya bırakılan Güney Doğu Anadolu ve Suriye gibi topraklarda gizli İngiliz düşmanlığına maruz kaldı. ( Urfa gibi şehirler önce İngilizler tarafından işgal edilmişti. Sonra İngilizler Güneydoğu’daki kuvvetlerini Petrol bölgesi Musul’a toplamaya karar verdiler. Anlaşma ile İngilizlerin çekildiği bölgeler Fransa’ya verildi. İngilizler Urfa’yı boşaltırken birkaç top ve makinalı tüfeği Türklere bıraktı. Çok ağırlar, biz götüremiyoruz belki size lazım olur dediler. Gerçekten de o silahlar Fransızları bölgeden kovarken çok iş gördü.) Daha sonra Fransa bu oyunu gördü. Fransa ve İtalya, Anadolu’daki TBMM Hükümeti ile anlaşmalar imzalayarak sahneden çekildi. Fransızların bazı silah depolarını Türklere bıraktığı iddia edilse bile, İtalyanlar Rusya’dan gelen yardım parası ile Anadolu hareketine malzeme satmıştır. Lozan anlaşması görüşmelerinde İngiltere, Musul ve Kerkük bölgesindeki haklarımızdan İngilizlerin lehine tamamen vazgeçecek imzayı atmamız karşılığında o zaman Fransızların elinde olan Suriye’nin bize verilmesini teklif etmiştir. Bu gelişmelere batılı araştırmacılar boşuna “Büyük Oyun” dememiş!

[122] İngiltere, Amerika’dan Osmanlı’yı işgal eden güçlere asker vermesini istemiş, Başkan Wilson, ülkesi ile Osmanlı devleti arasında savaş ilan edilmediği cevabıyla bu teklifi reddetmişti.

[123] Çapa. Age. s. 115

[124] İstanbul’daki hükümet İngilizlerin desteği ile, ulusal direnişi boğmak için, Anadolu’da iç savaş yaşanmasına sebep olan isyanları organize ediyordu.

[125] Merkez Ordusu ve Nurettin Paşa hakkında bkz. Dr. Necati Fahri Taş. Nurettin Paşa ve Tarihi Gerçekler. Nehir Yayınları. İstanbul 1997. ayr.bkz. Prof. Dr. Mustafa Balcıoğlu. İki İsyan Koçgiri, Pontus Bir Paşa Nurettin Paşa. Nobel Yayın Dağıtım. Ankara 2000. ayr bkz. Dr. Mustafa Balcıoğlu. Belgelerle Milli Mücadele Sırasında Anadolu’da Ayaklanmalar ve Merkez Ordusu. Ankara.1991.

