Doğu Karadeniz köylerinde kış faaliyet ve inançları

Makale: © Özhan Öztürk

Dağların tepelerinden itibaren otlar sararmaya başlayıp, rengârenk yayla çiçekleri yerini sarımtrak boz bir örtüye bıraktığında kış mevsimi ve yayladan köye dönme zamanının geldiğinin habercisi sayılan ve yörede göç kovan, şaşört kovan, yıkıl git, camburt adlarıyla da bilinen mor veya beyaz vargit çiçekleri, çürüyüp sararan tabiata inat filizlenerek, senede ancak bir kereye mahsus olmak üzere bir kaç günlüğüne de olsa yaylacılara gülümseyen yüzlerini gösterirler. 

Mayıs hatta Kiraz (Haziran) ayından itibaren hayvanlarının kışlık ihtiyacı için durmaksızın ot kesen yaylacılar vargit çiçeklerinin ikazı üzerine artık köye dönüş hazırlıklarına başlar, “güz göçü” olarak da adlandırılan yayla dönüşüne refakat edeceklerin de köyden yaylaya gelmesiyle sığırlar, yaz boyu biriktirilen ot balyaları, taze çimen ile beslenmiş hayvanların sütünden elde edilmiş yağ, minci (çökelek) ve gurutun köye taşınmasına yardım ederler. Köye taşınan saman balyaları ile kestane, gürgen, ıhlamur ağaçlarının “mol” adı verilen kurutulmuş yapraklı dalları kış boyunca ahırdaki hayvanlara verilmek üzere ev bahçesinde ayrı bir yapı olarak inşa edilmiş, Trabzon’da “merek” Rize’de “paska” veya Lazca “mandra” adı verilen ahşap, yarı açık samanlıklarda saklanırlar.

Üzüm ayı (13-Eylül-13 Ekim) Doğu Karadeniz’de lağus veya lazut adlarıyla bilinen yörenin en kıymetli tahılı mısırın hasadının

merek, paska, mandra, otluk, karadeniz evleri, ahşap yapı fotoğrafları

yapıldığı aydır. Yeri gelmişken belirteyim “lazut” kelimesinin hiçbir dilde anlamı olmayıp, bazı Türk yazarlarca yakıştırıldığı gibi “Laz otu”nun deforme hali olduğunu da sanmıyorum. Sürmene ve Hemşin’de “mısır” anlamında kullanılan lavus/lağus ise hem eski Yunanca metinlerde bilinmeyen bir bitkinin adı olarak kayıtlıdır hem de Isparta iline bağlı Yakaören köyünün eski adı ve Mesudiye’de bir toponim adı olup, Amerikan orijinli tahıla daha eski bir bitkiye benzerliğine istinaden ilk yakıştırılan isim olmalıdır. Öyleyse daha sık kullanılsa da lazut veya lazuti kelimesinin kökeni “lağus otu” teriminin deforme halidir. Türkmen kültüründen etkilenen yörelerde ise bitki en eski kelimelerden birisi olup, Macarca ve Moğolca’da da tespit edilen “darı” terimi kullanılır ki “tarı” ve “tarım” kelimeleri ortak köke sahiptir. Neyse, mısırın toplanmasının ardından bitkiden geriye kalan yaprak (Rize’de şokali, Trabzon’da hutuş, Artvin’de pupeç, Lazca çonço) ve sap (Trabzon ve Rize’de rokopi veya kurseli, Artvin’de çala, Lazca ğeri) kısımları tarlada bir sırık çevresinde “temon” (Lazca bardi) adı verilen yığın formunda saklanırken, taneli kısmı çıkarılan koçanı da (Trabzon’da hotoş, Rize’de uskuçi, Artvin’de koper, Lazca çaba, korza) kurutularak, kışın kuru samana ek olarak sığırlara pişirilerek verilen yalda kullanılmak üzere merekte depolanmaktadır.

