Tutarlı, yararlı ve görkemli bütün sistemin, uç ve bitiş noktaları idiler İstanbul çeşmeleri. Şehir, Avrupa’nın öbür başkentleri gibi büyük bir ırmak kenarına kurulmuş olmadığı için, bütün tarihi boyunca hep su sıkıntısı çekmişti. Onu dünya sahnesine ilk kez çıkaran büyük güç, Romalılar, bu ihtiyacı hemen görmüşler ve küçük çaplı şehire çok uzaklardan, su getirmeye girişmişlerdi. Kuzeybatı yönünde Karadeniz kıyısı boyunca uzanan Istranca dağları ve onları kaplayan (çoğu meşe) gümrah orman, en sağlıklı, en bol su kaynağıydı.
Roma ve onun uzantısı Bizans, payitahtlarının sık sık uğradığı kuşatmalarda doruk noktasına çıkan su ihtiyacını güvenceye almak üzere, büyük ve görkemli, açık ve kapalı sarnıçlar yaptırdılar. Bu sistem, kuzeyde barajlarda başlıyor, su toprak künklerle naklediliyor, taş sütunlar olan “teraziler” le dengeleniyor ve hız kazandırılıyor, sarnıçlarla ve çeşmelerle, sona eriyordu. Sadece “tarihî yarımada” kısmına su veren sistem, çok tutarlı ve göz alıcıydı ama, bugüne hiçbiri kalmamış olan Bizans çeşmelerinin aynı görkeme sahip olmadığı, tahmin edilebilir.
Günümüzde “Beyazıt Meydanı” adını taşıyan boşluğun, Bizans’ın büyük hamamları ile anıtsal havuzlarını içerdiği, biliniyor. Buna rağmen, Bizans’ın yaygın ve geniş bir “çeşme ağı” kurmadığını tahmin edişim, sarnıçların çokluğu gerçeğine dayanıyor. Suyun saklanması ve biriktirilmesi prensibine dayanan açık ve kapalı sarnıç ağı, ihtiyacı karşılamaya yetmekteydi. Ayrıca suyun yetersiz olması, her mahallede su akıtılmaya da elvermiyordu.
Şehrin 15. yüzyıl ortasındaki yeni sahibi Osmanlılar ise, o koca sarnıçları sevmediler ve kullanmadılar. Çoğunun içi toprakla doldu. Bunun sebebi, İslâm inanışına göre “durgun su”yun temiz olamayacağı idi. Su, akmalıydı. Bu felsefe ile Osmanlı, Fatih ve Kanunî gibi iki büyük hükümdarı döneminde, çevreden su getirme sistemini, yeni bendlerle ve anıtsal su kemerleri ile takviye etti. 18. yüzyılda buna, şehrin Galata-Beyoğlu kesimine ilk kez su getiren orman tesisleri eklendi.
Osmanlı’nın her mahalleye bir veya bir kaç tane yaptığı çeşmelerin, ilk 250 yıllık dönemde, belirgin bir karakteri olmuştu: Hepsi kesme taştan, arkaları su hazineli, üstleri çatılı ve kiremitli idiler, fakat fazla bir süsleme içermiyorlardı. İşlevsel olmaları, insanlara hayat kaynağı sağlamaları, yeterli görülmüştü. Bunun için, taş cepheye, kalaylı bir bakır tasın zincirle asılması kâfi geliyordu. Fakat 1700’lü yılların başından itibaren, taht şehrindeki bir çok kurum, töre ve görüntü gibi, çeşmeler de, bir zariflik, bir süsleme, bir şıklık ve güzellik kazandılar. Ama bu gelişme, hem çeşmelerle, hem de Osmanlı payitahtı ile sınırlı kalmayan bir olaydı.
İnsanlığın uzun tarihi içinde 18. yüzyıl ilk kez, sosyal yaşamların ve güzel sanatların her dalında, bütün Avrupa’da, bir gelişme, bir açılma, hatta bir atılım getiriyordu. Eski basit ve dışa kapalı binalar, yükseliyor, cephelerinde birer stil kazanıyor, insan kılıklarında eski kaba-saba giysiler, yerlerini ince yün ve ipek kumaşlarla çok rafine renklere bırakıyor, eski monoton müzikler, dünya çapında lirik bestelere dönüşüyor ve ilkel resim sanatı, peyzajlarda ve portrelerde ilk şaheserlerini üretiyordu. Bu gelişme ve açılma, Osmanlı payitahtına da yansıdı. Bir çiçek sevdası, şehri baştan başa kapladı. Binalar boyanmaya başlandı. Giysilerde ve günlük kullanım kuşamlarında, altın ve gümüş tellerle beraber renklerin ve boyaların en arınmışları türetildi ve çeşmeler iki cepheye, hatta dört cepheye çıkarak, yüzlerinde en özenilmiş süslemelere de kavuşturuldular: Tabak-tabak meyveler ve vazoları dolduran çiçekler, bir çeşmenin en doğal dekoru sayıldı.
