Yard. Doç. Dr. Remzi KILIÇ*
XVI. Yüzyılın önemli tarihi şahsiyetlerden biri olan Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti tahtına padişah olmadan önce, Trabzon’da çeyrek yüzyıldan fazla vali olarak görev yapmıştır. Osmanlı Padişahı olarak, Yavuz Sultan Selim dönemini aydınlatan pek çok eser bulunmaktadır. Biz bu araştırmamız da, Yavuz Sultan Selim’in (1470-1520), Trabzon’da şehzâde olarak, valilik yaptığı dönem içerisindeki faaliyetlerini, ortaya koymaya çalışacağız.
Osmanlı Devleti’nin tahtında XV. yüzyılın ortalarında kudretli Türk hükümdarı Fatih Sultan Mehmed Han (1451-1581) bulunmaktaydı. Fatih Sultan Mehmed, Ortaçağı kapatarak, Yeniçağı İstanbul’un fethinde kullandığı modern topların icâdı ile açmıştı. 1461 yılında Doğu Karadeniz bölgesini, Trabzon’un fethi ile Osmanlı ülkesine katmayı başarmıştı. Böylece Fatih Sultan Mehmed zamanında, İstanbul’da bulunan Bizans İmparatorluğu (1453) ile Trabzon’da bulunan Rum İmparatorluğu (1461) ortadan kaldırılmıştı. Fethedildikten sonra Trabzon ve havâlisi, uzun bir müddet her hangi bir eyalet teşkilâtına bağlı bulunmaksızın, müstakil olarak idareci ve kumandanlar tarafından, kale dizdarları, subaşıları, şehir ve kasabalarda kadı, zaim ve ümerâ vasıtası ile idare edilmiştir[1].
Fatih Sultan Mehmed zamanında, Sivas Vilâyetinin Amasya Sancağında, büyük oğlu Şehzâde Bâyezid, Sancakbeyi iken, yine Sivas Vilayetine bağlı Trabzon Sancağında da, Şehzâde Bâyezid’in büyük oğlu Abdullah, Sancakbeyi bulunuyordu. Trabzon’da İçkale Câmii şadırvanında Sancakbeyi Abdullah’ın 875/1470 tarihli bir kitâbesi kalmıştır[2]. Şehzâde Abdullah’ın Trabzon Sancakbeyi olarak 886/1481 yılına kadar bu görevde kaldığı anlaşılmaktadır.
Trabzon’da Şehzâde Abdullah’tan sonra, Trabzon Sancakbeyi olan ikinci ve son şehzâde, Yavuz Sultan Selim’dir. Şehzâde Selim, babası II. Bâyezid, Amasya’da Sancakbeyi iken, 875/1470 yılında doğmuştu. Fatih Sultan Mehmed’in vefâtı ile II. Bâyezid Han (1481-1512), Osmanlı Devleti tahtına pâdişâh olarak cülûs ettiği zaman, oğlu Şehzâde Selim’i 886/1481 yılında, Trabzon Sancakbeyi olarak tayin etmiştir[3]. Şehzâde Selim, gemi ile Kefe’ye oğlu Süleyman’ın yanına gidişine kadar, 886-915/1481-1510 yılları arasında yaklaşık olarak yirmi dokuz yıl, Trabzon’da valilik yapmıştır[4].
Osmanlı Devleti tahtına, 7 Safer 918/24 Nisan 1512’de Osmanlı Hânedânının dokuzuncu hükümdarı olarak oturan, Yavuz Sultan Selim’in (1512-1520) babası II. Bâyezid Han, annesi ise Dulkadıroğlu Alâuddevle’nin kızı Ayşe Hâtun’dur[5]. Yavuz Sultan Selim’in çocukluğu ağabeyi Şehzâde Korkud gibi, dedesi Fatih Sultan Mehmed’in yanında geçmişti. O’nun dizinde oturarak büyümüştü. Devrin ünlü hocalarından ders almıştı ve Halîmî Çelebi hocası idi. Amasyalı Şeyh Hamdullah ile ilgisi olduğu rivayet edilmektedir. Şehzâde Ahmed ve Şehzâde Korkud’un yumuşak huyuna karşılık, Şehzâde Selim sert ve cevval bir şekilde amansız hareket ederdi. Ondan dolayı “Yavuz” lakabını almıştır. Kendisi aynı zamanda şair bir kimseydi. Türkçe, Farsça ve Tatarî şiirler söylerdi[6].
Yavuz Sultan Selim, fizikî görünüm olarak, târife göre; orta boylu, toparlak ve kırmızı ile karışık beyaz yüzlü, çatık kaşlı, beyaz dişli, omuzları ile göğüs arası açık, sakalsız, uzun bıyıklı ve sert bakışlı bir kimse idi[7]. Şehzâde Selim’in Trabzon’da Sancakbeyi iken, kaldığı uzun süre içerisinde, devlet yöneticiliği, komutanlık tecrübesi, kitleleri sulh ve idare kâbiliyeti, asker kişiliği iyice gelişmişti[8].
Yavuz Sultan Selim’in kişiliği ve karekteri ile ilgili olarak yabancı bir araştırmacı; “Selim’in arkasında, Trabzon’daki valilik yılları boyunca kazandığı imrenilecek bir şöhreti vardı. Selim birliklerinin bizzat başına geçen üstün bir komutan, doğruluktan şaşmayan ve başarılı bir idareci, yobazlığa varmayan tam bir Sünnî, lükse ve zevke fazla eğilimi olmayan bir kimseydi. Bu sert asker kabuğu altında, hükümdarımız geniş bir kültür sahibiydi. Gözünde gözlük durmadan okuyor ve Farsça başarılı şiirler yazıyordu.Yalnız başına yaşamayı seven ve sır vermez bir kişiliğe sahip olan Selim, kararlarının çağdaşlarınca anlaşılıp anlaşılmamasının kaygısında değildi”[9], demektedir.
Yavuz Sultan Selim’in şehzâde olarak valilik yapmasından çok önceleri, Fatih Sultan Mehmed tarafından 1461 yılında, fethedildiği sıralarda Trabzon bölgesi, çok problemli bir yer idi. Aynı zamanda Trabzon’un, Gürcistan ve İran gibi ülkeler ile de sınırı bulunuyordu. Osmanlı idaresi Trabzon’da tesis edildiğinde, öncelikle bu bölgedeki mevcut dengeler ani bir darbeyle bozulmadı. Eski idarî yapının temel hususiyetleri korunmuştu. Bu idarî planlamanın coğrafî ve stratejik gerçekler kadar, daha önceki siyasî ve sosyal alt yapıları da göz önüne alınarak teşkil edilmiş olduğu açıktır. Aslında en başta Trabzon civarının fethi tamamlanmamış olduğundan, ilk yıllarda burasının bir sancak haline getirilip müstakil olarak kaldığı ve her hangi bir Beylerbeyiliğe bağlanmadığı üzerinde durulmaktadır[10].
Trabzon’a ait arşivlerimizde tarihî materyaller, XV. yüzyıla nazaran, XVI. yüzyıl başlarından itibaren ve özellikle Yavuz Sultan Selim’in saltanatı zamanında daha fazla bulunabilmektedir. Trabzon’un XVI. yüzyıl başlarında ve Yavuz Sultan Selim devrinde; Sivas, Amasya ve Tokat havalisini içine alan, Rum Beylerbeyiliğine bağlı olduğu görülmektedir. Ancak bundan evvel “Eyâlet-i Rûmiye-i Suğra”ya tâbi olduğunu, kati olarak teyit edecek kuvvetli bir delile rastlanmadığı ifade edilmekle[11] beraber, Trabzon’un fethinden sonra, Komnenoslar Sarayı, Trabzon Sancakbeyi konağı oldu. Ülkenin Türkleşmesine önem verildi. Nerede bir güzel çiflik veya müstahkem bir mevki var ise, yerine bir Türk geçirildi. “Rum (Sivas) Vilayeti’ne bağlanan Trabzon Sancağı; Harşıt boyundaki Kürtün, Torul ve Çanıça/Gümüşhane dışında Görele’den Pazar’daki Kemer’e ve Kemer’den Çoruh ağzına değin Hemşin ve Laz bölgeciklerini içerisine alıyordu”[12], denilmektedir. Ancak, bu konuda gerçekten kesin bir kanaate ulaşılamamakla birlikte, fethinden sonra ilk başlarda, Trabzon’un Anadolu Beylerbeyiliğine bağlı olduğu yolundaki bilgilerin doğruluğu da şüphelidir.