Üzüm ve devamında gelen Koç ayında yörede “kokulu üzüm” olarak adlandırılan ve mantarlanmadığı için kimyasal ilaç kullanılmasına gerek kalmadan kendiliğinden yetişen tek üzüm türü olduğu için yerlisi olduğunu sandığım izabella türü siyah kabuklu bir üzümün hasadı yapılmaktadır. Antik Çağ’da Yunanistan’a ve Roma’ya ihraç edilen hatta mübadele öncesine dek Rumlar tarafından küp küp şarabı yapılan bu üzüm Müslüman köylüler tarafından daha çok pekmez ve köme yapılarak değerlendirilmektedir. “Tiyeter” adı verilen ince uzun sepetler içine doldurulan üzümler, “şaravaz” adı verilen 1,5 x 2 m ebatında kestane ağacından tekne içerisinde ezilerek, şiraya dönüştürülmekte “kadi” adlı dar ve uzun kestabe kaplarda bir süre dinlendirildikten sonra kadinin dibinde bulunan “kandala” adlı musluktan, 110 x 25 cm çapında yayvan tavalara aktarılıp, kaynatılarak pekmez elde edilmektedir. Üzüm pekmezi kış boyunca ekmeğe katık edilerek, kabak pilavı hatta makarnaya dökülerek yenebileceği gibi “pepeçura” veya “üzüm malezi” adı verilen peltenin yapımında ve kabak dilimlerinin üzerine dökülüp pişirilmesiyle elde edilen “pekmezli feli” adlı tatlının yapımında kullanılmaktaydı. Benzer şekilde bu dönemde toplanan armutlar da “şoromil” adı verilen el değirmeninde öğütüldükten sonra bekletilmeden bir tülbent içinden süzülerek pekmez tavasına aktarılıp, pişirilerek son derece besleyici “armut” pekmezi yapılmaktadır.

Karakabak

Yaz boyu tarladan toplanan kabaklar aşana da kış için saklanır, siyah kabuklu arap kabağı (arabiko) lapa haline getirilip şekerli süte karıştırılarak “malez” adı verilen muhallebi yapılmında kullanılırken beyaz kabuklu kestane kabağı (kastaniça) kuşbaşı şeklinde doğranarak şekerle pişirilip tatlı niyetine yenilmektedir. Kastaniça, şeker, bal veya pekmez ile pişirilen pilavın içine eklenebilir veya kurufasülye (bakla veya lobiya) ve pirinçle karıştırılarak kabağaşı adı verilen yemeğin asli malzemesi olarak da kullanılabilir. Karadeniz evinin aşanasına giren tüm malzemeler gibi kabakların kabukları ve içi de ziyan edilmez bir kazanda pişirilen hayvan yalına katılarak ailenin gözbebeği sığırlara verilirdi.

Ağustos ve Üzüm aylarında lahanalarla birlikte lağus tarlasının kenarına ekilip harçi adı verilen sırıkların üzerine verilen fasülyeler sonrasında toplandıktan sonra taze yenilemeyenleri büyük toprak küplerde tuzlanarak turşu yapımında kullanılır. Fasulye turşusu kış boyunca soğan ve tereyağıyla kavrulur veya ekşili fasülye adı verilen yemeği yapılarak tüketilir. Fasülyeler tanesi ayıklanmadan kurutulur ve turşusu basılmazsa bundan da “hopi” adı verilen çorba yapılıp, kış boyunca yenilmektedir.

