Orhan Koloğlu

Sonraları Libya Başbakanı olacak Anadolu’nun efsane kaymakamı Sadullah Koloğlu’nun yolu 1920’li yıllarda Sürmene’ye de düşmüştü…

Arap Kaymakam’ı Trakya’da Pınarhisar’dan Karadeniz’de Sürmene’ye, Karacabey’den Hakkâri’ye kadar tanımayan yok. Buna karşılık asıl ismini bilene hiç rastlamadım. Osmanlı döneminde, soyadının bulunmadığı çağlarda erkekler isimleri ve doğdukları şehirle anılırlardı. Onunki de “Sadullah – Derne” idi. Deme, Libya’da Bingazi’ye yakın bir kasabadır. Bu yüzden halkımız ona “Arap” lakabını yakıştırmıştır.
Sadullah gerçekten tam bir Arap mı idi? Aldığı Koloğlu -eski yazıyla Kuloğlu- soyadı, Yeniçerilerin yerli kadınlarla evlenmesinden doğan çocuklara verilen bir isimdir. Ailesi Osmanlı döneminde 500 silahlı çıkaran bir Kuloğlu aşiretidir. Babası Mebruk Efendi Derne’nin belediye reisi idi. Üstelik annesi yerli bir Arap değil, Girit göçmenidir.
1884’de doğan, 16 erkek ve kız kardeşi olan Sadullah, Osmanlı İmparator- luğu’nun ünlü aşiret reislerinin oğullarının gönderildiği Aşiret Mektebi’ne o aileden alınan tek genç olmuştur. Yaşının küçük-lüğüne rağmen çabuk ilerlemiş, oradan Mektebi Mülkiye’ye geçmiş ve 1902’de onsekiz yaşındayken “âliyülâlâ” derecesiyle mezun olmuştur. Uzun yıllar Bingazi Mutasarrıflığında yardımcı olarak ve Derne Nahiye müdürlüğünde çalışmış, ilk evliliğini de orada yapmış ikisi erkek üç çocuğu olmuştur. 1910’da Denizli’nin Buldan ilçesine kaymakam atanmakla Anadolu’da hizmet vermeye başladı.
Daha Trakya işgal altında iken 1913 başında Pınarhisar kaymakamlığına atandı. Saray ve Vize kaymakamlıklarında da bulunan Koloğlu, Birinci Dünya Savaşı
1920’lerin sonununda Sürmene.. Görünen büyük bina Arap Kaymakam’ın yaptırdığı Hükümet Konağı binası.

Trakya’yı Yunanlılar işgal edince onlara karşı direnç örgütlemiş ama bir ihbarla yakalanmış, idama mahkûm edilmiştir. Hapisten ancak, bir zaman suçsuzluğunu ispat edip mahkûmiyetten kurtardığı bir Bulgar’ın yardımıyla kaçabilmiş, üç gün kadın kılığında bir arabada çocuk beşiği sallayarak İstanbul’a oradan da Ankara’ya ulaşmış ve 1920’de Kurtuluş Savaşı kadrolarına katılmıştır. Büyük Zafer’ in kazanılmasından hemen sonra, Karadeniz bölgesine atandı. Bu bölgedeki yaşamını kendisi şöyle anlatıyor:

AĞALARINI EZDİĞİM OF BENİ DAMAT EDİNDİ

 