Trabzon Sancağı’nın ilk teşekkülü sırasında, sınırlarını tam olarak tespit etmek oldukça zordur. Bu nedenle Trabzon Sancağın tahriri ile ilgili kayıtlara bakmak gerekir. Bugün Trabzon Sancağı’na ait en eski tahrir defteri 1486 tarihini taşımaktadır. Burada Trabzon ile ilgili olarak, hem idarî, hem de sosyal ve ekonomik dökümklerin mahiyeti hakkında bilgi sahibi olunabilmektedir. Gerek bu defter, gerekse XVI. yüzyılda kaydedilen bir diğer defterden, Trabzon’un ilk idarî yapısı hakkında bilgi sahibi olabiliyoruz. Ancak başlangıçta, Trabzon Sancağı’nın nereye bağlı olduğu yönünde kesin bir bilgiye rastlayamıyoruz. Aslında bu belirsizlik, Trabzon’un Osmanlı hakimiyeti altında uzun süre bir “uç sancağı” olmasıyla ilgili gibi gözükmektedir[13].
Doğu Karadeniz bölgesinde bulunan Trabzon, XV. yüzyılın sonlarında ve XVI. yüzyılın başlarında, çeşitli hanedanlıkların, önemli bir nüfuz mücadelesine sahne olmuştur. Çünkü bir taraftan geçmiş dönemlerde Rum İmparatorluğu’nun merkezi idi. Diğer taraftan Karadeniz’e açılan önemli bir ticaret ve liman şehri idi. Bölgeye ve Trabzon’a hem Hıristiyan Gürcü prensleri, hem Şiî-Safevîler, hemde Akkoyunlu-Türkmen hanedanlığı vârisleri hakim olmak istiyorlardı. Son derece mühim bir stratejik öneme haiz olan Trabzon’un ehemmiyetini kavramış olan Osmanlı Devleti Padişahı, Fatih Sultan Mehmed ise, daha erken davranarak, önceden planlamış olduğu gibi, Trabzon ve havâlisini Osmanlı Devleti’ne katmıştı (1461).
Celal-zâde Koca Nişancı Mustafa Paşa, Trabzon hakkında; “Yavuz Sultan Selim’in vali olarak tayin olduğu yer, mutluluk yuvası Trabzon’dur. İklimi Cennet gibidir. Kuzeyde Karadeniz sahili üzerindedir. Bir tarafı Çerkez ve Gürcistan vilâyeti, bir tarafı Şirvân ve Geylân’a yakın ormanlar ve dağlarla çevrilidir. Bir tarafı da Acem ülkelerinden Azerbaycan’a bitişiktir. II. Bâyezid tahta geçip, vilayetler şehzâdeler arasında taksim edildiğinde, Trabzon diyarı da, dünyanın mutlu sultanı olan, Selim Han’ın mübarek ayaklarını basması ile şereflenmiştir”[14], ifadeleriyle bilgi vermektedir. 26 Ekim 1461 tarihinde Osmanlı ordusu tarafından fethedilen Trabzon’a, fethinden sonra Niksar, Tokat, Amasya ve Çorum gibi şehirlerden hayli Türkmen getirilerek yerleştirilmiştir. Trabzon Osmanlı Devleti’ne bağlı olduğu devirler de, eskiden olduğu gibi önemli bir liman şehri, ticaret, kültür ve sanat merkezi olmaya devam etmiştir[15].
Şehzâde Selim’in, Trabzon’a gelişinin ilk yıllarından itibaren, Sancağı’nın sınırlarını genişletmek, hakimiyetini artırmak istediğini görmekteyiz. Akkoyunlu hanedanından Sultan Yakub (1478-1490) ile mektuplaşmış ve O’na “gazây-ı Gürcistan”dan bahsetmektedir[16]. Akkoyunlu hanedanlığının son sultanlarından Elvend Bey (1498-1504) ile de, Trabzon valisi iken mektuplaşan Şehzâde Selim, 1498 yılında Akkoyunlular iç kavgalarıyla ikiye ayrıldığı zaman, Şah İsmail (1501-1524) bu durumdan yararlanarak 1501’de Akkoyunlular’ın başkenti Tebriz’i işgal ederek, Safevî Devleti’ni kurduğu sıralarda, Trabzon’dan Gürcistan’a ilk akınlardan sonra ilk seferlerini yapmaktaydı[17].
Yavuz Sultan Selim’in Trabzon’a vali olarak gittiği ilk yıllarda, Erzincan ile Fırat Nehri’nin doğusundaki bütün bölgeler, Akkoyunlular’ın hakimiyetinde idi. Ayrıca Karadeniz kıyıları dışındaki Gürcistan toprakları da, Tebriz’e haraç ödeyen tâbiiler durumunda idiler. Fırat Nehri’nin batı taraflarında kalan Malatya, Divriği, Adıyaman, Antep ve Halep ise, başkentleri Kahire olan Mısır’daki Memluklar’ın elinde bulunuyorlardı. Bu bakımdan, Akkoyunlular ve onların vârisi olduğunu iddia ederek Azerbaycan’da ortaya çıkan Safevîler ile Osmanlı Devleti’nin hemhudut olduğu krıtik bölge, Rûm (Sivas) Vilâyetinin Trabzon Sancağı idi[18].
Şehzâde Selim’in Trabzon’da sancakbeyi olmasıyla, Trabzon’un idarî bağımsızlığının esaslı bir şekilde kendisini gösterdiği anlaşılmaktadır. Nitekim Kemâl Paşazâde, Yavuz Sultan Selim’in şehzâdelik dönemini ifade ederken Trabzon için, “Ermeniye-i Suğra vilâyetinin ki Trabzon dâru’l-mülküdür” diyerek, buranın idarî durumunu ortaya koymaktadır. Trabzon için 1488 tarihli kayıtlarda “vilâyet” ve “liva” tabirleri kullanılırken her hangi bir Beylerbeyiliğe bağlı olarak gösterilmemektedir[19].
Fethinden sonra, Trabzon şehrinin nüfusu ile ilgili bilgi veren ilk arşiv malzemesi, Şehzâde Selim Trabzon’da Sancakbeyi bulunurken hazırlanmış olan 1486 tarihli Mufassal Tımar Defteri’dir. Bu tarihten önce Trabzon Sancağı’nın tahriri yapılmışsa da, eksik olduğundan ikinci bir tahririn yapılmasına ihtiyaç duyulmuş, bunun sonucunda fethinden yirmi beş yıl sonra 828 numaralı Trabzon Mufassal Tımar Defteri vücuda getirilmiştir. Bu deftere göre; 1486 yılında Trabzon şehrinde, bir mahalle ve on dokuz cemaatın oluşturduğu 257 hâne, bir mücerred (bekâr) ile birlikte Trabzon Kalesi’nde görevli 203 nefer Müslüman, on beş mahalle ve bir cemaatın oluşturduğu 920 hâne, 214 bîve (dul), 61 mücerred ile birlikte iki hâne müsellem-yamak ve 6 nefer kale görevlisi Hıristiyan olmak üzere tahminen 7575 kişiden oluşan bir nüfus bulunmaktaydı[20]. Nüfusun yaklaşık olarak 2025 kişi ile yüzde yirmi yedisini Müslümanlar, 5550 kişi ile yüzde yetmiş üçünü de Hıristiyanlar oluşturmaktaydı. Müslümanlar kale surlarının çevrelediği alanda yaşarken, Hıristiyanların büyük çoğunluğu kale dışında doğu ve batı mahallelerinde oturmaktaydı[21]. Bu durumlar devam eden süreçte sık sık değişecektir.