Geleneksel Karadeniz evinde ocak ateşi

Sonbahar mevsiminde köylere kasa kasa çıkarılan hamsiler ise, ayıklanıp sonra pileki taşından oyularak hazırlanmış derin küpler içerisinde kalın tuzla ovularak doldurulduktan sonra ahırdaki ineklerini kesmeyi ya da kakanis edip kosoya oturan tavukların altındaki yumurtayı almayı aklına bile getirmeyen Karadeniz köylüsünün kış boyunca besleneceği yegane protein kaynağı olarak aşanadaki yerini alır. Tabii ki tuzlanmış hamsi kızartılmaz veya buğulanmaz ancak kuzinada pileki içerisinde mısır unu ile karıştırılarak “hamsikoli” adı verilen ekmek veya bol kuş üzümü eklenmiş, pirinç pilavı arasında 3 kat dizilerek “hamsili pilav” adıyla sofraları süslerdi.
Karadeniz köylerine kar öyle bir bastırır ki uzun ve soğuk kış gecelerinde dışarı çıkmak hatta komşuya gitmek bile zor geldiğinde “parakami” adı verilen ocak başında tömelya taşının üzerinde cayır cayır yanan odun ateşi bir yandan çatı direğine bağlanmış kremul adı verilen zincire asılan kara kazan içerisindeki yemeği bir yandan etrafına dizilen çocukları ısıtırken, tüm aileyi eğlendirmek dedeka veya nenekasına düşer. İşte o akşamlarda Anadolu köylüsünün binlerce yıldır heybesinde sakladığı masal, efsane ve diğer sözlü edebiyat ürünleri, karakoncoloslar, tepegözler, köylere musallat olan ejderhaları öldüren kahramanlar, gorbagorlar, periler ve cinler ile başı belaya giren basit köylülerin olağanüstü hikayeleri peşi sıra anlatılır. Masalların büyülü dünyasını ağzı açık keşfeden çocukların dimağına kazınan öyküler, kağıda dökülmedikleri, on yıllar boyu lafları bile edilmeyeceği halde kendi yaşlılıklarında aynı berraklıkla kendi torunlarına bu öyküleri anlatmayı başarır, onlarca asırlık aktarımı döngüsünü devam ettirirler.

Kışın en soğuk dönemine denk geldiğine inanılan Rumi takvime göre yeni yılın ilk günü ve yılın ilk ayı “Kalandar” olarak adlandırılır, o gece köyün genç ve çocukları kemençe eşliğinde horonlar oynayarak toplanır, köydeki tüm evleri gezerlerdi. Geçmişte Rumların kapı kapı dolaşarak Hz. İsa’nın doğum gününü duyurarak kutladığı “kalanta” adı verilen bu günde Müslüman köylüler içerisinde dini atıf olmayan daha çok bereket çağrı ve temennisi içeren “Kalandaris kulandaris/erkek uşak dişi buzak/ver Allah ver/ dolsun bucak (Trabzon)” veya “yeni yıl geceleri/ Devlet bacaları/ Bana birşey vermeyenin/ Tez gelmez kocaları (Rize)” veya “kalandariya, farfariya/ Git kilere, gel kapıya/ Ver deveye/ Pestilden, dutdan/ Elmadan, armuttan/ Şekerden, çaydan/ Külekteki yağdan/ Bulğurdan, yarmadan/ kavurmadan, kıymadan/ Dahasını saymadan/ Ver babam ver (Gümüşhane)” gibi tekerlemeler söyler, “karakoncolos” adı verilen seyirlik oyunlar oynar, gezdikleri evlerden koliva, fındık, meyva, ceviz vs. toplayarak karnını doyururdu. Köy gençleri toplanarak aralarından birisini keşan ve peştemal giydirip, kadın kıyafetine sokar, bir başkası üzeri postlarla kaplanıp, beline çıngıraklar takılarak, yüzü siyaha boyanıp eline uzunca bir değnek verilerek “karakoncolos” adı verilen hayali yaratığın kılığına sokulup ev ev dolaştırılırdı. Karakoncolos ve mahiyeti köylülerle şakalaşır, önceden kurgulanmış seyirlik oyunlarda doğaçlama şakalar yapıp, misafir olunan evin sahibi ile karşılıklı türkülü atar eğlencenin nihayetinde horon edilip, hediye alınmadan evin avlusu terkedilmezdi. Büyük köylerde her mahalle kendi kalandar grubunu oluşturur, topladığı yiyeceklerle torbasını doldururken bir yandan da komşu mahallelerin kumpanyalarının torbasını kapıp kaçma mücadelesi verirdi.