1700’lü yıllar, İstanbul’a dünya çapında çeşme örnekleri kazandırdı: Üsküdar ve Tophane meydanındaki dört yüzlü anıtsal örnekler böyledir. Ama Topkapı Sarayı önüne III. Ahmed’in yaptırdığı koca çeşme, ayrıca fayans kaplamaları ve olağanüstü kubbeleri ile, artık bir çeşme değil, bir “su sarayı” sayılabilir. Bunu gören bir edebiyatçı gezgin, “Bunu bir cam fanus içine almak gerek”demiştir.
Bir padişah kızının, Saliha Sultan’ın, Azap Kapısı’na yaptırdığı üç kanatlı denebilecek çeşme, açılmış, bir koca kitabı andırır.
Beykoz’da çarşı içine bir yüksek memurun oturttuğu çeşme ise, üç cephesi açık olarak, ön tarafa doğru yürütülmüş sütunları, onu örten çatısı ve arka duvarında teknelerden musluksuz dökülen bol ve berrak suları ile Osmanlı zevkinin, “bir padişah çadırının içine bir küçük ırmağın şelalesini getirip akıtma özlemi” olarak açıklanabilecek bir güzelliktedir.
Bu şehirdeki çeşme mevcudu içinde, hem klâsik örneklere, hem de 18. ve 19. yüzyılların barok, ampir, rokoko üsluplarına girmeyen ve örneğinde tek kalan bambaşka bir çeşme 20. yüzyılın başında Sultanahmet’e oturtuldu: Alman Çeşmesi. Kendi içinde ülkenin siyasi birliğini gerçekleştirdikten ve endüstrisini de kurduktan sonra, Avrupa’nın yeni süper gücü Almanya, iki ihtiyacının derdine düşmüştü: İmalât için hammedde, ürün satışı için pazar. Bu ihtiyaçlarla, gözünü en yakındaki Osmanlı Devleti’ne çevirdi. Osmanlı payiahtına üç ziyaret yapan Kayzer Wilhelm, son ziyaretinde padişaha bir armağan bırakmak istedi. Roma’nın Hipodromuna bir Osmanlı Çeşmesi! Bu amaçla hayli masraf ederek yeşil somaki mermerlerle ve altınlanmış mozaiklerle anıtsal bir çeşme yaptırdı. Günümüzde, olduğu gibi duran bu ilginç eser, “Şark” imajının “Garp” tarafından algılanışını gösteren değişik bir mimarîye sahiptir.
İstanbul çeşmelerinin sonunu, 19. ve 20. yüzyıllarda, üç büyük gelişme getirdi:
İmparatorluğun çöküş dönemine girmesi, çoğu birer “vakıf” formülü ile hayata getirilmiş bu eserlerin bakım ve idameleri için gelir kaynaklarını kesti. Elden çıkan her ülke, vakfın oralarda kalan mülklerinin, tarlalar ve dükkânlar gibi kaynaklarının, kaybına yol açtı. Camiler, okullar, aş evleri, hastaneler gibi bir çok hayır eseri, bu arada tabii çeşmeler, 100-150 yılda harap oldu, yıkıldı veya sahipsiz kaldılar.
20. yüzyıl başında Fransız Terkos Şirketinin kurduğu yeni ve modern ağ, suyu her eve sokunca, bu paralı ve aboneli sistem, ücretsiz de olsa eski çeşmeyi gereksiz kıldı. 20. yüzyılın ortasında şehir uzun tarihinde ilk kez, çok büyük bir nüfus akınına uğradı. O zaman ki yöneticiler, yeni ve modern bir şehri götürüp eski boş alanlara bütün teknik gereklere uyularak kurmak yerine, tarihi mirasın üstüne oturtma gibi kolay bir yolu tercih ettiklerinden, her 10-15 yılda bir, yeni kalabalıklara ve onların yoğun taşıt trafiğine cevap veren, cadde ve bulvar açılması, damar genişletilmeleri, bir çok kültür eseri gibi çok sayıda çeşmeyi ve sebili ortadan kaldırdı.
20. yüzyıl biterken, dünyanın bir çok yerinde olduğu gibi, başgösteren kuraklık ve yağış azlığı, çeşmeler yolu ile suyun bedava dağıtılmasını büsbütün imkânsızlaştırdığı için, şehrin bir çok yerinde henüz durabilen çeşmeler de, eski ve mutlu dönemlerin sessiz tanıkları ve belgeleri olarak, artık yaşamıyor olmakla birlikte varlıklarını sürdürmeğe devam ediyorlar.
Yazı: Çelik GÜLERSOY
Fotoğraf: İsa ÇELİK
SKYLIFE Türk Hava Yolları Dergisi
Haziran 1998