Şehzâde Selim Trabzon Sancakbeyi iken, dedesi Fatih Sultan Mehmed’den sonra babası II. Bâyezid’in zamanında görülen fetih ve gâzâ seferlerindeki durgunluğu, bu uçta giderip canlılığa çeviren çok güçlü ve hareketli bir şahsiyet olmuştur. Bir yandan Şah İsmail’in, Erzincan’a gelerek buradan Anadolu içlerindeki Osmanlı topraklarına, “Kızılbaş Dedeleri”ni göndererek Şiîlik propagandası yaptırmasına karşılık, Bayburt ile Erzincan taraflarına yöneldiği gibi, öte yandan da, 1501 yılında Safevîler’in Tebriz işgalinden sağ kurtulabilen Akkoyunlu Beyleri ve ahâlisini de, mültecî olarak Trabzon Sancağı’na kabul ederek, onları Trabzon ile Rize arasına yerleştirmiştir. Ayrıca, Anadolu’dan gâzâ dileyen gönüllüleri de yanına alarak, Gürcistan’a akınlar yapan Şehzâde Selim, buralarda yağmalar yaparak tutsaklar almış ve fetih girişimlerinde bulunmuştur[22].
Şehzâde Selim Trabzon Sancakbeyi olarak, sık sık Çerkezistan ve Gürcistan’a akınlar yapmıştır. Şehzâde Selim’in bu seferleri hakkında, Osmanlı tarihçileri; Celal-zâde Mustafa, Selimnâme, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazîne Kısmı, Nr.1274, v. 33a-41a; Kemal Paşazâde, Defter VIII, Ali Emîrî, Nr.32, v.105a-117a; Şükrî Bitlîsî, Selimnâme, Topkapı Sarayı Müzesi Kütüphanesi, Hazîne Kısmı, Nr. 1597, v. 18b-22b. gibi kaynaklarda ayrıntılı bilgiler bulmak mümkündür[23].
Trabzon Sancakbeyi olan Şehzâde Selim, dostluğa da büyük önem vermiştir. O’nun dost olduğu veya desteklediği Han ve beylere hiç bir zaman zarar vermediği gibi, onları devamlı koruduğunu söyleyebiliriz. Bu bakımdan Şehzâde Selim çevresindeki dost olduğu beylerinde güvenini kazanmıştır. Şehzâde Selim, Arda Han ve Göle, Oltu ve İspir bölgelerine hâkim olan mahallî Gürcü beylerinden Mirzâ Çabuk (1502-1516) ile dostluk kurmuştu. Ayrıca, Bayındır beylerinden Ferruhşâd ve Mansur, yurtlarını ellerinden alan Şah İsmail’e karşı, Şehzâde Selim ile birleşmişlerdi[24].
Erdebil Sûfîleri neslinden gelen Şeyh Haydar oğlu Şah İsmail, menşe itibariyle Anadolulu boy ve uluslardan Ustacalu, Şamlu, Rumlu (Anadolulu) Musullu, Tekelü, Bayburtlu, Çapanlu, Karamanlu, Dulkadırlu, Varsak, Afşar, Kaçar ve Karacadağ Sûfîlerinden etrafına topladığı kişiler ile, 1500 yılında Azerbaycan, 1507’de Diyarbakır, nihâyet 1508 yılında da Bağdat’ı alarak Akkoyunlu Türkmen Devleti’ne son vermişti[25].
Safevî hükümdarı Şah İsmail, 1507 yılında Dulkadıroğulları üzerine bir sefer tertip etmişti. Şah İsmail, bu seferinde Elbistan ve Maraş civarlarını yakıp yıkmıştı. Erzincan’dan Azerbaycan’a dönerken, kardeşi İbrahim’i Trabzon üzerine yağma ve talan için göndermişti. Bunu bir savaş sebebi sayan Trabzon Sancakbeyi Şehzâde Selim, Trabzon’dan Bayburt ve Erzincan’a kadar olan sahalara saldırmış ve bir köprü başında Safevî kuvvetlerini dağıtarak, Şah İsmail’in kardeşi İbrahim Mirzâ’yı esir alarak Trabzon’da O’nu hapsetmiştir[26].
Şehzâde Selim Trabzon’da Sancakbeyi iken, sanki bir Beylerbeyi gibi hareket etmiştir. Bunun sebepleri arasında, Şehzâde Selim’in lider kişiliğinin yanı sıra, babası II. Bâyezid Han’ın halîm bir tutum içerisinde olması, Tebriz’de saldırgan ve yayılmacı politikası ile Safevî Şah İsmail’in ortaya çıkması, Trabzon’un Gürcistan ve Azerbaycan üzerine sefer yapmaya uygun bir stratejik öneme sahip olması gibi şartları sayabiliriz. Ayrıca bir taraftan Anadolu Türkmenleri’nin Şah İsmail’e tâbi olmaları, öte yandan Şah İsmail’den darbe yemiş olan ve Tebriz’den dağılan Akkoyunlu beylerinin ve ahalisinin Şehzâde Selim’in etrafında yer aldıklarını görmekteyiz. Şah İsmail’in Anadolu üzerine yaptığı kesif Şiîlik propagandası ve her geçen gün Şah İsmail’in nüfuzunun artması, Şehzâde Selim’i İran’a karşı teyakkuza geçirmiştir.
Osmanlılar’da şehzâdelerin “Han” ünvanını kullanması yasak olduğu halde, “Selim Şah” Trabzon’da İmâret/Hâtûniyye Mahallesindeki 906/1501 tarihli Seydî Hacı Mehmed Çeşmesi kitâbesinde adını “Şemsü’z-Zemân ve mefâhir-i Ali Osman Sultan Selim Han” diye yazdırmıştır. Bu sıralarda Şehzâde Selim’in Trabzon’daki halini ve davranışlarını, babası Hasan Can’dan duydukları kadarıyla, Hoca Saadeddin şöyle anlatmaktadır: “Makarr-ı Saltanatdan dûr ve nazargâhdan mehcûr iken bunca zemân ol aksây-ı hududdan ma’dûd olan kişverde ârâm idûb”, yine de babasına saygı gösterirdi. Herkes O’nun tahta geçmesine heves ederdi. Pâdişah hasta ve gâzâya çıkamaz olmuştu. Hele Kızılbaşlar’ın Karaman sınırlarına kadarki akınlarına göz yumulması ve idarenin “eğri reyli” vezirlere bırakılması göze batıyordu. Trabzon’daki Şehzâde Selim ise, “telâfi-i taksir-i vüzerâ içün ceng ü peykâr ehlini mu’attal ve bîkâr komayub Der-i Devlet’den behremend olmayan bîkes ma’zulları ve ihmâl-i vüzerâ ile nâümid olanları mahzulları yazûb gâh Gürcistân’a akın salub ikâmet-i resm-i cihâd ile def-i melâl ve gâh Kızılbaş-ı bed-ma’âş ile harb ü kıtâl ederler idi”[27].
Şah İsmail, Tebriz’de İran saltanat tahtına geçtikten sonra, Şiîliği resmi Mezhep ilan etmiş, “On İki İmam” adına hutbe okutup, kendi adına para bastırmıştı. Ülkesinde bazı tayinler yaparak, yetkililer belirlemiş ve Safevî Devleti’ni resmen ilan etmişti. Safevî Şeyh Cüneyd’den beri, gösterilen gayretler semeresini vermiş, Erdebil Şeyhleri Ocağı, Anadolu Türkmenleri sayesinde siyasi bir teşekkül olmuşlardı[28]. Bu arada bir çok masum insan haksız yere öldürülmüştü. Gerek Şirvan’da gerekse Tebriz’de, Şah İsmail’in zulmünden adetâ halk yılmış, savunmasız onbinlerce Akkoyunlu Türkmen öldürülmüş, bir kısım insanlarda korkudan O’nun ordusuna katılmıştı. Şah İsmail kuvvetli bir ordu ile Irak’a hücum ederek, Akkoyunlu hanedanı Murad Beyi yenerek, bütün Akkoyunlu ülkesini ve Şiraz’a kadar olan bölgeyi hâkimiyeti altına almıştı. Kazvin, İsfahan, Kâşân, Kum, Rey, Hemedân, Semnan ve Damgan gibi şehirler, artık Şah İsmail’in hakimiyeti altında idi. Şah ismail, müfrit bir Şiîlik taassubu, ile hareket ederek, pek çok Sünnî âlimi öldürtmüş, bu gelişmeler, bir taraftan Osmanlı Devleti’nin öte yandan Özbek Hanlığı’nın tepkisine yol açmıştır[29].