[126] Merkez Ordusu, bölgede başta metropolitlikler olmak üzere Pontoscuların bütün karargahlarına girmişti. Buralarda el konulan belgeler olayı tüm boyutu ile ortaya koyuyordu. Girilen karargahlardan biri de Merzifon’daki Amerikan Koleji idi. Amerika 1890’dan sonra  emperyalist niyetlerini “yardım” kelimesi ardına gizlemişti. Müdahale amaçlarını  bugün  olduğu gibi “Amerika’ya düşen görev ”, “ sorumluluklarımız ” vb gibi sözlerle gerekçelendirerek gizlemiştir. Gerçekte ise Amerikan sermayesinin dünya pazarlarını ele geçirmesi hedefleniyordu. Osmanlı – Amerika ilişkileri başladıktan sonra, Amerika’da diğer ülkeler gibi serbest ticaret ve serbest misyonerlik faaliyeti hakkını almış, fakat Rusya, İngiltere, Fransa ve Almanya gibi Osmanlı yönetimine müdahaleci ve baskıcı bir tutuma girmemişti. Amerikan misyonerlerinin faaliyet alanı olarak Suriye, Lübnan, Doğu Anadolu, Çukurova ve Orta Anadolu’yu seçmesi, bu bölgede, köylerde bile misyon kurarken,  Rumeli’nin kültür ve ticaret merkezi olan önemli vilayet merkezlerinde bile faal olmaması, uzun vadeli bir plan uygulandığını düşünmemizin nedenlerinden biridir. Birinci Dünya Savaşı bitiminde Amerika’nın Türkiye’de  675 Amerikan Okulu vardı ve Amerika’nın Türkiye’ye sızması 19.yy.’da başlamıştı. Amerikan misyonerlerinin Türkiye’deki eylemlerini anlatan Fransız gazetecisi M. Pernot, bu misyonerlerin, ülkelerinin ekonomik ve sıyasal çıkarlarını güttüklerini, misyonerlerin arkasından Türkiye’ye  Amerikan mallarının geldiğini belirtmekteydi.(bkz. A.M. Şamsutdinov. Mondoros’tan Lozan’a Türkiye Ulusal Kurtuluş Savaşı Tarihi 1918-1923. Çev. Ataol Behramoğlu. Doğan Kitap.  İstanbul 1999 s.40).  Ermeni ve Rumlara yönelik Merzifon’daki Amerikan Koleji’nde elde edilen belgelere göre Pontoscu örgütlenme, 1904 yılından itibaren bu okulda başlamış ve çevreye yayılmıştı. Okulun öğretmenlerinin tümü Ermeni ve Rumlardan oluşuyordu. Okulda sadece iki Türk öğretmen görev yapmıştır. O dönem okuldaki tek Türk öğretmen olan Zeki Ketani Efendi, 12 Şubat  1921’de okuldaki Edebiyat Kolu toplantısından sonra evine giderken vurularak öldürülmüştü. Zeki Ketani Efendi’nin bu okulda çalışmasını hazmedemeyen Türkler tarafından öldürüldüğü yayılarak bu  cinayetin üstü örtülmek istendi. Oysa Merkez Ordusu, Pontoscu  elebaşıları tutuklamaya başlayınca, bunları Zeki Ketani Efendi’nin ihbar ettiğini düşünen Rum çeteciler tarafından intikam için vurulmuştu. Okulda  yapılan aramalarda Pontos bayrakları, Pontos devletinin sınırlarını gösteren haritalar, bir kaç okul öğrencisininde aralarında bulunduğu silahlı grupların okulda çektirdiği fotoğraflar ve Pontoscu örgütlenme ile ilgili dökümanlar bulunmuştu.

[127] Bu tedbirleri, askeri operasyonların yanısıra, asker kaçağı Rumları askere alıp, amele taburlarında askerlik yaptırmak, silah toplayarak bölgeyi silahsızlandırmak, bölgeye dışardan gelip yerleşen Rumları geldikleri yere göndermek, sansür uygulamak ve  15-55 yaş grubundaki erkekleri iç  bölgelere sürgün etmek gibi uygulamalar olarak sıralayabiliriz.

[128] Ergün Aybars. İstiklal Mahkemeleri Yakın Tarihimizin Gerçekleri 1920 – 1927. Milliyet Yayınları İstanbul 1977  s.130

[129]  İngilizler, Türk – Sovyet işbirliğini önlemek için bir yandan Sevr Antlaşması’nda bazı değişiklikler yapmayı vaad ederek Mustafa Kemal ile anlaşma yolları aradılar. Diğer yandan Sovyetlerle bir ticaret anlaşması imzalayarak Mustafa Kemal’e yardım yapılmaması şartını ileri sürdüler. Sovyetler meruiyetlerini tanıtacak bu anlaşmayı imzalamak için  şartı kabul ettiler. Fakat Mustafa Kemal’e de gizlice yardım ettiler. Bkz. Yrd. Doç. Dr. Rahmi Doğanay. Milli Mücadelede Karadeniz (1919-1922) Atatürk Araştırma Merkezi Ankara 2001. s  43- 44. Sovyetlerle imzalanan Moskova anlaşması bu işe resmiyet kazandırmıştı. Sovyetler Karadeniz’de bulunan İtilaf donanmasına karşı savaş açmış ve Ankara’nın ulaşım sağladığı limanlar rahatlamıştı. Bkz. Age s 84 Arşivlere dayanarak konuyu ele alan Doğanay, meseleyi  bir bütün olarak ele alıp, fotoğrafın tamamını görecek  yaklaşımı başarmış ender araştırmacılardan biridir.

[130]  Ekim 1917’de Paris’te  “Pontos Milli Merkezi”  ve aynı amaçla A.B.D. de özel bie komite kurulmuştur. İngiliz, Fransız ve Amerikan gazetelerinde yoğun bir propaganda faaliyetlerine girişilmiştir.