Soğuk ve kar getiren şiddetli kuzey rüzgârlarının estiği kalandar zamanında denizden kayığıyla dere boyunca ilerleyerek köylere giren karakoncolos (Lazca germakoçi, Türkçe yaban adamı) adlı tüm vücudu tüylerle kaplı yaratığın insanları ıssız yerlerde yakalayıp yediğine evin küçük çocuklarına ve ahırdaki buzağılara musallat olup kaçırdığına inanıldığından evin hanımı kuymak, lahana huliya, lahana döşemesi gibi yerel yiyecekleri bir tepside akşam kapı dışına bırakır, yaradığın yemesini bekler, bu sırada “karakoncola ne istersin? Kuymak mi yoksa buzakmi?” diye boşluğa bağırırdı. Ev kapısına gelip de yiyecek bir şey bulamayan karakoncolosun evin en değerli varlığı olarak görülen erkek çocuğunu yiyeceğine dair inanç öylesine güçlüydü ki batıl bir inanç olduğunu bilmelerine karşın güzeller güzeli vicdanlarında bizleri koruma içgüdülerini terkedemeyen büyükanalarımız ölene dek kalandar soğuğunda kapı önlerini boş bırakmamış, bu geleneği yaşatmıştı.

Yunan mitolojisinde dünya ağacının köklerini kemirerek ağacı yeryüzüne düşürmeye çalışan vücudu kıllarla kaplı, at bacaklı, yaban domuzu dişli, bazı hayvan uzuvlarına sahip yer altı iblisleri olarak tasvir edilip, kalikanzaros (καλικαντζάρους), Karadeniz Rumcası koncoloz (κοντζολόζ) ve koncolozi (κοντζολόζοι) adlarıyla bilinen bu yaratık zamanla Yunan ve Anadolu (Türk, Rum) folklorunda ayı veya dev bir maymuna benzetilen kıllı, pis kokulu bir yaratığa hatta bir hilebaza (tricktster) dönüştürülmüştür. Roma döneminde ise 17-23 Aralık tarihleri arasında tarım tanrısı Satürn adına düzenlenen festival olan Saturnalia zamanı doğan çocukların büyüyünce Kallikantzaros olabileceğine inanıldığından çocuğun etrafı sarmısak veya samanla çevrilir ya da başparmak tırnağı hafifçe yakılmaktaydı. Türkçe literatürde Karakoncolos adı ilk kez Evliya Çelebi seyahatnamesinde Rumlarla ilişkilendirilerek geçmekteyse de Bulgaristan’da Kukeri, Çuvaş Türkleri’nde Arçuri, Filipinlerde Kapri, Türk Mitolojisi’nde Dağ iyesi, Çingene mitolojisinde Voşeska Manus gibi benzer yaratıklara farklı kültürlerde rastlanması kültün insanlığın ortak ve en eski inançlarından birisi olduğunu göstermektedir.