Şah İsmail, Kazarûn şehrini aldıktan sonra, orada bulunan Sünnî ulemânın tamamını katlettirmiş, İsfahan’da bulunduğu bir sırada ise, kendisine gönderilen Osmanlı elçisinin huzurunda, Sünnî bir âlimi ve bir gurup halkı haksız yere öldürerek, Sünnî Müslümanların hâmisi olan Osmanlı Devleti’ne karşı dostâne bir tavır içinde olmadığını göstermişti[30]. Şah İsmail’in Osmanlı Devleti için hem içeriden hem de dışarıdan büyük bir tehlike teşkil ettiğini idrak etmiş olmasına rağmen, II. Bâyezid buna karşı kat’i bir harekete geçememiştir. II. Bayezid Han, barış ve sukûnet istiyordu. Hatta, Osmanlı Padişahı, Şah İsmail’in gönlünü hoş tutmak için, Erdebil ziyaretinden geri döneceklerine söz veren Türkmenlere “Ziyaret yasağı”nın uygulanmayacağını belirtmişti. Ancak Şah İsmail, Tebriz’de Akkoyunlu tahtına geçtikten sonra, büyük bir ordu ile doğu illerimize inerek, Erzurum, Erzincan yolu ile 1507 yılında Dulkadıroğlu Alâuddevle Bozkurt Bey üzerine yürümüştü[31].
Osmanlı topraklarını II. Bâyezid’den aldığı müsaade üzerine geçen Şah İsmail, Sivas’tan dolaşarak Kayseri civarından, Sarız yolu ile Elbistan’a gitmişti. Alauddevle Bozkurt Bey, Dulkadırlu ülkesini korumaya çalışmış, oldukça sarp olan Turna Dağı’na sığınarak Mekluklar ve Osmanlılar’dan yardım istemiştir. Şah İsmail ve kuvvetleri her tarafı yakıp yıkmışlardır. Dulkadırlu Türkmenleri perişan bir şekilde etrafa dağılmışlar[32]. Alauddevle’nin yardım çağrıları üzerine, Memluklar her hangi bir teşebbüste bulunmazken, Osmanlı Devleti Sultanı II. Bâyezid, vezir Yahya Paşa komutasındaki askeri kuvvetleri Ankara’dan Kayseri’ye yürütmüş, bunu duyan Şah İsmail’in kuvvetleri ise, ağırlıklarını bırakarak Fırat Nehrini zorla geçmişlerdir[33]. Dulkadırlu Ülkesini terkedip Harput’u ele geçiren Şah İsmail’e Diyarbakır hâkimi Musullu Bey’de itaatını arzetmiştir. Bu suretle Musullu gibi kalabalık bir oymak Safevî emir ve oymaklarına katılmış, geniş ve fethi kolay olmayan Diyarbakır bölgesi de Safevîlerin idaresi altına girmiştir[34].
Güneydoğu Anadolu’yu da ele geçiren Şah İsmail, bağlı bulunduğu Şiilik Mezhebini, yayılma siyasetinin bir vasıtası olarak kullandığından, Sünnî-Müslümanlara karşı çok ağır muamaleler de bulunuyordu. Kendisine sadâkat göstermelerine rağmen, Siirt ve Hısn-ı Keyfâ emiri Melik Halil Eyyûbî ile Cizre hakimi Şah Ali Beyi, diğer on iki bey ile birlikte yakalatarak hapsettirmişti[35]. Diyarbakır’ı Safevî topraklarına katan Şah İsmail, 1508-1509 yıllarında Irak-ı Arab’a girmiştir. Bağdat’ta İmam Musa Kâzım’ın kabri üzerine kubbe inşâ ettirip, İmam-ı A’zam Ebû Hanife’nin kabrini yakarak, şehir ahâlisiyle birlikte bazı âlimleri öldürtmüştür[36].
Şah İsmail, ortaya çıktığı 1499 yılından itibaren 1509 yılına kadar on yıldır, yaptığı hiç bir savaşta veya saldırıda mağlup olmamış, adetâ şımarmıştır. Devamlı olarak hem batı komşusu Osmanlılar’ın hem de doğu komşusu Özbekler’in ikazlarına rağmen, bir türlü bu ülkelere olan Şiîlik propagandasını durdurmamıştır. Çok sistemli ve ketum bir şekilde organize ettiği müridleri ve halifeleri sayesinde arzu ettiği devletin temellerini atmış ve sınırlarını devamlı genişletmiştir. Yılmak bilmeyen ihtirasıyla hareket eden Şah İsmail, Özbeklerin hükümdarı Muhammed Şeybânî Han’ın (1451-1510), Kazaklar ile mücadelesini fırsat bilerek, O’nun ülkesi topraklarından olan Horasan’a yürümüş ve burasını işgal ederek pek çok Sünnî-Müslümanı oldürmüştür[37].
Bu durumu haber alan Muhammed Şeybânî Han, bir kısım kuvvetlerini kuzeyde bırakarak, hızla Horasan’a dönmüştür. Şeybânî Han’ın eksik ve yorgun bir ordunun başında olduğunu fırsat bilen Şah İsmail, rakibinin üzerine yürümüş ve 1510 yılında yapılan çetin muharebeyi kazanarak, öldürtmüş olduğu Şeybânî Han’ın derisini yüzdürüp içerisine ot doldurtarak, bu yaptıklarını anlatan bir mektubu, Osmanlı Sultanı II. Bâyezid Han’a bildirmekten geri durmamıştır. Hatta Şeybânî Han’ın kesik başından kendisine bir şarap kadehi yaptırarak, bununla “meclisinde tolular ikram edermiş”, denilmektedir. Şah İsmail’in bununla da yetinmeyerek, savaşın sonunda on binden fazla Sünnî-Müslümanı öldürterek, kesilmiş olan başlardan piramit yaptırdığı ifade edilmektedir. Bu zaferinden sonra Şah İsmail, derhal Türkistan’a doğru ilerleyerek Buhara, Semerkant ve Hive’yi işgal ederek, buralarda halka son derece kötü davranmıştır[38].
Safevî Şahı İsmail, 1510 yılında Özbekleri sindirerek, bütün Horasan’ı ülkesine katmıştır. Artık Safevî Ülkesinin sınırları Fırat Nehrinden Ceyhun Nehrine kadar uzanıyordu. Büyük bir devlet kurma yolunu tutan Şah İsmail, Azerbaycan’dan başka, Irak-ı Arab (Bağdat ve havâlisi) ve Irak-ı Acem’i (Tebriz ve havâlisi), Fars Eyâleti’ni, doğu da Horasan’ıda içine alarak Herat’a, batı da ise Osmanlılar ile olan hudut Erzurum, Erzincan, Kemah, İran’da kalmak üzere şimdiki Sivas-Suşehri taraflarında başlıyor ve Rize, Hopa Osmanlılar’da kalarak, Karadeniz sahiline kadar ulaşıyordu[39].
Bundan böyle İran’da XV. yüzyılın sonlarında ve XVI. yüzyılın başlarında Şiîliği devletin resmî Mezhebi kabul eden, sırtını Türk olan ve olmayan halka dayayan Safevî Devleti kurulmuştu. Bu devletin temeli, binası ve çatısı her şeyi Türk unsuru, Anadolu’dan giden Türk evlatları tarafından vücuda getirilmişti. Şah İsmail, İran’da siyasi birliği kurduktan sonra orada bir çok değişiklikler meydana getirmişti. Fakirlik ve meşakkat üzere yaşayan ahâli, bu kuruluş sayesinde rahata, zenginliğe, bir çoğu da mevkii ve makama kavuşmuştu. Fakat her şeye rağmen, Şah İsmail’in büyük liderlik özellikleri, cesur ve zekî kişiliği en etkili unsur olmuştur[40].