[131] Anonias (Anonya) Rus ordusunda yükselmiş Rum asıllı bir subaydı. Ruslar, Doğu Anadolu’dan çekilirken Rus ordusundaki Gürcü ve Ermeni asıllı askerlerden bir Gürcü, bir de Ermeni fırkası kurmuştu. Bunlardan Antarnik komutasındaki Ermeni fırkası geri çekilirken, Doğu Anadolu’da bir çok katliam gerçekleştirmişti. Bu politika doğrultusunda Trabzon’un boşaltılmasından sonra  Batum’da toplanmış ve Kafkasya sahillerinde bulunan Rumlardan bir fırka teşekkül ettirilmişti. Rus ordu ve donanmasında görevli olup  Kafkas – Pontos birliğine katılmak isteyen Rumlara izin verilmiş, birliğe silah ve cephane sağlanmıştı. Albay Anonias, Nikiforakis ve Rus Üniversitelerinde Profesör olan Spiliotis’in komuta ettiği bu birlik, 1917 Ekim’inde Kafkasya bölgesindeki Rumlar tarfından destekleniyordu. 12.000 kişilik bu kuvveti 50.000 e çıkarmak için de çalışmalar yapılıyordu.  Pontos devletinin kurulması için en çok sözü edilip, güvenilen kuvvet   Anonias’ın kuvvetleriydi. Bu fırka Bolşeviklerin Kafkasya’ya inmesi ile dağılmış ve mensuplarından bir kısmı Doğu Karadeniz Bölgesi’ne muhacır görüntüsü ile sızarak çetelere katılmıştı. Anonias, 25 Şubat 1919’da Hırisantos’a yazdığı mektupta dağılan fırkaya mensup subay ve erlerle emrine girmeye hazır olduğunu belirtmişti. ( bu konuda bkz. Pontos Meselesi.  s.180  ayr bkz. Yazıcı. Age s. 37-38)

[132] 2 Aralık 1918’de İngiltere’ye sunduğu ve aynı iddia ve  bilgileri içeren raporun kenarına, İngiliz tarihçisi Arnold J. Toybbe şu derkenarı eklemişti:” Bu muhtırada ileri sürülen istatistik ve hudutlar hayal mahsulüdür” (bkz. Jaeschke. Age. s. 57 ) Bu Konferansta Yunanistan Devleti’nin  30 Aralık 1918’de verdiği bilgiler doğru kabul ediliyordu.

[133] Başlangıçta Van ve çevresinde bir Ermeni devleti kurmayı amaçlayan Ermeniler, emperyalizmin kendilerine sunduğu hayaller peşinde koşmaktan ve Büyük Ermenistan adını verdikleri coğrafyada devlet sahibi olma ihtimalinden mutluydular. Fakat bu sahte mutluluk çok sürmedi. Ermenistan,  Sovyet Rusya’nın güdümünde küçük ve fakir bir ülke oldu.  Ermenistan dışında yaşayan Ermeniler ise asimile olmamak için Türk düşmanlığını, Ermeni kimliğini yaşatıcı unsur olarak canlı tuttular. SSCB’nin yıkılmasından sonra açlık nedeniyle nüfusunun 2/3 ü yurtdışına gitmek zorunda kalan Ermenistan devletinin yöneticileri Ermenistan’ı ayakta tutabimek, Kafkaslarda Birinci Dünya Savaşında oynanan oyunun benzerinde rol almak için barış yanlılarını tasfiye ederek Türk düşmanlığına sarıldılar.

[134] Yerasimos. Age s. 382

[135] Yerasimos. Age. s. 408

[136]  Bir iki asır öncesine gittiğimiz zaman, Yahudi topluluklarının yaşadığı Osmanlı coğrafyasında ve özellikle Selanik ve çevresinde Rumlar, Yahudilere karşı din kaynaklı bir düşmanlık güdüyordu. Ortodoks dini çevreleri Yahudilerin Hamursuz bayramında, kaybolan çocukların Yahudiler tarafından kaçırılıp bayram için katledildiğini ve iğneli fıçı hikayelerini  yayarak  kışkırttıkları Rum cemaatini, Yahudilerin üzerine saldırtırdı. Bu konularda sayısız dilekçeyi Osmanlı yönetimine vererek Yahudilerin cezalandırılmasını, bölgelerinden uzaklaştırılmalarını isterlerdi. Sürekli tekrarlanan Rum kışkırtmasının  farkına varan Osmanlı yönetimi, bu tür şikayetlerin hiç bir şekilde dikkate alınmaması için bir kaç kez ferman yayınlamak zorunda kalmıştır. Bu nedenle Osmanlı Selanik’ten ayrılırken Yahudilerin bir kısmı da Osmanlı ile birlikte Selanikten ayrılmış, 1917 de Yunanlıların Selanikte Yahudi mahallelerini yakmalarından sonra bir çoğu İstanbul’a veya diğer Osmanlı topraklarına göçmüştür. Selanikliler denilen tayfanın çoğunluğu da Sebatayist değil Yahudi olanlar idi. Osmanlı Yahudileri, bu ve benzeri nedenlerle  Osmanlı devletini ve Türkiye Cumhuriyetini, İsrail Devleti kurulana kadar kendi devletleri olarak kabul etmiş ve bunun gerektirdiği şekilde davranmışlardır. Nitekim  Milli Mücadeleye destek vermişler, Lozan’da Türkiye adına faaliyette bulunmuşlardır. Kanelopulos’un  çabaları bu birlikteliği bozmaya yöneliktir.