“Zaferin kazanılmasından az sonra, Lozan görüşmeleri devam ederken, 1922 yılının son günlerinde, Trabzon iline bağlı Maçka ilçesinin kaymakamlığına atandım. Böylece Karadenizlilerin ‘Arap Kaymakam’ı olarak ün yapacağım dönem başladı. Hiçbir zaman ismimi öğrenemediler, torunları bile beni bu lakapla andılar.
Birinci Dünya Savaşı sırasında Rusların Doğu Anadolu’daki ilerleyişi üzerine Ermeniler gibi Rumlar da çeteler kurup terörist eylemlere girişmişlerdi. Hele Mondros Mütarekesi’nden sonra Pontus Krallığını yeniden kurma ihtirası büyük bir ivme kazanmıştı. Kurtuluş Savaşı boyunca da sürekli çatışmalar olmuş, halk evini barkını terk edip dağlara sığınmak ya da iç bölgelere göç etmek zorunda kalmıştı. Şimdi zaferimiz üzerine Rumlar . bir yandan kaçmanın yollarını arıyor, bir yandan da barış görüşmelerinde ele alınan, ‘Mübadele‘nin (Nüfus değiş tokuşu) işlemesinden medet umuyorlardı.
Benden beklenen Pınarhisar!daki gibi büyük bunalım geçirmiş bir kitleyi yerleştirmek, huzura kavuşturmak ve hızla üretici durumuna getirmekti. Rumların terk ettikleri toprakları gücü olanlara değil, ihtiyacı olanlara hakkaniyetle dağıtmaktı. Sorunun en önemli tarafı, sekiz yıl süren savaşlar sonucunda halkın toprakta çalışmayı unutup geçim için işi çeteciliğe vurmuş olmasıydı. Hemen herkes silahlıydı ve kimin eşkıyalık kimin kan davası sebebiyle kendisini savunmak için silahlandığını ayırmak da mümkün değildi. Çeteler, özellikle Erzurum bölgesinin Trabzon üzerinden dışarıyla bağlantısını sağlayan Zigana geçidini kapatıyor, soygunlarını orada yapıp kolaylıkla izlerini kaybettirebiliyorlardı.
Maçka, Of ve Sürmene’de 1928 ‘e kadar altı yıl süren kaymakamlıklarımda en büyük sorunum halkı yerleşik yaşama döndürmek oldu. Pınarhisar ‘da göçmenler ağırlıktaydı. İçlerinde ağa kalmamış, hepsi kader birliği içinde eşitlenmişlerdi. Onun için sorun daha kolay çözülmüştü. Bu bölgede ise eşraf ve ağalar topluma çok köklü yerleşmişti. Birçoğu çetelerin arkasında duruyor, hatta devlete karşı onları kullanıyorlardı. Adaleti de, yasaları da kendi çıkarlarına uygun şekilde işletiyorlardı. Bu sebepten öncelikle herkese eşit işleyen bir hukuk düzeninin kurulması, devlet otoritesinin hepsine onaylattırılması gerekliydi. Çeteciliğe dönüşmüş bir ağa sultasıyla, din adamı kisvesi altında iş çevirerek devletin işlevini üstlenenleri ortadan kaldırmak ilk hedef oluyordu.
Bütün yaşamım boyunca bu iki kesimle savaştım. Sade vatandaşın, açıkçası köylünün -ki o zamanlar nüfusumuzun yüzde 85’i köylüydü- ezilmeden ve aldatılmadan yaşayabileceği bir ortamın oluşturul-ması daima ilk amacım oldu. Bu yolda şiddete başvurmak zorunda kaldığımı inkâr etmem. Bir yandan ağa/şeyh kesiminin yolunu kestiğimden bir yandan da kaderciliğe alıştırılmış, girişim yeteneği törpülenmiş vatandaşları zorla çalışmaya koştur-duğumdan, hem bol bol şikayet edildim, mahkemelere verildim, hem de devletten sayısız takdirname aldım.
Mübadele’ye tabi tutulan Rumların, intikam hırsıyla yanıp tutuşan bizimkilerin saldırısından korunması gerekliydi. Doğrusu, bu çok zor bir görevdi. Tam bir çete reisi gibi atımın sırtında, tabancam elimde bazen günlerce uyumadan bunu sağladım.
Çeteciliğin kökünü kazımanın zorluğunu işin o tarafına yönelince fark ettim. Biraz ortaklık, biraz da can korkusundan halk çetelere yataklık yapıyordu. Açıktan gidip sorguladığımızda yanlış bilgi veriyor,