Şah İsmail için artık en mühim hedef Türkiye idi. Ancak askerî kudretle bu teşkilâtı ve mükemmel Türk Devleti’ni yıkması mümkün değildi. Şah İsmail, Osmanlı Devleti’ni oluşturan Türk unsurunun Sünnî-Müslüman olduğunu biliyordu. Bu nedenle Şah İsmail, II. Bâyezid’den çekinmeden Şiîliği “halife” adı verilen daileri vasıtası ile, Anadolu Türkleri arasında büyük isyanlara ve göçlere sebep olacak derece de yaymaya çalışıyordu[41]. Osmanlı Padişahı II. Bâyezid karşısında yumuşak ve ılımlı bir politika izleyerek, O’na mektuplarında “baba” diye hitâbederek, Osmanlı Ülkesinde bütün siyasi emellerini gerçekleştirmek isteyen ve adetâ riyakâr bir tavır sergileyen Şah ismail’in yegâne endişesi ve kaygısı, başına bir kaç defa da problem açan, Trabzon Valisi Şehzâde Selim idi.
Nitekim, Şehzâde Selim Trabzon’da vali iken, İran’daki meydana gelen saltanat değişimini, Şah İsmail’in, karakter ve şahsiyetini, emellerini çok iyi biliyordu. Şehzâde Selim, Trabzon’dan yaptığı üç Gürcistan Seferi ile Gürcistan’ın büyük bir kısmını hakimiyeti altına almıştı. Ayrıca Şehzâde Selim, Anadolu’da Akkoyunlu Türkmen Devleti’nden Safevîlere geçen topraklarında bir kısmını ele geçirmişti. Bayburt, Erzincan, Kemah, İspir, Çemişgezek (Tunceli), gibi yerleri idaresi altına almıştı. Şah İsmail’in Dulkadırlu Alauddevle Bozkurt Bey’in üzerine giderken, yanında ağır olduğu için taşıyamayıp Erzincan’da toprağa gömdürmüş olduğu top ve cephanelere de el koymuştu. Bunun üzerine çok sinirlenen Şah İsmail, kardeşi İbrahim Mirza’nın yanına asker katarak, Trabzon’a Selim üzerine göndermişti. Şehzâde Selim’de İbrahim Mirza’yı mağlup ederek, O’nu Trabzon’da hapsetmişti[42].
Şah İsmail, kardeşi İbrahim Mirza’nın esareti üzerine, Erzincan’a kadar gelerek Erzincan Kalesini almak istemiş, fakat Şehzâde Selim, daha Safevî ordusu yolda iken haber alarak, yanında oğlu şehzâde Süleyman ile birlikte güneye inerek, Trabzon’dan Erzincan’a gelmiş ve ansızın yaptığı bir gece baskını ile 1508 yılında, Şah İsmail’i bozguna uğratmıştır. Safevî Devleti hükümdarı Şah İsmail, Taşkent ile Diyarbakır arasında hükmederken, Trabzon Valisi Şehzâde Selim’e kardeşini esir verdiği gibi, kendisi de mağlup olmuştur.
Bu gelişmeler üzerine şaşkına dönen Şah İsmail, Osmanlı Devleti Padişahı II. Bâyezid’e tehditler taşıyan bir mektup göndermiş ve kendisini, Akkoyunlular’ın meşrû vârisi sayarak, Şehzâde Selim’in aldığı toprakları geri vermesini, Osmanlı Devleti ile Safevî Devleti arasında bir savaş bulunmadığını, Şehzâde Selim’in Trabzon’dan alınarak cezalandırılmasını talep etmiştir. Şehzâde Selim, başta Erzincan olmak üzere, bu toprakların büyük dedesi Yıldırım Bâyezid Han devrinden beri, meşrû Osmanlı toprakları olduğunu ileri sürmüş ise de, Divân-ı Hümâyun, Bayburt, Kemah, Erzincan ve İspir’in Safevîlere geri verilmesini Şehzde Selim’e emretmiştir[43].
Şehzâde Selim, Trabzon Sancakbeyi olarak, bir yandan Azerbaycan topraklarında Safevîlerin hareket ve tavırlarını yakından takip ederken, öte yandan Karadeniz’in kuzeydoğusunda bulunan Gürcistan topraklarına da, akınlar tertip etmekten geri durmuyordu. Şehzâde Selim’in Trabzon’dan kara yolu ile İmeret/Kutayis üzerine yaptığı 1508 yılındaki Gürcistan seferinin cereyanını ve sonuçlarını, Osmanlı tarihçisi Kemal Paşazâde ve Divân’da uzun süre çalışmış olan Gelibolulu Mustafa Alî’den[44] öğrenebiliyoruz. İstanbul’daki Ok Meydanı’nda bulunan nişantaşları gibi, Trabzon’da bulunan Kavak Meydanı’nda da Şehzâde Selim, dikili ok-taşları yaptırmıştı. Şehzâde Selim’in Gönye-Batum bölgesinin fethi üzerine halk arasında yaşayan hâtıraları olduğu gibi, Hopa’nın üzerindeki ve kuzeydoğusundaki 1441 metre yükseklikte bulunan dağa da, öteden beri halk arasında “Sultan Selim Dağı”, denilmekteydi. Bu durum Şehzâde Selim’in bu dağda konakladığını göstermektedir[45].
“Zikr-i Gazây-ı Gürcistân” adlı başlıkta Kemâl Paşazâde, Şehzâde Selim’in Gürcistan Seferi hakkında şu bilgileri vermektedir; “Hicretin 914 yılı evâilinde (1508 Mayıs-Haziran) Sultan Selim Han gazâ niyyetüne sefere azîmet itdü. Trabzon civârında olan Küffâr-ı nekbet-fercâmun şevketin def’ içün ol iklîme asker cem’ itdü… Trabzon civârında olan Küffâr diyârına ki Gürcistân dimekle iştiharu vardur. Kuş uçmaz kulun yürümez haldeki ormanlık ve dar yerlerden dem olmaz ki üstünü duman bürümez….bir yanı adem zindânı gibi derin derelerdir ki içine cin ve peri giremez”. Derinliğinden kimse haber veremez. Geçilmesi zor dağlar, yakın zamanda oraya kimse saldıramamıştır. Eski çağlarda saldıranlar da hayrını görememişlerdir. “At ile giren yaya yol bulmağa
Can verir idi kaçub kurtulmağa”
Onlara komşu olan, Azerbaycan beyleri o memleketi yağmalamak için diş bilerlerdi. Iraktan bakarlar, ağızlarının suyu akardı. Bazan bir parça arazi alırlar, ama hayır etmezler idi, aldıklarından verdikleri çok olurdu. Gürcüler, Tebriz ve civarına zaman zaman saldırıp yakıp yıkmışlardı. Akkoyunlu ve Karakoyunlu beyleri bunlarla daima mudârâ üzere olurlardı. Kendi ürünlerin kurtarmaya razı olup “sizin sizde bizim bizde” derler idi.
Daha sonra Türkmenlerin devri son bulup, o ülkenin bedeninde Kızılbaş türedi. Zulüm ve işkence elini uzatmadık el ve boy, şehir ve köy komadı. Ama Gürcistan’a saldıramadı. Bir nice defa o memlekete hücum ağzın açtı, diş geçiremedi. Ol yerde acın doyuramadı, ol uca çıkışın duyuramadı. “Dimediler it misin adem misin
Seyl mi ya katre-i şebnem misin”[46].
İran’da ortaya çıkan Şah İsmail, Akkoyunlu-Bayındırlı hanedanlığının ocağını söndürmüş, Anadolu’nun pek çok yerinden adamlar gelip, Şah İsmail’in saflarında yer almışlardı. Bunlar Anadolu’daki boy ve akrabalarına haberler gönderip; “Bunlar halka adalet gösterip dirlikleri yararlı ve yiğit kimselere verirler” diye propaganda yapıyorlardı. Anadolu’dan bazı kimseler mallarını yok pahaya satarak Acem’e gidiyorlardı.