Kalandar ayının ik günü eve ilk giren kişinin özelliklerine göre yılın iyi veya kötü geçeceğine işaret edileceğine inanılır, uğurlu, iyi huylu, temiz giyimli insanlar özellikle davet edilerek gelecek yılın bereket ve sıhhat içinde geçirilmesine çalışılırdı. Aynı gün köy gençlerinin 7 evden topladığı un, yağ ve tuz ile pişirdikleri “kalandar çöreği” (Lazca çiçikveri) adlı bol tuzlu çörek bolca yenir, çöreği yiyen gençler rüyaya yatar, rüyalarında görecekleri delikanlı veya genç kız ile ileride evleneceklerine inanırlardı. Yine aynı gün öküz ahırdan alınarak eve çıkarılır, evin içine girerken önce sağ ayağını atarsa, o yıl mahsülün bereketli olacağı şayet sol ayağını atarsa kıtlık olacağı şeklinde yorumlanırdı. Geleneğin önemini kavrayamamış münasebetsiz ve pasaklı birisinin ev kapısından içeri girmesi ise o yılın felaket getireceğine, mahsülün kıt olacağına ve evin pireleneceğine delaletti. Yerel kehanet sanatı bununla kalmaz “minoloya” (Yunanca ay bilimi) adı verilen bir falcılık yöntemi kullanılarak kalandar ve sonraki 11 gün hava durumu takip edilerek yılın sonraki aylarıyla eşleştirilir, günü yağmurlu veya güneşli olmasına atfen yılın aylarının aynı özelliği göstereceğine inanılırdı: Sözgelimi kalandarın 6. Günü güneş açarsa Kiraz ayı (Haziran) güneşli geçecek demekti.

Kış mevsimi keyifli bir aylaklık içinde çabucak geçip, ineklerin ahırdan çıkarılıp çayıra salınacağı Mart kapıya dayanıp, iş telaşı başlasa da iş sırası şansa bırakılmamakta kalandar da şansı yaver gitmeyen veya minoloya yapmayı unutanlar için yeni bir fırsat kapıya dayanmaktadır. “Mart Dokuzu” veya “Mart Kırma” adı verilen gelenek aynı Kalandar gününde olduğu gibi eve ilk giren kişinin uğuruna inanılmakta ayrıca akşamdan toplanan ısırgan, içine tek bir mısır tanesi atılarak sabahleyin pişirilmekte, mısır tanesi kimin ağzına gelirse o kişi uğurlu sayılmaktadır. Mart ayının dokuzuncu günü kapıdan ilk girerek Mart bozma görevi de ona verilmekte ve yılın kalan aylarının bereketli geçmesi sağlanmaktadır. Bir başka yoruma göre ise Mart ayında göle düşen kurdun çıktıktan sonra sırtını kurutursa havaların yıl boyu güneşli, kurutmazsa yağmurlu geçeceğine inanılmaktadır.