[137] Bu sonuncusu için patrik vekilini pek suçlayamayız. Çünkü, Şeyhülislam da benzer bir fetva yayınlamıştı. Yunan işgaline uğrayan yerlerdeki bazı din adamları bu fetvaya uyup, Yunan ordusunu karşılamak üzere papazlarla birlikte karşılama törenlerine katılmış, Yunan ordusuna karşı koyanların, din ve padişah efendinin düşmanı olarak öldürülmeleri için halkı kışkırtmıştı. Hiçşüphesiz bu fetvaya uymayan, gerekirse şehid olan din adamları da vardı.

[138] Düğmeye basıldı ve takip eden günlerde Temps gazetesinde Hırisantos’u öven bir makale yayınlandı. Aynı günlerde benzer makale ve ropörtajalar Avrupa gazetelerinde yayınlanmaya başlamış, sahneye sürülmeden önce Hırisantos kamuoyuna önemli bir şahsiyet olarak tanıtılmıştı.

[139] Venizelos’da Giritli idi.

[140]  “Maarne ve Romanya cephelerinin başarılı generali Henri-Mathias Berthelot, Rumların Karadeniz kıyısında bağımsız bir Pontos kurmak istemelerini gülünç buluyordu.16 Şubat  1920’de  görüştüğü Llyod Gerog’a Berthelot, “yani %5 Rum… ve müstakil bir devlet kurulması.. bu Rumların tamamının öldürülmesi demek olur”demişti. Bkz. Kutlu. Age.  s. 507

[141] Yerasimos . Age. s.387

[142] Doğanay Age. s. 52.

[143] Yerasimos. Age. s. 404

[144] Doğanay.Age.s. 64

[145] Pontus gönüllülerinden oluşan 35. Alayın 3.Taburu  üsteğmenlerinden Tanas Tassoudis  Hrisantos’un yeğeni idi. 22.Haziran 1920 de Yunan Genel Karargahı, Erkân-ı Harbiye Dairesinde görevli iken geldiği Balıkesir’den dayısı Hırisantos’a yazdığı mektup için bkz. Pontos Meselesi. S 116-120. Diğer yeğeni  Yorgi Tausidis ise gönüllü olarak katıldığı Pontos birliği ile Aydın Demiryolu İstasyonu Müstahkem Mevki Kumandanlığında Çavuş olarak dayısına yazdığı mektup için bkz. Age s. 120

[146] Bir Yunan muhribi 20 Eylül 1921’de Perşembe’den Rize yönüne hareket etmiş, Araklı’ya kırk beş bomba attıktan sonra batıya dönmüştü.

[147] Bu esirler  Atina yakınlarındaki esir kampında kaldıktan  ve savaş sonunda esir mübadelesi konusunda anlaşmaya varıldıktan sonra serbest bırakılmıştır.

[148] İngilizler için zor olan bu halkları Türklere karşı savaşmaya razı etmekti. Tiflis’te bir İngiliz subay grubu vardı. Bu grub bölgeden ayrılmamıştı. Önce Rusları savaşa devam etmek için ikna etmeye çalıştılar. Bu mümkün olmayınca Türklerin Kafkasya’ya yerleşmesini önlemek için,  daha çok hangi etnik grubun daha iyi savaşabileceğine, yardımı hak ettiğine karar vermekle meşgul oldular. Gürcülerden bir şey çıkmayacağını çabuk kavradılar. Çünkü Gürcüler savaşmak için aldıkları paraları çabucak iç ettiler. Çarlık ordusunda eğitilmiş ve savaşmış Ermenilerin ise  savaşa devam etmek için bir çok nedeni vardı. Tahran’daki İngiliz konsolosu vasıtası ile getirtilen para ve  Rus ordusunun terkettikleri silahlar verilerek, savaştan sonra ödüllendirilecekleri vaadi ile Doğu Anadolu ve Azerbaycan’da katliamlar yapmalarına imkan sağlandı.