Yunanistan’a gidecek «Rumların tehciri için de Arap Kaymakam görevlendirilir. Sümela Manastırı‘nın boşaltılması sırasında Arap Kaymakam, dar yollardan zorlukla geçirebildikleri yüzelli kiloluk başpapazın bir şeyler sakladığını fark edince tabancasını çekip üstünü arar. Başpapazın üstünden çıkan, Trabzon Rum imparatoru Komnenos’un (1390- 1417) hediye ettiği altın haça el koyar. Başpapazın haç karşılığında önerdiği altınları reddeder ve diğer değerli eşyalarla birlikte müfreze korumasında Ankara’ya göndererek görevini yapar. Çünkü anlaşmaya göre papazlar sadece şahsi eşyalarını alacak, kitaplık ve diğer tarihi eşyalar kalacaktı. Ama Hz. İsa’nın çarmıhından yapıldığı iddia edilen altın haç yolda değiştirilir, Ankara’ya bakır olarak ulaşır üstelik öğrendiklerini eşkıyaya ulaştırıyordu. Bu yüzden dağlarda boşuna dolaşır olmuştuk. Önce dağlarda halkın bilmediği yerlerde kuyular kazdırıp yiyecek gömdürdüm. Jandarma birliği ile gündüz uyuyup gece hareket ederek halktan habersiz dağları taramaya başladık. İki üç çeteyi pusuya düşürüp yakalayınca diğerleri eylemlerini durdurmak zorunda kaldı.
Ancak halk eski alışkanlığını kolay kolay terk edemiyordu. Devletin zaman zaman sonuç aldığını düşünüyorlardı, ama bir süre sonra çetecilerin tekrar terör saçmaya başladıklarına çok tanık olmuşlardı. Onun için ihtiyatlıydılar ve silahlarını teslim etmek istemiyorlardı. Ancak devletin güçlü olduğunu ve onlara hizmet ettiğini fark ettikçe düşünceleri değişti. Örneğin Of’ta hayvan vebası belirdi. Öyle önlemler aldırdım ve sade vatandaş ağa farkı gözetmeden öyle ödünsüz uygulattım ki, hem halkın güvenini, hem de İçişleri Bakanlığı’nın takdirini kazandım.
Ben farkında değildim, ünüm İstanbul‘daki Oflulara kadar ulaşmış meğerse. Ve Of’taki Oflular beni bekâr görmeye razı olamadıklarını, kendilerinden bir kız almamı arzuladıklarını, yani onlardan olmamı istediklerini nazik bir şekilde bana da duyurdular. Sürmene’de kaymakamken gelen öneriyi olumlu karşıladım. Evlendirerek beni hemşehriliğe almak isteyenler, güzel ve genç de olsa, cahil bir köylü kızı peşinde olmadığımı fark etmişlerdi. Adaylarını açıkladılar. İstanbul‘a yerleşmiş Oflu Ahmet Efendi’nin torunu Refika Hanım’dan bahsediyorlardı. Bizim Beybaba’nın, Sakallı Eşrefin kızı.
1925 yılı sonlarıydı. Bakanlıktan izin alıp İstanbul’a yollandım. Çevresini, yaşamını, davranışlarını öğrenmek istiyordum. Kimseye fark ettirmeden Beykoz’daki konaklarının çevresindeki kahvelerde dolaştım. Mahalleli dedikodularına kulak verip bir şeyler öğrenmeye çalıştım. Bohçacı kadın ajanlarım olmadığı için durumu gözlerimle görmek üzere, gece vakti konaklarının yakınındaki ağaca çıkıp saatler boyu içerisini seyredip yaşamlarını gözlemledim. Gördüğümden etkilenmemek mümkün değildi. Keman çalan, resim yapan, hatta sonradan öğrendiğime göre öykü yazıp ödül kazanan yirmi iki yaşlarında bir genç kadın vardı karşımda, boyu boyuma yakın güzel bir varlıktı.
Bana layık gördükleri için Oflulara teşekkür borçluydum. Hemen nişan, nikâh işleri ayarlandı ve kısa sürede evlendik. Refika’dan “Ve Of’taki Oflular beni bekâr görmeye razı olamadıklarını, kendilerinden bir kız almamı arzuladıklarını, yani onlardan olmamı istediklerini nazik bir şekilde bana da duyurdular. Sürmene’de kaymakamken gelen öneriyi olumlu karşıladım.”
dünyaya geldi: Doğan ve