Halk inanışında kişileştirilen Mart ayı ile April (Nisan) ayının aralarında dur durak bilmeden kavga ettiğine, Mart ayının April ayına “Abriliza, kataralimeza, hurili, hurili,” April’in ise Mart ayına “Martiliza, kataralimeza hurili, hurili” diye alay ederek birbirlerini kızdırdığına inanılmaktaydı. Bu kavga yüzünden alınan güneşin Mayıs’a dek yüzünü göstermediğe inanılır ama ister istemez yaz gelmeden yapılması zorunlu bağ-bahçe işleri ve ekim öncesi hazırlıklar da bu dönemde gerçekleştirilirdi. Mart-April ayları arasında tarlada geçen yıldan kalma mısır kök ve dipleri topraktan sökülerek yakılmakta “kurseli ateşi” (Lazca pagara) adı verilen yanan mısırlar üzerinden atlanılmakta, etrafında çeşitli eğlenceler düzenlenmekte böylece bir çeşit nevruz geleneği yaşatılmaktaydı. Açıkçası benzer uygulamalarına Persler ve Pers etkisiyle Orta Asya kültürlerinde de rastlanan bu geleneğin kökeni konusunda söz konusu olan Karadeniz bölgesi ise Avrupa ve Anadolu’nun arkaik halklarının mirası olma olasılığı da gözardı edilmemelidir. Metin And, Burdur’da Hristiyanların paskalya yortusuna rastlayan Pazar günü Müslümanlar tarafından eski hasırların ateşe verilip üstünden atlanılması suretiyle “hasır küfrü” adını verdiği bir çeşit bahar bayramının kutladıklarını bildirirken Pertev Naili Boratav Bolu ve Mudurnu’da aynı isimli geleneğin ardıç dallarının yakılmasıyla gerçekleştirildiğini, köy çocuklarının sabahleyin söğüt dallarından çıkardıkları borularla kapı kapı gezerek arkadaşlarını uyandırdıklarını, pişmiş kızıl yumurtaları tokuşturduklarını aktardıktan sonra tekerlemeler söyleyip haykırarak ateşin üzerinden atladığını bildirmiştir. Boratav 15 Nisan 1572 (23 Zilka 979) Osmanlı arşiv belgesinde Müslümanlarca kutlanılan bu bayramın “betlem” olarak adlandırıldığını aktarırken antik çağda bölgeye yerleşen Galat adlı Kelt halkının varlığına ve betlem ile Kelt ışık ve şifa tanrısı Belenus (Bile, Elanos, Beli, Kymru adlarıyla da bilinir) adına düzenlenen ateş festivali Beltane arasındaki isim benzerliğine dikkat çekmiştir. Beltane bayramı her yıl 30 Nisan veya 1 Mayıs tarihinde insanların ve otlaklara gönderilmeden önce sığır sürülerinin ateşte arındırılmasını içeren dini bir festival olarak kullanılmaktaydı. İskoçya’da halen Beltane günü pişirilen arpa-yulaf lapasından pişirilen keklerin siyah parçasını kim yerse tüm yılının kötü geçeceğine inanılması gibi bir geleneğin varlığı da göz önüne alındığında minoloya benzeri falcılık yöntemlerinin yöremize özgü olmadığı da ortaya çıkmaktadır. Örnekleri çoğaltmak mümkün olsa da kolayca görülebileceği gibi en basit çocuk oyunlarında bile Anadolu’nun karanlık devirlerine ait gelenek ve inançların yaşayan izlerini bulmak mümkündür.

Neyse sonunda April ayı gelir ve tarlaya mısır, lahana fideleri dikilmeye başlanır, artık kadını, erkeği, çoluk-çocuğuyla Karadeniz köylüsünün bir sonraki kışa dek sürecek yorucu bir iş maratonu başlamıştır bile! 

Kaynakça

Özhan Öztürk. Karadeniz Ansiklopedik Sözlük. 2cilt. Heyamola Yayınları. İstanbul, 2005
Özhan öztürk. Folklor ve Mitoloji Sözlüğü. Phoenix Yayıncılık. Ankara, 2009
Yiyeceklerimizin Doğal ve Kültürel Çevresi Işığında Rize Mutfağı. Rize Halk Eğitim Merkez Müdürlüğü Yayınları. Rize, 1996
Haydar Gedikoğlu, Akçaabat. Trabzon, 1996
Her Yönüyle Güneysu Rize. Güneysu Sosyal Dayanışma ve Kültür Derneği. İstanbul, 1996
Türkiye’de Halk Ağzından Söz Derleme Dergisi. Maarif Matbaası. İstanbul, 1939-1951
Liddell H. G.& Scott R. A Greek-English Lexicon. Clarendon Press. Oxford, 1940
Clauson, G. An Etymological Dictionary of Pre-Thirteenth Century Turkish. Oxford, 1972
Köylerimiz. Dahiliye Vekaleti Mahalli İdareler Umum Müdürlüğü. İstanbul, 1933
Evliya Çelebi Seyahatnamesi (1898-1938), 10 cilt. İstanbul
Kamil Aksoylu. Laz Kültürü. Tarih, Dil, Gelenek ve Toplumsal Yapı. Phoenix Yayınevi. Ankara, 2009
Metin And. Oyun ve Bügü. Türk Kültüründe Oyun Kavramı. Yapı Kredi Yayınları. İstanbul, 2003
Pertev Naili Boratav. 100 Soruda Türk Folkloru. Gerçek Yayınevi. İstanbul (2. Baskı) 1984.
error

Enjoy this blog? Please spread the word :)