Türkler terkedip diyarlarını
Sattılar yok bahaya dârlarını.
Şehzâde Selim gördü ki; Saray’da yüksek mevkii de olanların çaba ve gayretleri, soy-sop sahibi halk çocuklarını ve ocaklıları yüksek derece ve mevkiilerden mahrum edip, nazarları kul taifesine idi. Tımar ve makamlar ehliyetli ve layık olan kimselere değil, soysuz, onursuz, alçak, cimri, bilgilerden uzak, hediyeler alan, rüşvet veren ve şahsiyetsiz kimselere verilmekteydi. Memleketi seven kahramanlar, yiğitler, yüksek mevkiilere gelebilmekten ümitlerini kesip, ülke halkı Safevîler tarafına meyletmeye başalmışlardı.
Şehzâde Selim, derhal harekete geçerek bu durumun önünü almak istedi. 914/1508 yılında Anadolu’ya, Rûm ve Karaman yurtlarına adamlar gönderip; “Çevremde olan Gürcüler üzerine akınım vardır. Toyumluktan (ganimetten) memnun olan gençler ve yiğitler gelsinler”, diye haberler gönderdi. Memleketin her tarafından bunu duyan yiğitler gelip, Trabzon’da toplandılar ve Gürcistan’a saldırdılar. Gürcilerin kaçanı kaçıp öleni öldü. On bin’den fazla esir alınmış, o zengin ülkeye dinç akıncılar girmiş, dilediği gibi alıp vermişti. Trabzon’a Gürcistan Seferi’nden sonra ganimet malı derya gibi akmıştı[47].
Keşfî, Selim-nâme adlı eserinde; “Şehzâde Selim deryâdan ve karadan sipâhın düzüb Gürcistân diyârına üç def’a varub ol diyâr-ı zebûn eylemişdür”, demektedir. Kemâl Paşazâde ise; “Şehzâde-i kâmkâr Diyar-ı Gürcîye girmekle bed-kirdârı bâda virmekle sıytu sadây-ı mehâbetin âfâk-ı âleme bırakdı. Mal-ı ganâyim Dâru’l-Melik Trabzon’a deryâ gibi akdı. Hazret-i Pâdişaha fetihnâmeler irsâl idüb ahvâl-i i’lâm itdü. Ol şân-i âlîye lâyık olan ihsân ü tahsîni… aldı”, diye ifade etmektedir[48].
Trabzon Sancakbeyi Şehzâde Selim’in her geçen gün ağırlığı ve etkinliği artıyordu. Hem Doğu Karadeniz bölgesinde yapmış olduğu Gürcistân fetihleri ve ele geçirdiği zengin ganimetler, hem de Doğu Anadolu’da Safevî kuvvetlerini bozguna uğratması, Osmanlı Ülkesinde ve Anadolu’daki Türkmen oymakları arasında ilgiyle takip ediliyordu.
“Komazdı kılıcın bir dem belinden
Zebûn olmuşdu Gürcistân elinden
Ne Gürcistân elinden kurtulurdu
Ne nâhak kimseden bir şey alurdu”
Şehzâde Selim, Mayıs-Haziran 1508 yılında, Gürcü Atabek Mirza Çabuk ile dost ve müttefik olduğu için, O’nun adamları kılavuzluğunda, Açıkbaş/Kutayis üzerine güçlü bir akın yapmıştı. Buranın meliki III. Bagrat’ı itaat altına almış, “ocaklık” yolu ile İstanbul’a tâbi kılarak, bir çokta esir ve ganimet malı ele geçirmişti. Bu yağma seferinde, Gelat’ın güzel mozayikli kilisesine dokunulmamıştı. Gürcü kroniklerinin de belirttiğine göre; Atabek Yurdu ve başındaki Mirza Çabuk, Şehzâde Selim’e daha önceden itaat ederek O’na yardımcı olmuş, Canet (Lazeli/Gönye-Batum) doğrudan fethedilmiş ve Trabzon’a bağlanmıştı. Gürel (Gurya) ile Açıkbaş (İmeret/Kutayis) ülkeleri ise cizyeden muaf tutularak, Trabzon Sancağı’na tâbi kılınmıştı[49].
Trabzon’dan akınlar yaparak, Gürcistan’da Açıkbaş’ın itaat ettirilmesi ve yanına toparlanan Akkoyunlu beyleri ve ahâlasi ve Anadolu’dan dirlik uman kişilerin çokluğu ve bütün bunların doğurduğu güçlü bir savaş kudreti ve yaygın şöhretini çekemeyen, öteki şehzâdelere dayanan Divân Vezirleri’nin telkini ile, yaşlanmış olan Osmanlı Pâdişahı II. Bâyezid Han’ın, oğlu Şehzâde Selim’in davranışlarını hoş görmemesine ve artık akınlarını yasaklamasına yol açmıştır[50].
“ Şehzâdelerden Sultan Selim Trabzon Eyaletine mutasarrıflar olub ekser-i evkaatda Gürcistânı gâret ü tahrîb ve Kızılbaşlar ile ceng ü pürhâşdan hâlî değil idi. Hattâ Erzincan ve Bayburdu anlarun elinden aldı….Sultan Selim Hanı itaatten hurûc ve dâ’vây-ı istiklâl etmek töhmeti ile ithâm ve bu dâ’vây-ı kâzibeyi müşârun ileyhi bilâ izin Gürcistâna etdüğü seferler ve Devlet-i Aliyye ile musâlaha üzere olan Kızılbaş tâifesi ile etdüğü cengler ile istişhâd etdüler. Osmanlı Sultanı (II. Bâyezid Han) Sultan Selim tarafına müekked “Emr-i âlî” ısdâr buyurdular ki “ancak Sancağunu muhâfazaya meşgul olub ziyâde tecâvüz eylemeye”[51].
Şehzâde Selim, Gürcistan seferinde ele geçen ganimetten beşte bir olan hazine payını bile almayıp, hepsini gaziler arasında taksim etmişti. Daha sonra Şehzâde Selim, Rûm, Karaman ve Anadolu’dan gelmiş olan yiğitlerin ileri gelenlerinden bazılarını huzuruna çağırarak, onlara şu tarihi konuşmayı yapmıştı: Atalarımın sarayında bulunan bilgisiz, mal ve hediyeye düşkün idareciler, çok eskiden beri sarayımıza ve memleketimize hizmet eden halk çocuklarını, tanınmış yiğit ve kahramanları ileri gitmekten el çektirmişler, devamlı olarak ihsanları “kul topluluğu”na olmuştur. “Kul”dan başkasına makam ve mevki vermezler. Bundan dolayı halkın bir kısmı Acem’e gitmek dilerler diye işittim. Benim nazarım sizler üzerinedir. Bunu duyurmak ve göstermek için sizleri çağırdım. Benim niyetim budur.
Atalarımız zamanından beri bize şöyle öğüt verilirdi: Sarayımızda asıl askerimiz, yolumuza sadâkatla can ve baş koyup, bize yoldaşlık ve hizmet edenlerdir. Yüksek mevkiiler, makam ve dirlikler onlarındır. Allah bana saltanat nasip ederse benim bakışlarım halk çocuklarınadır. Meylim kılıç vuran pehlivanlaradır. Kullarımıza niye minnet edelim. Onlar samimi kullardır. Onların içinden Müslüman, temiz inançlı, dindar ve iyilik sevenleri ve yiğitleri ileri çekip yükseltmek gerekir. Yoksa “kul” diye beceriksiz ve alçaklara değer verip, yaramazı adam etmek pâdişahlık alâmeti değildir. Halk ve memleket çocuğundan yüz çevirmek uygun olmaz. İnşaalah ben bu niyette kararlıyım. Her biriniz yerli yerine varıp, benim bu temiz inançlarımı halka tenbih edip bildiriniz. İran’a yönelip gitmekten vaz geçsinler.