YÜKÜ KADINDAN ALIP ERKEĞİN SIRTINA VURUNCA

Karadeniz bölgesi serüvenim Atatürk devrimlerinin en yoğun zamanına rastlar. Hiç şüphesiz ben böylesine kapsamlı bir değişim hayal etmiyordum, ama kararları şaşkınlıkla karşıladığım da söylenemez. Gerek Derne’de gerekse Anadolu’da gördüklerim insanımızın dünya içinde saygın bir yer alabilmesi için köklü bir değişimin şart olduğuna beni inandırmıştı. Benim çözümüm halka üretim araçları sağlamak (tarla gibi) ve tembelleri çalışmaya zorlamaktan ibaretti. Bir de dinci bağnazlara tahammülüm yoktu. Tabandan değişmeyi tasarlıyordum. Tabii bunun uzun bir sürede gerçekleşebileceği açıktı.
İstanbul’daki aydın çevrelerin tartışmalarını kısmen izlemiş olmakla birlikte bunlara fiilen katılmadığım için ben olaylara hep taşranın, küçük kasaba ve köylerin insanları açısından bakmıştım. Örneğin kadın haklan ya da kaçgöç sorunu bu kesimde akla gelmiyordu. Ailenin gerçek direği kadındı ve en üretken kesimi oluştu-ruyordu. Tarlada çalışan, erkek askere gittiğinde yıllarca aileyi geçindiren oydu. Eşim gelinceye kadar onlarla ilgilenmiş olduğumu sanmıyorum. İlk kez onun uyarısıyla, kadınların sırtlarında çuval ya da odunları taşıdıkları sırada erkeklerin at ya da eşeğe binmiş olarak yolculuk etmelerindeki çelişkiye dikkatim yoğunlaştı. Bölge dağlık olduğundan yüklerini hep patikalardan, çok güç koşullarda taşımak zorundaydılar.
Yükleri erkeklerin sırtına vurup kadınları hayvana bindirme tutkum böyle başladı.
Bu davranışım yüzyıllardan gelmiş gelenekleri altüst etmek demekti. Sadece erkekler değil kadınlar da bu girişimimden hoşlanmadılar. Aksine erkeklerinin onuruyla oynandığı inanandaydılar. Bir gün at üstünde hükümet binasına giderken yolda kalabalık bir kadın grubunun toplanmış  olduğunu gördüm. Her zamanki gibi yan
dönüp yol verecek yerde topluca durmaları beni durdurmak istedikleri şüphesini uyandırıyordu. Bazılarının elleri sepetlerinin içinde, bazılarının ise peştamal denilen önlüklerinin altında duruyordu. Bu durum, hiç de yürümekte olan kadınlara benzemiyordu. Bana saldırmaya ve erkeklerinin intikamını almaya niyetli olduklarını anladım. Hızla atı mahmuzlayınca tehlikeyi atlattım. Tehlike dedim, çünkü kadınlar tarafından dövülen bir kaymakamın bir daha sokağa çıkması, halkın arasında dolaşması mümkün olamazdı. Tutuklanmış olsa da halkın gözünde itibarının devam edeceğini umuyordu. Bunu ben de bildiğim için ilçeye o haliyle, don paça günün ortasında soktuk. Bu başarımdan dolayı bir takdirname daha aldım, ama asıl önemlisi halkın büyük çoğunluğu korkularından kurtuldu ve eşkıya yataklığı yapanların sayısı bir hayli azaldı. Halkla kaynaşmamız o dereceye gelmişti ki, en alışmadıkları davranışlarımı bile onaylıyorlardı. Bizim kuşağımız cahil din adamlarına büyük tepki ile büyümüştür. 