[149] Yerasimos. Age s.367

[150] Age s 367-368

[151] Türkler ve Rumlar arasında eşit davranan Naçarnik, Türklere zarar veren, Rumları ve Ermeni askerlerini cezalandırmış, Türk asıllı (Tatar) Rus askerlerini görevlendirerek, Türk mahallelerinde emniyeti sağlamıştı. Rus kuvvetleri geri çekildiği zaman da ev ve eşyasını Türklere emanet ederek, bölgeden ayrılmış ve daha sonra tek başına gelerek eşyalarını alıp Rusya’ya dönmüştü. Bkz. Bilgi. Sürmene Tarihi. s. 414

[152] Doğanay.Age. s 37

[153] “Yunan birlikleri, Batı’nın desteğini kazanmak için İtilaf Devletleri’nin Bolşevik rejimine karşı müdahalesinin emrine verildi.” Bkz Jelavich. Age  C.II.  s. 182

[154]  16 Kasım 1920’de son grup İstanbul’a varmıştı.

[155] Fransız  gazeteleri, Türklerin Anadolu sahillerindeki Rumları katledildiğini, Fransa’nın bunlara yardım etmediğini yazmaya başlamıştı. Bu eleştirilerden sonra  Fransa, kömür bölgesi olan Zonguldak ve çevresini işgal etmişti.  İngiltere ise Rumların güvenliğini sağlamak bahanesi ile Samsun ve Merzifon’u işgal edecek daha sonra bölgeyi boşaltacaktı. Bu arada Yunanistan’ın kışkırttığı Pontosçu çetelerin,  bölgede huzur ve güvenin kalmadığı şeklindeki probagandalar için malzeme oluşturduğu ve bölgenin İngiliz ve Fransız kuvvetleri tarafından işgali için çalıştığı unutulmamalı.

[156] Moskova’ya 200 km. kadar yaklaşan General Denikin’in orduları 1919 Ekim ayından itibaren çekilmeye başlamış, Karadeniz’in kuzey sahilleri mültecilerle dolmuştu. 1919’da Amiral Kolçak’ın öldürülmesi ve  Denikin’in yenilmesi üzerine 1920’de  General Wrangel desteklenmeye başlanmış, İngilizler Denikin’den geriye kalan silah ve askerleri Wrangel’e taşımaya başlamışlardı. Fakat Wrangel de başarılı olamadı.

[157] Büyük devletlerin oyuncağı durumundaki Yunanistan, onların politikaları doğrultusunda sadece Karadeniz’in güney sahillerindeki Rum toplumunun değil, Karadeniz’in Kuzey ve Kafkas sahillerindeki Rum topluluklarının da mahvolmasına sebep olmuştur.  Bu insanların dalından kopmuş bir yaprak gibi oraya buraya nasıl savrulduğunu,  ait olmadıkları bir devletin, işbirlikçi politikacılarının  emperyalizme yaranmak için uyguladığı çılgınca politikalar sonucu  nasıl mahvolduklarını daha teferruatlı bir şekilde anlatmak gerekir. Aslında Yunanlılıkla hiçbir alakası olmayan Karadeniz’deki Rum toplumun aldatılışını ortaya koymak için bir çok detay daha sıralayabiliriz. Fakat bu, yazımızın amacını çok aşar. Burada sadece bir ayrıntıya dikkati çekerek neyi kastettiğimizi anlatmak istiyorum. Emperyalist oyunlarla felakete sürüklenen Anadolu ve Karadeniz bölgesindeki  Rum topluluklarının genel hayat standartları, Yunanistan sakinlerinden çok daha yüksekti. Birleşmiş Milletlerin ve Kızılhaç’ın yardımlarına rağmen fakir Yunan devleti, İngiliz emperyalizmine hizmet uğruna, başka coğrafyalara uzanarak maceraya sürüklediği bu insanları, İngiliz yönlendirmesi ve desteği  ile Yunanistan’a toplayarak işgal ettiği yeni bölgelerdeki Yunan nüfusunu artırmak istedi. Fakat bunların sorunlarını çözemedi. Bir çoğu, sınır boylarında, verimsiz arazilerde iskan ettirildi. Yunan toplumu çok geri idi. “Doktor, avukat, öğretmen, tüccar ve zanaatkar gibi vasıflı insanlar becerilerine ihtiyaç duyulmadığı için işsiz kaldılar “ (bkz. Jelavich Age. C.2 s. 186).  İç çatışmalar nedeni ile çoğu zaman  istikrar sağlayamayan Yunan devlet adamlarının yapabildiği tek şey, aşırı milliyetçilik yaparak Türk düşmanlığı yaratmak ve oluşturulan kin etrafında bu insanların toplanmasını sağlamaktı. Hala devam eden bu politikanın  en son örneği Pontos soykırımı iddiaları ve bu çerçevede yapılan faaliyetlerdir.