Bunu dinleyen yiğitler memleketlerine dönüp gittiklerinde Şehzâde Selim’in kendilerine yaptıklarını ve anlattıklarını her tarafa, herkese anlatıp ilan etmişlerdir. Bunu duyanlar cân-ü gönülden Şehzâde Selim’e bağlanıp, artık kimin arkasına düşeceklerini ve kime gönül ve ümit bağlayacaklarını bilip, halkın toplandığı yerler de, ozanlar türküler söyleyip; “Yürü Sultan Selim meydan senindür”, sözlerini tekrar edip duruyorlardı[52].
Şehzâde Selim, babası II. Bâyezid’in idaresinde ortaya çıkan zâfiyeti ve vezirlerin yetersizliğini biliyordu. Öte yandan Erdebiloğlu Şah İsmail’in Anadolu’ya yaptırdığı Şiîlik propagandası ülke bütünlüğü bakımından tehlikeli bir hal almıştı. Şehzâde Selim, bu olumsuz gelişmelerden sonra, artık gözünü zorunlu olarak Osmanlı Devleti tahtına dikmişti. Şehzâde Selim, Trabzon’da Sancakbeyliği sırasında, 1508 yılı sonuna kadar, Canet/Lazeli bölgesini fethetmiş ve Gürel’in itaatını yeniletmiş, Açıkbaş/Kutayis ülkesi Osmanlı’ya tâbi kılınmış, bütün Batı-Gürcistan bölgelerini Osmanlı Ülkesine bağlamayı tamamlamış ve Safevîlerin Akkoyunlulara vâris olarak buralara sokulmalarına engel olmuştur. Bundan başka Şehzâde Selim, Açıkbaş/İmeret-Bagratlıları, Trabzon’dan akıncı alarak, Doğu Gürcistan/Kartliler zararına sınırlarını, Kür Suyu’na karışan sular boyunda genişletmiştir. Şehzâde Selim’in etkisi ile Tiflis (Kartli) Bagratlıları da, Safevîlere karşı Osmanlıları metbû tanımışlardır. Hatta Kakhet Bagratlıları da, Sultan Selim’in padişahlığı sırasında (1512-1520), Safevîlere değil, Osmanlı Devleti’ne bağlı bulunuyorlardı[53].
Trabzon’da Sancakbeyi olan Şehzâde Selim, Osmanlı Devleti’nin iyi idare edilmediğini düşünüyor, vezirlerin de II. Bâyezid’den sonra, saltanat için ağbeyi Şehzâde Ahmed’e olan meyillerini biliyordu. Kendisi de ileriye yönelik planlar içerisindeydi. İlk düşüncesi Rumeli’ye geçerek babası ile görüşmektir[54]. Ancak, vezirler buna karşı çıkacaklardır. Osmanlı Devleti tahtına oturabilmek için, Şehzâde Ahmed, Şehzâde Korkut ve Şehzâde Selim arasında amansız bir mücadele başlayacaktır.
Şehzâde Selim önce, 1494 yılında Trabzon’da doğmuş olan oğlu Şehzâde Süleyman için, 1509 yılında (oğlu on beş yaşında iken) babası II. Bâyezid Han’dan bir sancak istemiştir. II. Bâyezid Han, bunun üzerine önce Şebinkarahisar sancağını, Şehzâde Ahmed’in itirazı üzerine de, Bolu sancağını verir. Şehzâde Ahmed; “Bolu, İstanbul-Amasya yolu üzerindedir”, diyerek yine itiraz eder, sonuçta Şehzâde Süleyman, Kefe Sancakbeyi olarak tayin edilmiştir[55].
Şehzâde Selim 1510 yılında, Kefe Sancağı’na, babası II. Bâyezid’den izin almaksızın, oğlu Şehzâde Süleyman’ın yanına gitmiştir. Şehzâde Selim memeleketin gidişâtını iyi görmemekte ve Rumeli’ye geçerek babası ile buluşmak arzusundadır. Bu arada şehzâde Selim oğlu Süleyman’ın Kefe Sancağı’nı müstakil olarak idareye başlamış, II. Bâyezid ise, Şehzâde Selim’in asıl sancağı olan Trabzon’a dönmesini emretmiştir. Şehzâde Selim bu duruma, Rumeli’de bir sancağa tayin edilmek istediğini belirterek cevap vermiştir. Ayrıca yirmi altı yılı aşkın bir süredir, görmediği babası II. Bâyezid Han’a hasret kaldığını ve elini öpmek üzere Edirne’de buluşmak istediğini bildirmiştir. Bu isteğine vezirlerin telkini ile red cevabı verilmiştir. Bundan sonra Şehzâde Selim, Mart 1511 yılında Rumeli’den sancak talebini bizzat babasına yapmak üzere, kalabalık bir maiyyetle Karadeniz’den geçerek Edirne’ye gitmeye karar vermiştir[56]. Bu arada Anadolu, Safevî halifelerinin propagandaları ile adetâ fokur fokur kaynamaktadır.
Netice de, 1511 yılı Muharrem ayının onuncu gününde, Şah Kulu-Baba Tekeli isyanı[57] çıkmıştır. Bu isyan çok can ve mal kaybına sebebiyet vermiştir. Osmanlı Devleti Padişahı II. Bâyezid’in otoritesi iyice sarsılmış ve şehzâdeler arasındaki iktidar mücadelesi de artmıştır. Şehzâde Selim, 3 Ağustos 1511 tarihinde babası II. Bâyezid ile Edirne’de Uğraş Köyü yakınlarında, istemeyerekte olsa bir çatışma yaşamıştır. Şehzâde Selim mağlup olarak Kefe’ye çekilirken, ağabeyi Şehzâde Ahmed saltanatı devralmak üzere Gebze’den İstanbul’a yönelmiştir[58].
Yeniçeriler, Şehzâde Ahmed’e karşı çıkarak Şehzâde Selim’in saltanata geçmesini istemeye başladılar. Şehzâde Korkut ise, tebdil-i kıyafet ile İstanbul’a çoktan gelmiştir. 6 Mart 1512 tarihinde yeniçeriler tekrar isyan ederek Şehzâde Selim’i saltanata istediler. II. Bâyezid Han nihayet, yeniçerilerin tayziki karşısında oğlu Şehzâde Selim’i İstanbul’a davet etmiştir. 19 Nisan 1512 tarihinde Şehzâde Selim muhteşem bir alayla karşılanmış ve 7 Safer 918/24 Nisan 1512 Cumartesi günü Yavuz Sultan Selim Han, Osmanlı Devleti tahtına dokuzuncu Osmanlı Padişahı olarak oturmuştur[59].
Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti tahtına oturduğu zaman, Avrupa devletleri ile dostâne münasebetlere devam edilmiştir. Çünkü Yavuz Sultan Selim, Osmanlı Devleti’nin içinde bulunduğu genel siyasi durumdan dolayı, faaliyetlerini ve dikkatini tamamen doğuya yöneltmek zorunda kalmıştır[60]. Şah İsmail, Osmanlı ülkesinin doğu taraflarında bulunan vilayetlerinde Şiîlik Mezhebi’ni hızla yayarak, oraları önce nüfuzu altına alıp, sonra da ele geçirmeyi düşünüyordu. Hatta, bu amaçla Mısır Sultanı Kansu Gavri ile Osmanlı Devleti aleyhine ittifak dahi etmişti.
Şah İsmail, Şiîliği devlet dini olarak ilan etmekle kalmayıp, batı komşusu Osmanlı Devleti’ne ve doğu komşusu Özbek Hanlığı’na karşı yaptığı savaşları bir din savaşı gibi göstermeye çalışmıştır. Bu nedenle XVI. yüzyılda, Sünnîler ile Şiîler arasında ortaçağ boyunca görülmemiş olan bir mücadele yaşanmıştır[61]. Yavuz Sultan Selim, tahta geçtiği sıralarda Anadolu’da, bir takım Şiî hareketler Safevî hükümdarı Şah İsmail tarafından desteklenmiş, Osmanlı Devleti parçalanarak yıkılmak istenmiştir. Bu hareketin bir an evvel bertaraf edilmesi Yavuz Sultan Selim’in en büyük meselesi olmuştur[62].