SÜRMENE ESKİ HÜKÜMET KONAĞI İNŞAATI İÇİN ÇALINAN DEMİRLER

Arap Kaymakam, Rus işgali sırasında dâyanan eski hükümet konağının arsası üzerine devletin gücünü simgeleyecek gösterişli bir hükümet konağı yapmaya karar verir. Hükümetin ödeneği çok kısıtlı olduğundan binanın yapımı için yerli malzeme ve halkın imece yöntemi ile çalışmasından başka bir çare yoktur. Konağın projesini o çizer. Taş ocağından taş çıkartır, sırtında taş taşır, inşaatta adeta bir amele gibi çalışır. Arap Kaymakam’ın bu tavrı Sürmenelileri de gayrete getirmiş, kısa sürede Karadeniz sahillerinin en büyük hükümet binalarından biri Sürmene’de yapılmıştı. Hükümet Konağının yapılış öyküsünü Arap Kaymakamdan dinleyelim: “Toprak dağıtımındaki tarafsızlığım ve güvenlik sorununu çözerek halkı huzura kavuşturmam dolayısıyla -ve belki biraz da kırbacımın korkusuyla- çoğunluk gerçekten isteyerek inşaata katkıda bulundu. Taş ve diğer malzemeyi bulmak zor olmuyordu, ama demir çubuk eksikliği işimizi aksatmıştı. İhtiyacımız olan demiri ancak işgal yıllarında Rusların Trabzon’dan Iç Anadolu’ya demiryolu yapmak için Trabzon limanına yığdıkları ve işgal bittik-ten sonra yapılan anlaşmaya göre kendilerine iade edilecek demirlerin depolandığı yerde bulabileceğimizi öğrendik. Sürmenelilerle birlikte hırsızlık serüvenim böylece başlamış oldu, inşaat için taş ve diğer malzemenin taşınmasında nasıl omuz omuza çalıştıysak, demir işinde de beraber olduk.
Trabzon limanında duran demir yığınlarının çevresi dikenli tellerle korumaya alınmıştı, ihtiyaç duydukça halkın buradan demir çaldığı görüldüğünden askeri makamlar silahlı nöbetçiler yerleştirmiş ve ateş emri de vermişlerdi. Kendi aramızda yaptığımız toplantıda başka hiçbir yerden demir sağlanamayacağı kararma varmıştık. Buna O beton bina yapıldı. kadar alışıktılar ki iti-razıma karşılık bin tane örnek gösterip bu işleri nasıl çözümlediklerini anlattılar. Üstelik “Kaymakam Bey, sen bilmemiş ol, biz kendi başımıza gitmiş olalım” diyerek bir çıkış yolu da gösterdiler. Nöbetçiler silah kullanırsa ne yapacaklarını sordum. “Sen karışma, biz o işleri halletmeyi biliriz” dediler. Ancak içim rahat etmemişti. Onlar hareket ettikten sonra ben de ayrı yoldan Trabzon’a ulaştım ve tam zamanında da olay yerine yetiştim. Tam nöbetçilerle bizimkiler arasında çatışma başlamak üzereyken aralarına girip vuruşmayı önledim, daha doğrusu nöbetçilerin bıçaklanmasını önledim. Bizimkiler demirlerle uzaklaştılar ancak benim rolüm açığa çıkmıştı. Ertesi gün kıyamet koptu. Hırsızlığı düzenleyen kaymakam olarak hakkımda soruşturma açıldı. Vali hop oturup hop kalkıyor, bağırıp duruyordu. Hem disiplin hem de para cezasına çarptırıldım ama Sürmeneliler bayram yapıyorlardı. Hükümet binasının inşasını daha da hızla bitirdiler ve Vali açılışa davet edildi. Adamcağız şaşkınlık içindeydi, sadece binadan dolayı değil, halkın bana gösterdiği bağlılıktan dolayı da. ”iyi bilen biri olarak cahil ve üçkâğıtçı adamların yaptıkları yorumları yutmam mümkün değildi. Şeyh ya da derviş kılığında ortalıkta dolaşanlar ise tembelliğin simgesiydiler. Bunların arasından “Halkı camiye gitmekten alıkoyup zorla çalıştırıyor” diye hakkımda şikâyet yollayanlar bile vardı. Alın teri dökmeden yaşamak en büyük marifetleriydi. Fırsat buldum mu halkın içinde Kuran tefsiri “Ülkede tabii ki çok değerli din âlimleri vardı ama sayıları çok azdı. Halka öğüt verenler ise öylesine cahildi ki… Sorgulayıp bilgisizliklerini ortaya koyduktan sonra o sarığa hakkın yok deyip, kafasının içinin boşluğunu sakla-maktan başka bir şeye yaramayan başlığı çıkarttırırdım.”