[158]  Kendine pastadan küçük bir dilim düştüğünü gören Fransa bundan sonra Türklere yönelik etkili bir harekete girmemiş ve daha sonra da Ankara hükümeti ile anlaşmıştır.

[159] Doğanay.Age. s. 69

[160] Yunanistan, 24 Şubat 1994 tarihinde Yunan Parlementosu’nda oybirliği ile 19 Mayıs gününü Pontos soykırımını anma günü olarak kabul etti. Bu karar, 7 Mart 1994 tarihinde  Yunanistan Cumhurbaşkanı tarafından onaylanarak yürürlüğe girmiştir.

[161] Metinde bu kadroların benzer faaliyetlerine dair bir çok örnek sunulmuştur. Burada son bir örnek daha vermek istiyoruz. İngiliz başbakanı Lloyd George’un kardeşi subay Rawlinson 1919 yılında Trabzon’dan Erzurum’a giderken uğradığı Gümüşhane’de Gümüşhane piskoposu  ile görüşür. Piskopos Rumların, Türklerden gördüğü kötü muamelelerden şikayet ederek, İngilizlerden  yardım ister. Bu tür tiyatrolardan bıkmış olan Rawlinson tarafından terslenir (bkz. Jaeschke.Age s. 59).

[162] Kutlu. Age.s. 499. “ Osmanlı Rumları arasında bir Bizans İmparatorluğu peşinde koşan veya Yunanistan’a bağlanmak isteyen  radikal kesimler çoğunluktaydı… Yunan harekatının ilk çağlardan beri Anadolu’da yaşayan Rum toplulukların felaketiyle sonuçlanmasından korkanların sayısı az değildi… Rum ahali arasında, Yunanistan’a bağlanmadan Osmanlı teb’ası olarak kalmak isteyen önemli bir kesim mevcuttu.”

[163]  Bkz. Çapa. Age. s. 36 – 42

[164] İngiltere Başbakanı Lloyd George, denize dökülmeden 20 gün önce Yunan Ordusu’na moral vermek için İzmir’e gelir. Son senaryo, Batı Anadolu’da Çerkezler ve Rumların bir devlet kurması idi. Bu  konu Türk araştırmacılar tarafından ihmal edilmiştir. Zaferden sonra, bu oluşumun içindeki Çerkez unsurlar, Girit’te eğitilip, emperyalizmi yenerek kurulan  Türkiye Cumhuriyetini yıkmak üzere suikast ve isyanlar yapmak üzere Anadolu’ya gönderilmiştir.

[165] II.İnönü Zaferi’nden sonra İngilizler, tarafsızlıklarını ilan etmişti. İngilizler, Anadolu’da isteklerini Yunan Ordusu’na dayanarak  elde etmeye çalışıyorlardı. Ne zaman Yunan Ordusu’na ihtiyaçları olsa, hemen megali idea ısıtılmış ve Yunan ordusu cepheye sürülmüştü. Fakat İngilizler, ileride Türklerle barış yapma imkanını kaybetmemek için böyle bir açılım yaptılar. Bunu yaptıktan sonra da her yolu kullanarak Yunanlıları  desteklemeye devam ettiler.

[166] Jaeschke. Age s. 59 . Savaştan sonraki gelişmeler Karamanlılar için bir facia oldu. Yunanistan onları Yunanlılaştırarak yok etti ve gerçek anlamda onlarla olan hesabını gördü.

[167] Yerasimos. Age. s. 76-77

[168] Bu, pastadan  büyük payı almak için oynanan  oyunun en temel kurallarından biri idi.

error

Enjoy this blog? Please spread the word :)