Yavuz Sultan Selim, şehzâdeler meselesini bitirdikten sonra, Osmanlı Devleti’nin iç işlerini düzenleyip, Divân’da bulunan devlet adamlarını da iknâ ederek, Şah İsmail üzerine İran Seferi’ni[63]gerçekleştirmiştir. Yavuz Sultan Selim, 23 Ağustos 1514 tarihinde Çaldıran’da, Safevî Şah İsmail’e ağır bir darbe vurmuş, Tebriz’e kadar giderek orada bir müddet kalmıştır. Yavuz Sultan Selim daha sonra, kışlamak üzere Karabağ-Nahçıvan üzerinden, Erzurum yolu ile Amasya’ya yönelmiştir. Bu arada Trabzon Sancağı 23 Ekim 1514 tarihinde yeni teşkil edilerek Bıyıklı Mehmed Paşa’ya verilen Erzincan-Bayburt Beylerbeyiliği’ne bağlanmıştır[64].
Trabzon sancağı, bu yeni idâri ünitenin ana merkezini teşkil eden bir parçası haline getirilmiş oldu. Böylece askeri ve siyasi tedbirler çerçevesinde sancağın durumu açıklık kazanmıştır. Bu durum ise, 1520’de teşkil edildiği ileri sürülen “Vilayet-i Rûm-ı Hâdis” adlı idâri birim ile beraber tamamen açıklığa kavuşturulup, Trabzon sancak olarak, Malatya, Divriği, Darende, Kemah, Bayburt ile birlikte bu idâri ünitenin bir parçası haline getirilmiştir[65].
KAYNAKÇA
AHMED FERİDUN BEY; Münşeatü’s-Selâtîn, İstanbul, 1274-1275 h., C. I-II.
ALTUNDAĞ, Şinâsi; “Selim I”, İslam Ansiklopedisi, M.E.B., İstanbul, 1988, C. X, ss. 423-434.
BARTHOLD, W.; İslam Medeniyeti Tarihi, (Terc. M. Fuad Köprülü), D.İ.B.Yayınları, Ankara, 1977.
BOSTAN, M. Hanefi; “XV ve XVI. Yüzyıllarda Trabzon Şehrinde Nüfus ve İskân Hareketleri”, Trabzon Tarihi Sempozyumu (6-8 Kasım) Bildiriler, Trabzon Belediyesi Kültür Yayınları, Trabzon, 1999, ss. 167-177.
DANIŞMAN, Zuhuri; Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Yeni Matbba, İstanbul, 1965, C. I-XIV.
EMECEN, Feridun M.; “Trabzon Eyaleti’nin Batı Sınırları”, Trabzon Tarihi Sempozyumu (6-8 Kasım 1998) Bildiriler, Trabzon Belediyesi Yayınları, Trabzon, 1999, ss. 159-166.
FIRAT, Mehmet Şerif; Doğu İlleri ve Varto Tarihi, (5. Baskı), T.K.A.E. Yayınları, Ankara, 1983.
GELİBOLULU MUSTAFA ALİ; Kitâbu’t-Târih-i Künhu’l-Ahbâr, Nr. 920, (Türkçe Yazma) Râşid Ef. Ktb., Kayseri, 1083 h.
GÖKBİLGİN, Mustafa Tayyib; “XVI. Yüzyıl Başlarında Trabzon Livası ve Doğu Karadeniz Bölgesi”, Belleten, S. 102, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1962, C. XXVI, ss. 293-337.
GÖYÜNÇ, Nejat; “Kanunî Devri Başlarında Güney Doğu Anadolu”, Kanunî Armağanı, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1975, ss. 61-74.
GRAMMONT, Jean-Louis Bacque; “Osmanlı İmparatorluğu’nun Doruğu Olaylar (1512-1606)”, Osmanlı İmparatorluğu Tarihi, Çev. Server Tanilli, Cem Yayınevi, (2. Baskı), İstanbul, 1995, C. I, ss. 171-194.
HOCA SAADEDDİN EFENDİ; Tâcü’t-Tevârih, İstanbul, 1279-1280 h., C. I-II.
KARAÇELEBİ-ZADE ABDU’L-AZİZ; Ravzatu’l-Ebrâr, Husrev Paşa Kitaplığı, Nr. 397, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1238 h.
KARPUZ, Haşim; Trabzon, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1990.
KEMAL PAŞAZADE; Defter VIII, (II. Bâyezid ve Oğulları), (Türkçe Yazma), Nr. 4221, Fatih Ktb., İstanbul.
KESKİN, Mustafa; “Yavuz Sultan Selim Han’ın Mekîbeleri”, Türk Tarih Kongresi Tebliği, Elazığ, 1993.
KEVSERANİ, Vecih; Osmanlı ve Safevîlerde Din-Devlet İlişkisi, (Çev. Muhlis Canyürek), Denge Yayınları, İstanbul, 1992.
KILIÇ, Orhan; “XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Trabzon Eyaleti’nin İdari Taksimatı ve Tevcihatı”, Trabzon Tarihi Sempozyumu (6-8 Kasım 1998) Bildiriler, Trabzon Belediyesi Kültür Yay., Trabzon, 1999, ss. 179-192.
KILIÇ, Remzi; Kanunî Sultan Süleyman Devri Osmanlı-İran Münasebetleri (1520-1566), (Basılmamış Doktora Tezi), Kayseri, 1994.
____________; Onaltıncı Yüzyılda Osmanlı-Türkistan Münasebetleri, (Basılmamış eser), Niğde, 2001.
____________; “Yavuz Sultan Selim Devri (1512-1520) Osmanlı-Özbek Münasebetleri I”, Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi, S. 167, Kasım 2000, İstanbul, ss. 38-42.
KIRZIOĞLU, M. Fahrettin; Osmanlılar’ın Kafkas Elleri’ni Fethi (1451-1590), T.T.K. Basımevi, Ankara, 1993.
KRAMERS, J.H.; “İran”, İ.A., M.E.B., İstanbul, 1968, C. V/2, ss. 1013-1053.
MÜNECCİMBAŞI AHMED B. LÜTFULLAH; Sahâifu’l-Ahbâr fi Vekây-i u’l-Asâr, (Terc. Nedim Ahmed), Hacı Mahmud Kitaplığı, Nr. 4741, Süleymaniye Ktb., İstanbul, 1285 h., C. I-III.
___________________; Sahâifu’l-Ahbâr, (Müneccimbaşı Tarihi), (Terc. İsmail Erünsal), Tercüman 1001 Temel Eser, İstanbul, ?, C. I-III.
SARAY, Mehmet; Türk İran Münasebetlerinde Şiiliğin Rolü, T.K.A.E. Yayınları, Ankara, 1990.
SÜMER, Faruk; Safevî Devleti’nin Kuruluşu ve Gelişmesinde Anadalu Türklerinin Rolü, T.T.K. Yayınları, Ankara, 1992.
TANSEL, Selahattin; Yavuz Sultan Selim, M.E.B., Ankara, 1969.
TEKİNDAĞ, M. C. Şehabeddin; Fatih’den III. Murad’a Kadar Osmanlı Tarihi (1451-1574), (Basılmamış Ders Notları), İ.Ü.E.F., İstanbul, 1977.
____________; “Trabzon”, İ. A., 2. Baskı, M.E. B., İstanbul, 1979, C. XII/I, ss. 455-477.
____________; “Yeni Kaynak ve Vesîkaların Işığı Altında Yavuz Sultan Selim’in İran Seferi”, Tarih Dergisi, S. 22, İstanbul, 1968, C. XVII, ss. 49-78.
UĞUR, Ahmet; İbn-i Kemâl, Kültür Bakanlığı Yay., İzmir, 1987.
_________; Yavuz Sultan Selim, Erciyes Üniversitesi Yayınları, Kayseri, 1989.
UZUNÇARŞILI, İsmail Hakkı; Osmanlı Tarihi, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1988, C. I-VIII.
YAZICI, Tahsin; “Şah İsmail”, İ.A., M.E.B., İstanbul, 1970, C. XI, ss. 275-279.
YÜCEL, Yaşar; Muhteşem Türk Kanunî ile 46 Yıl, T.T.K. Basımevi, Ankara, 1991.
* Niğde Üniversitesi, Eğitim Fakültesi Yeniçağ Tarihi Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.