Ülkede tabii ki çok değerli din âlimleri vardı ama sayıları çok azdı. Halka öğüt verenler ise öylesine cahildi ki… Sorgulayıp bilgisizliklerini ortaya koyduktan sonra o sarığa hakkın yok deyip, kafasının içinin boşluğunu saklamaktan başka bir şeye yaramayan başlığı çıkarttırırdım. Her şeyden evvel adımın Arap Kaymakam‘a çıkmış olması, halkta yaptıklarımın doğruluğu inancını pekiştiriyordu. “Arap bilmeyecek de kim bilecek!” diyorlardı.
Bütün bu aşırılıklarıma rağmen halkın benden kopmaması kendi çıkarım için hiçbir şey yapmamam ve her davranışımda onlara yararlı olacak eserler kazandırmamdandı. Nitekim Sürmene’den Kadınhan’a atandığımda o kadar üzüldüler ki, kentin sokaklarından birine ismimi verdiler.
Hükümet de bu bağlılığı biliyordu. Bu yüzden Kadınhan’da kaymakamken, seller ve heyelan yüzünden 1300 evin oturulamayacak hale geldiği, 185 kişinin öldüğü ve on bin kişinin açıkta kaldığı 1929 yılında beni alelacele tekrar Of’a atadılar. Bu kez ailemi bırakıp tek başıma geldim. Çok hızla, kış bastırmadan felaketzedeleri normal bir yaşama sokmam gerekiyordu. Bana inandıkları için halk yaptıklarıma öylesine yardımcı oldu ki, kısa zamanda her şeyi normale dönüştüre- bildik…”
İznik, Karacabey, Kadınhan, Çatalca gibi kazalarda kaymakamlık yaptıktan sonra Koloğlu Konya’da vali muavinliği yaptı ve 1938’de Hakkari valiliğine atandı. Arkasından Bingöl’de de valilik yaptıktan sonra 1941’de emekliye ayrıldı. İkinci Dünya Savaşı sonrasında bağımsızlığına kavuşmak isteyen Libya’da yerli yönetici bulunamadığından, 1948’de Ankara hükümetinin izniyle Bingazi’ye gitti ve kurulan Berka Hükümeti’nin başbakanlığını yaptı. Burada da bütün gücüyle halka hizmete önem verdi. İngilizlerin eğitime gitmelerini engellediği gençlerin yolculuğunu cebinden ödeyerek sağladı. Bu yüzden 1952’de Bingazi’de öldüğünde banka hesabından sadece 45 Sterlin, günümüz parasıyla 100 YTL çıktı.
Sadullah Koloğlu kendisini daima “Ben halkçıyım” diye nitelerdi. Siyasete atılmak, yüksek mevkilere gelmek hırsı yoktu. Büyük dürüstlüğü ile tabandaki insana hizmet vermeye ve özellikle onları kandıranları engellemeye çalışırdı. Bu yüzdendir ki, ölümünden 53 yıl sonra da hala bütün Trakya ve Anadolu’da bir efsane şeklinde “Arap Kaymakam” olarak anılıyor. İsmini bilen tek kişi kalmadığı halde.
Bu olayın intikamı sayılmaz ama, bölgenin en azılı haydudu Laz Hüseyin’i tutuklayıp teşhir ediş tarzım, bana komplo kurmaya kalkanlara tam bir ders oldu ve bir daha benimle uğraşmaya yeltenen çıkmadı. Hüseyin, yakalanmaz ve karşı çıkılmaz biri olarak tanınıyordu. O zamana kadar kimse cesaret edip üzerine gidememişti. Aldığım bilgilere göre kimseden çekinmediği için çoğu kez köydeki evine gelip kaldığını öğrenmiştim

error

Enjoy this blog? Please spread the word :)